• dizinin en güzel bölümlerinden bir tanesi.

    --- spoiler ---

    doktorun da dediği gibi insanoğlu birbirini öldürmek istemez. askerleri cephe gerisinde ne kadar şartlarsan şartla karşısındakinin de insan olduğunu ve özel bir husumeti olmadığını görünce eli tetiğe gitmez. sanki özel bir husumetleri varmış gibi şartlandırılmadan harekete geçmezler. tıpkı viyana kuşatması sırasında osmanlı ordusunu gözleyen gözcülerin üstlerine verdiği raporda geçen ve şartlanmanın etkileriyle dolu olan "osmanlı ordusunun canavarları nehrin kenarında büyük ve uzun dişlerini bileyliyorlardı, çarpışmalardan sonra cesetleri daha rahat yemek için kendilerini hazırlıyor olmalılar" cümlesi gibi. halbuki gerçekte askerler akşam yemeğinden sonra nehrin kenarına gidip dişlerini misvak çubuklarıyla temizlemektelerdi. misvağın ne amaçla kullanıldığını bilmeyen ve osmanlıları canavar olarak görmeye şartlanmış gözcüler bu sıradan olayı bile bambaşka yorumluyorlardı.
    bu şartlanma olmadan savaş da olamazdı.

    birinci dünya savaşı sırasında ateşlenen silah sayısı çok düşüktü çünkü silahların menzili az olduğu için birbirine 50 metre kadar yakın olan siperler mevcuttu. askerler düşmanlarını net bir şekilde görebiliyor, seslerini duyabiliyorlardı. empati yapmak çok daha kolaydı. çanakkale savaşı sırasında anzaklar ve osmanlı askerleri siperlerdeki ve ortadaki cesetleri toplamak için bir kaç saatlik ateşkes yaptıklarında iki tarafın askerleri ceset toplama esnasında birbirlerine sigara gibi şeyler ikram ederek etkileşime geçmiş, fazlasıyla kaynaşmış ve bu da iki taraf arasındaki empatinin tavan yapmasına neden olmuştu. o günden sonra özellikle işgalci rolündeki anzak askerleri "öldürmek" konusunda isteksiz davranmaya başlamışlardı. bazı siperler arasında yemek alışverişi bile yaşanıyordu. osmanlı askerleri domuz eti olduğunu anladıkları konserveleri anzaklara geri attığı an, anzakların ilk kez müslümanların domuz eti yemediğini öğrendiği zamandı mesela.

    bütün bunların dışında bu bölüm amerikalı yahut batı avrupalı birisi için çok daha vurucu olmalı. vietnam'da, ırak'ta, ortadoğunun değişik bölgelerinde, afganistan'da, afrika'da, hatta anadolu'da nefsi müdafaa haklarını kullanarak kendi vatanlarını savunan insanlara saldırmışlar ve sivil/asker milyonları katletmişlerdir. askerlerini bunu yapmak için şartlamak adına da bolca yalanlar uydurmuşlardır fakat gerçekte herkesin bildiği gibi daha fazla para ve güç için masum insanları öldürdürdüler.

    bu bölümü izledikten sonra bazılarının aklına pkk gelmesi enteresan. pkk'nın finansörlerine bakıldığı zaman karşısındakini böcek olarak görmeye şartlananların aslında onlar olduğu rahat bir şekilde görülebilir. zira ülke bizim ülkemiz ve çeşitli yalanlarla şartlanıp üzerimize salınanların da, nöbet kulübesinde türkü söyleyen 20 yaşındaki askeri şartlanma doğrultusunda bir "böcek" olarak görenler de, keskin nişancı tüfeği ile öldürenler de canlı bomba saldırılarıyla onlarca sivilin hayatını karartanlar da pkk'lıların ta kendisidir. biz türkiye olarak başka ülkelere saldırıp halkını kılıçtan geçirmediğimiz için pek sorun yok.

    --- spoiler ---
  • eminim hepimiz düşünmüşüzdür bir emirle yahudileri katleden nazileri, filistinlileri katleden israil askerlerini ya da en yakınımıza gidelim. seksenlerde özellikle 12 eylül döneminde adeta bir gelenek halini alan işkence uygulayan polisleri ya da üst düzey görevli kişileri. bu insanların evde bir ailesi, kardeşi, çocuğu beklerken nasıl başka bir yerde başkalarının beklediği bu insanlara bizim gözümüzü kapatacağımız, aklımıza getirmekten dahi korkacağımız insanlık dışı uygulamayı yapar diye. bazı dedikodulara göre bu insanlar görevlerini (!) yapmadan önce bir çeşit uyuşturucu tüketirlermiş, bu da onların insani duygularını azaltacağı gibi merhametlerini köreltirmiş haliyle. işte black mirror'un 3. sezonunun 5. bölümü de bu soruya cevap niteliğinde. bu askerler aklını nasıl kaçırıyor?

    --- spoiler ---

    askerlerin beynini kontrol altına alan ve bu sayede sıradan insanları bir canavara dönüşmüş olarak görmelerini sağlayan bu sistemin bize çok uzakta olmadığını düşünüyorum. hali hazırda bu sistem olmadan bile insanları böcek yerine koyup avlamakta tereddüt etmeyen ruhlar varken bu sistemin var olması da çok bir şeyi değiştirmeyecektir sanırım.

    son olarak sembolik olan bu implant aslında tam olarak insanlardaki şekilcilik önyargısını temsil ediyor. bizi ele alalım, günümüzü ele alalım. bir mülteci sorunu ülke olarak bizi meşgul ediyor. biz bu sorunu çözüme ulaştırmak yerine genelde mültecileri "böcek" olarak görüp, dış görünüşlerinden gülme malzemesi çıkarmakla uğraşmaktayız. böyle yapmak böyle bir sorunla uğraşmaktan kesinlikle daha kolay. onların hastalıklı, yabancı, kültürsüz olduğunu unutmamalı ve kendiliğimizden takılmasını kabul ettiğimiz bu implantın etkisini hepten göstermeliyiz.
    --- spoiler ---
  • black mirror'ın 3. sezon 5. bölümünün ismidir.

    yine tamamı charlie brooker’a ait olan senaryonun yönetmeni jakop verbruggen. başrollerinde malachi kirby ve madeline brewer‘ın olduğu bölümde 2014 yapımı zaman paradoksu temalı predestination filminde karşımıza çıkan sarah snook da bulunuyor.

    men against fire, senaryonun gidişatı itibarıyla en çok 1. sezon 2. bölüm olan “fifteen million merits”i andırıyor. bir nevi uyuşturucu benzeri yöntemle sistemin içine yerleştirilen insanlar sorgulamadan kendilerine söylenenleri yapmak zorunda bırakılmışlardır. çeşitli etkenler sebebiyle sistemi sorgulamaya çalışan stripe’ın, tüm gerçekleri idrak etmesinin ardından tekrar sistem tarafından öğütülmesi bölümün ana konusunu oluşturuyor. bu yönüyle 1.sezon 2. bölüm ile birbirlerine olay örgüsü bakımından benzediği söylenebilir. bölümün sertlik dozu ise 2. sezon 2. bölüm “white bear”ı akıllarak getiriyor.

    ilerleyen yıllarda askeri bilimkurgu alanında kült olarak sayabileceğimiz yapımlar arasında girmeyi daha şimdiden garantileyen men against fire, tüm bölümler içinde kendine ön sıralarda yer bulabilecek denli iddialı olmayı başarıyor. insanı birçok konu hakkında sorgulamaya iten bölümün güçlü yanlarından biri ise yaratılan atmosfer.

    dünya üzerinde var olan tüm devletlerin ve o devletlerle çeşitli sebepler dolayısıyla sürekli bir çatışma halinde olan silahlı örgütlerin ideolojisi ve hayata bakış açısını son derece tutarlı bir şekilde anlatmayı başaran bölüm, etkili bir sistem eleştirisine imza atıyor. distopik bir dünyanın hakim olduğu bu gelecek portresinde insanların öldürmek için nasıl bir psikolojiye sokulduğunu görüyor ve savaş denen olgunun ne kadar anlamsız olduğunu yeniden idrak ediyoruz.

    bu bölümde, teknoloji ile birlikte insanın duyarsızlaşması, vicdan denen olgunun bedenini terk etmesi, başkaları tarafından rahatça kontrol edilebilecek canlılar haline gelmesi gelecek adına endişe verici boyularda resmediliyor. katı bir distopya izlediğimiz bölüm, dizinin klasik havasını son derece başarılı bir şekilde devam ettiriyor ve sezonun son bölümü öncesi izleyicilerine sert bir darbe indiriyor.
  • barış özcan isimli youtuber arkadaşın, çok güzel bir inceleme videosu çektiği mükemmel black mirror bölümü.
  • black mirror'ın 3. sezonunun 5. bölümü. bir noktadan sonra "twist"ini tahmin etmek pek zor olmasa da, seyir zevkini ve hikayenin etkileyiciliğini gölgelemiyor.

    10 üzerinden 8 verdim gitti.
  • ana fikri "bunlaaaeaeaearrrr!" olan black mirror bölümü. tüyler ürpertici bir bölüm.
  • --- spoiler ---

    köylülerin ifadelerinde bir sıkıntı olduğuna ve yalan söylediklerine değinilmiş. hatta "yalan söylemek düşük iq'dan, cinsel sapkınlık geliştirmekten daha kabul edilebilir görülüyor" minvalinde bir şey denilmiş. böyle bir şey yok çünkü biz köylülerin konuştuğu dili anlamıyoruz ve karakterlerin algılarına mass karışıyor. hâliyle isterlerse "sabah buraya sansar girdi ahırların anasını bellemiş" desin biz onu "böcekler geldi şöyle böyle yaptı" olarak anlayacağız. neden? onu da ben açıklamayayım artık.

    --- spoiler ---
  • insanlığın en büyük problemi olan önyargıyı güzel eleştirmiş black mirror bölümü.

    bölümü izlediğimde fark ettim. aslında hepimiz aynı dizideki gibi kafamızda bir implant ile geziyoruz. sosyal medyanın, başka insanların, hükümetin vs yönlendirmesiyle bilmediğimiz, tanımadığımız, hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı kişilere karşı önyargıyla yaklaşıp onları canavar ilan ediyoruz.
  • modern hayatı sorgulatan yönleriyle öne çıkan black mirror dizisinin üçüncü sezon beşinci bölümünü teşkil eden çarpıcı bir film.

    amerikan askeri üssüne gelen bilgi, yakın çevredeki bir köyde böceklerin insanların yiyeceklerini çaldığı yönündedir. tam teçhizatlı askerler köye gitmeli, böceklere yardım eden insanın evine operasyon yapmalı, içerdeki böcekleri öldürüp evi de yakmalıdır.
    çünkü böcekler kanlarında bir hastalık taşımaktadırlar. operasyonu yöneten tim komutanına göre eğer böcekleri on-yirmi yıl içinde durdurmazlarsa çocuklar hastalıklı doğacak, üreyecek ve acı döngüsü devam edecektir. bugün böceklerle mücadele edilmezse hayatta kalan her böcekle tanrı bilir kaç kişinin yarınlarına çaresizlik ve sefalet katılacaktır. onları insan olarak görmek ve merhamet etmek zaaf olacaktır. dolayısıyla insanoğlu bu gezegende yaşamaya devam edecekse fedakarlık yapılmalı ve böcekler yok edilmelidir.

    bu motivasyonla operasyona katılan askerlerden biri kendisine saldıran bir böceği öldürür, bununla doymaz cesedin göğsüne bıçağını hırs ve hınçla defalarca saplar.
    işte bu siyahi askerin çatışma esnasında maskesinde hata oluşur ve böcek denilen yoksul insanları kanlı canlı gerçek insan olarak görmeye başlar.

    sonrasında anlarız ki askerler, kafalarına yerleştirilen bir implant sayesinde yok edilmek istenen insanları böcek olarak görmektedir.
    onları ihbar eden siviller ise düşman olarak bildikleri insanları böcek olarak görmüyorlardır fakat korku içindeki bu sivillere onlardan nefret etmeleri öğretilmiştir. bu insanların zayıf oldukları, hastalık taşıdıkları, kanlarının devam etmemesi için yok edilmeleri gerektiği televizyon, internet ve benzeri tüm yollarla zihinlerine işlenmiştir.

    sistemin nasıl işlediğini, implantı arızalandığı için böcekleri koruma güdüsüyle hareket etmeye başlayan siyahi askere, üst düzey bir yetkili şöyle izah edecektir:
    "onlar bizler gibi insan elbette, o yüzden tehlikeliler. insanlar olarak empatik bir tür olduğumuz için birbirimizi öldürmek istemiyoruz. geleceğimiz, düşmanı yok etmeye bağlı olmasaydı bunun iyi bir şey olduğunu düşünebilirdik. 20. yüzyılın başlarında savaşlarda çoğu asker silahını ateşlemezdi bile. ateşleseler bile düşmanlarının kafasının üzerine nişan alırlardı. bunu bilerek yaparlardı. ingiliz generali ı. dünya savaşı'nda eline sopa alıp cephede gezer, ateş etmeleri için askerlerine vururdu. ıı. dünya savaşı'nda bile askerlerin sadece yüzde 15 ila 20'si tetiği çekmişti. dünyanın kaderi söz konusuydu ve sadece yüzde 15'i tetiği çekiyordu. biz de askeri, daha iyi eğitim ve daha iyi şartlama ile öldürmeye adapte ettik. sonra vietnam savaşı başladı ve tetiği çekme oranı yüzde 85'e çıktı. artık havada uçan pek çok kurşun vardı ancak ölüm oranı hâlâ çok azdı. ayrıca düşman askeri öldürenlerin de çoğu ciddi psikolojik sorunlarla döndüler. maske gelene kadar (kafalara yerleştirdiğimiz implant) bu böyle devam etti. maskeler en güçlü askeri silahlarımız haline geldi ve canavarlara nişan alırken tetiği çekmek çok kolaylaştı. onları böcek olarak görüyor, çığlıklarını duymuyor, kanlarının kokusunu almıyorsun..."

    black mirror'un bu bölümünde ele alınan kan dondurucu yöntemler, israil'i ve onun kana doymayan yöneticilerini akla getiriyor. gazze'de israil tarafından son yedi ayda öldürülen insan sayısı 33 bin 634'e, yaralı sayısı ise 76 bin 214'e ulaştı. bu sayılara, enkaz altlarında kaldığı için ulaşılamayanlar dahil edilmemiş. soykırıma uğratılan bu insanların 20 binden fazlasını çocuklar ve kadınlar oluşturuyor. sağlam binanın ve altyapının kalmadığı şehirde insanlar açlıkla pençeleşirken hâlâ dinmeyen operasyonlarda günde ortalama 87 kişi israil güçleri tarafından katlediliyor. eski dönemlerde savaşlar savaş meydanlarında veya cephelerde yapılıyor, çocuklar yetim, kadınlar dul kalıyordu; şimdi dul ve yetimleri de öldürüyorlar.

    dizideki askerler beyinlerine yerleştirilen aygıt sayesinde insanları böcek olarak görmeye başlıyorlardı, peki bu katliamları gerçekleştiren insanlar nasıl bu hale getirilebiliyorlar. siyonizmi gerçekleştirme uğrunda tarihin en faşist yönetimlerinden birini kuran aşırı dinci benjamin netanyahu da savaş kabinesinin bebek öldürmekten haz duyan eli kanlı bakanları da sistemde ayrıcalıklı bir yere sahip olan ve orta çağ'ın skolastik rahiplerine rahmet okutacak denli merhametten nasipsiz yahudi din adamları da bir zamanlar masum birer çocuk idiler. bu çocuklar ailelerinde ve okulda nasıl bir eğitim düzeneğinden geçirildiler ki israil vatandaşları (dünyadaki tüm yahudiler israil'in doğal vatandaşları kabul edilir) dışındaki insanları yok edilmesi gereken insan dışı varlıklar olarak görür hale getirildiler.

    şu bir gerçektir ki, her ulus devlet ideal vatandaş tiplemesini yetiştirmek için eğitim sistemini insan üretim tarlası olarak kullanır. çünkü çocukluk dönemi insanın hemen her şeye kolayca inanabildiği ve ömür boyu etkisinde kalacağı kalıpyargı ve tarafgirliğin işlenebileceği en uygun dönemdir. bu dönemde çocuklara aidiyet bilinci ve sarsılması zor önyargılar kazandırılır. bunun en kestirme yolu olarak öncelikle resmi bir tarih kurgulanır, bu tarihin içine kahramanlaştırılmış tarihi figürler serpiştirilir. kurumlardan, kişilerden, nesnelerden toplumun üstüne titreyeceği dini veya seküler birtakım kutsallar oluşturulur. çocukların bu kutsallar etrafında kimlik geliştirmesi ve dünyayı anlamlandırması beklenir. etkiye en açık oldukları dönemlerinde okul sıralarına oturtulan çocukların muhayyilesinde normlar, değerler, duygular, semboller, ritüeller, örfler, pratikler üzerinden bir dünya kurulur.

    disipline edilen ve biçimlendirilen çocuklar, içine hapsedildikleri subjektif anlam dünyasında kendi kültür ve kimliklerini dünyanın yerlisi olarak görmeye başlar. ait oldukları taraf fazilet ve erdemin merkezi iken öteki olan nefretin öznesi haline gelir. kayıtsız şartsız tüm ulus devletlerde eğitim sistemi bu mantıkla işler. üretim bandına alınan çocuklara belli bir anlatı doğrultusunda perspektif kazandırılır, sosyal uyum gözetilerek çocuklar birbiriyle aynı kalıplara sokulur. çünkü her ulus devlet tektip insan, homojen toplum, monolitik ulus yaratmanın yoluna bakar. fakat hiçbir ulus devlet israil'deki gibi israilliler dışındaki insanları mutant olarak gösterip kökünü kurutana kadar soykırım yapmayı öğretlemez.

    israil, çocuklarının evvel emirde merhamet duygularını öldürüyor sonra subjektif değer ve ideolojik perspektif yüklemelerini yapıyor. aksi takdirde insani bir eğitim verilmiş hiç kimseye, özellikle öğrencilerin okulda olduğu saatleri dikkate alarak okul bombalatamazsınız. aynı şekilde insani-ahlaki bir eğitim verdiğiniz hiç kimseyi hastaneleri havaya uçurmaya, bir toplumu açlıktan kırmaya hatta topyekun soykırıma tabi tutmaya ikna edemezsiniz. israil'de yönetici ve askerler herhangi bir implanta veya filistinlileri zararlı bir böcek olarak gösteren maskelere ihtiyaç duymadan tüm bunları büyük bir soğukkanlılıkla ve dini bir vecd içerisinde ibadet bilinciyle yapıyorlar. zaman zaman israil siyasetinin etkili isimlerinin açıkça belirttiği gibi arapların yok edilmesi gerektiğini, kanlarının helal olduğunu düşünüyorlar. bunu, kutsal kitaplarında yer alan "... kadın, erkek, çocuk, yaşlı ve nefes alan her şeyi öldürün." minvalinde pek çok ayet mucibince dini bir ibadet olarak görüyorlar. görüldüğü üzere akıl ve izandan yoksun bir iman, muhatabını ruhsuz ve kalpsiz biri hâline getirebiliyor, daha da ötesi kesin inançlı bir ölüm makinesine dönüştürebiliyor. hakikati temsil etme algısı, vaat edilen cennete ve ebedî kurtuluşa erme arzusuyla birleşince özgürlük, adalet ve merhamet telkin etmesi gereken din olgusu şiddet, vahşet, gaddarlık üretiyor.

    israilli yönetici ve askerlerin normal bir ruh haliyle hareket etmediğinin; insanı, doğayı, hayatı çok farklı bir etki altında okumaya tabi tuttuklarının altını çizmekte fayda var. israilliler kendilerini tanrı'nın seçilmiş evlatları olarak görüyor, bulundukları coğrafyayı da tanrı'nın kendilerine vaat ettiğine inanıyorlar. işin doğrusu, bugüne kadar işgal ettiği bölgeler, nil'den fırat'a uzandığı söylenen arzı mev'ut topraklarının çok az bir kısmını oluşturuyor. o yüzden yeryüzünde sınırları belli olmayan belki de tek ülke olan israil'in gidecek çok yolu, yapacak çok işi var. tüm bunları gerçekleştirirken kendisine ayak bağı olacak merhamet, empati, acıma vb. duygularla kaybedecek zamanı yok. sonuç itibariyle israil 20. yüzyıl refleksleri ile toprak kazanma amaçlı hareket eden, işgal politikası güden bir devlettir ve buna engel teşkil eden herkes yok edilmeli, sürülmeli, onlardan boşalan yerlere de başka coğrafyalardan taşınan yahudi yerleşimciler yerleştirilmeli ve sınırlar durmaksızın genişletilmelidir.

    şunu da belirtmeden geçmemek lazım; filistin sorunu büyük oranda kudüs sorunudur aslında. fakat kudüs bölgesel bir alana sıkıştırılacak tali bir mesele değildir. yahudiler ve müslümanlar kadar hıristiyanlığı da ilgilendiren üç dinin de kutsallarını iç içe barındıran bir şehirdir. her taşında bir kutsalın, bir peygamberin, bir kıssanın izi bulunur. osmanlı toplum modelinin çok kültürlü yapısında her üç dine bir arada yaşama imkanı sunan kudüs'ün semiyolojisini merhum akif emre'ye bırakayım:
    "via dolorosa müslüman mahallesinden geçer. daracık kudüs sokaklarında her gün, yüzlerce yıl tekrarlanan bir ritüel olarak hıristiyan hacılar sırtlarında haçla müslümanların evlerinin önünden ilahiler okuyarak geçerler. ağlama duvarı, hz peygamber’in miraç sırasında burak’ı bağladığı mekandır ve mescid-i aksa’nın avlu duvarının dışa bakan yüzüdür. mescid-i aksa’nın ve kubbetü’s sahra’nın bulunduğu mekan yahudilerce süleyman tapınağının bulunduğu yer olarak kutsal bilinir. hz. isa’nın çarmıha gerildiğine, tekfin işleminin yapıldığı ve gömülü olduğuna inanılan kilise (holy sepulchre) hz. ömer camii ile selahaddin eyyubi camii’nin arasındadır ve hıristiyan dünyasının en kutsal mekânı olarak bilinir."
    üç dinin kutsallarını barındıran kudüs, tüm renk ve çeşitliliği ile bu dinlerin mensuplarına barış ve huzur içerisinde yaşamaları için yüzlerce yıl ev sahipliği yapmışken bugün yahudiler amerikan evanjelistlerinin desteği ve teşvikiyle kudüs'ü ilhak ediyorlar. bu durum ilginç biçimde avrupa hıristiyanlarını da bölgedeki müslüman ülke yöneticilerini de hiçbir şekilde rahatsız etmiyor. halkların rahatsız ve huzursuz olmaları ise israil için bir tehdit içermiyor.

    israil; yahudilerin ekonomik imkânları, lobileri, think tank kuruluşları, medyası, hollywood üzerindeki hakimiyeti ile abd ve avrupa tarafından dokunulamaz, eleştirilemez bir raddeye gelmiş bulunuyor. tüm bölgesel dizaynlar israil'in güvenliği öncelenerek yapılıyor. israil'in kafasına estiğinde lübnan'ı, şam'ı, ırak'ı vurması, elçilikleri bombalaması, gazze'yi yok etmesi, soykırım yapması, bir toplumu topyekun açlığa terk etmesi küresel güçler tarafından tolere ediliyor, bm'de kınanması engelleniyor. ona yönelen en küçük bir şiddet ise büyük vaveyla ile kınanıyor, tepki görüyor ya da hep birlikte muhatap cezalandırılıyor. böylece bu cinayet makinesinin her geçen gün biraz daha pervasızlaşması, şımarması teşvik ediliyor.

    -alınan tüm dersler boşa gitmiş gözüküyor-

    dünyanın üzerine korkunç bir cinayetin ağırlığı çöktü.
    ruhları vahşi ve acımasız bir rüya tarafından ele geçirilmiş birtakım yobazın inşa ettiği sahnede bir trajediye tanık oluyoruz.
    yönetimine kana susamış katillerin, dar görüşlü canilerin tünediği makineleşmiş bir devlet aygıtı hiçbir değer gözetmeksizin cinayet işliyor.
    kendisini ahlaksız bir içgüdüye teslim etmiş bu pervasız güruh hiçbir direnç göstermeyen geniş yığınların sessiz onayını alarak insanın insanlığını öldürüyor.
    nazi toplama kamplarında olan biten her şeyin farkında olup da başını çevirmiş olan alman vatandaşlarını kınarken onlardan farksız olduğumuzu fark ettik. şaşkın, aciz ve anlamsız hissediyoruz. insan ırkını alçaltan tiksindirici cinayetler karşısında eylemsizlikleri ve umursamazlıklarıyla tüm insanlık, insanlık imtihanından geçiyor.
    demokrasilerin başka ülkeleri asla işgal etmeyeceğine dair sayısız akademik çalışma orta yerde duradursun en gelişmiş demokrasiler cinayete rıza gösteriyor, destek veriyor, yüreklendiriyor. tüm bunların farkına varmamız ve sorgulamamız istenmiyor zira yerleşik düzen sorgulanmadan çok uysallık ve uyum bekliyor.

    modernizm halklara güvenlik, özgürlük ve refah vaat etmişti. ancak bunların üçü de sınırlı bir nüfusun tekelinde, çoğunluğun hayalinde kaldı. yüzyıllarca süren savaş, yıkım, gözyaşı sözümona avrupa'ya ders olmuştu ve bir daha böylesi savaşlar olmasın diye sayısız önlem almıştı. tarihin sonu ilan edilmiş, bundan böyle liberal demokrasilerin hakim olacağı ve insanlığın barış, refah ve huzur içinde yaşayacağı öngörüleri yapılmıştı. ancak ruhsal çoraklığın hüküm sürdüğü kötülüğün diktatörlükleri kuruldu. ahlaki ve hukuki tüm meşruiyet alanları kevgire çevrildi. teknolojik ve ekonomik üstünlük doğrudan haklı olmanın gerekçesi sayıldı. homojen toplum yaratma uğrunda kudüs'ten new mexico'ya her yerde kalın ve yüksek duvarlar örüldü. insanoğlunun aldığı tüm dersler berhava oldu.

    -suçluluk çağında makas değiştirmek-

    bir suçluluk ve bunalım çağında yaşıyoruz ve bunun ana sorumlusu abd ve avrupa'nın başını çektiği batı dünyasıdır. işledikleri cinayet ve cürümlerin hesabını insanlığa vermek gibi bir niyetleri olmayan küresel egemen güçler giderek el yükseltiyor, her geçen gün biraz daha küstahlaşıyorlar. çünkü insanlık ailesi vermesi gereken cevabı vermiyor, kesmesi gereken cezayı kesmiyor.

    peki hâlâ beşer tarihinin makas değiştirme zamanı gelmedi mi?

    20. yüzyılla birlikte tamamlanan insanın hayvani tarihi geride bırakılıp yeni bir ufuk, insani yüzlü bir gelecek tasavvur edilemez mi?

    kıyamete değin bu zorbaların hegemonyalarına, ırk ve din merkezli yazdığı tarihe, onların vahşet dolu normaline mahkûm mu olacağız?

    insanlığın bütün kültürlerinin birbirini karşılıklı beslediği, dini ve siyasi tekelcilik içermeyen bilgelik dolu ahenkli bir birlik kuramayacak mıyız?

    dünyaya egemen olmak isteyen, vahşice silahlanan, pazarları ele geçirmek için terörizm dahil her türlü yol ve yöntemle insanlığa karşı suçlar işleyen, serveti kendi tarafına sefaleti diğer tarafa yığan küresel güçlerin rüyalarımızı kabusa çevirmesine daha ne kadar göz yumacağız?

    dünyanın binlerce yıldır devam edegelen kuşaklarının ortak malı zenginliklere çökerek geleceğimizi ipotek altına alan bu güçlerin ekonomik hegemonyalarından, kültürel saldırılarından kurtulamayacak mıyız?

    gelişmeyi, ilerlemeyi hep ekonomik büyüme ve teknolojik gelişme olarak mı tarif edeceğiz, başka ilerleme ölçütleri bulamayacak mıyız?

    bilimi bilimciliğe, siyaseti makyavelizme, teknolojiyi teknomanyaya teslim etmese miydik? bilimi tanrılaştırmak, teknomanyanın esiri olmak, teknik buluşları baz alarak işaretlediğimiz tarihsel dönemleri, roger garaudy'nin önerdiği gibi sanatsal atılımları ölçü alarak belirleseydik dünya daha merhametli, daha doğayla barışık, daha estetik ve bilgelik yüklü olmaz mıydı?

    sözün özü şu ki; iflasını kanıtlayan batı sisteminin çelişki ve çıkmazlarından yakamızı kurtarmak, insani yüzlü bir dünya inşa etmek zorundayız.
    hakiki bir gelecek projeksiyonu için önce bir altın çağ hayal etmeli, mevcut paradigmayı kader olarak görmekten vazgeçmeliyiz.
    haklardan ziyade sorumluklar ve ödevleri merkeze almalı, meşru şiddet tekelini elinde bulunduran takım elbiseli katillere "artık yeter!" diyebilmeliyiz. aksi takdirde batı'nın ötekisi olan her toplum, gün gelecek maskeli batı tarafından böcek olarak görülecek ve yok edilmek istenecektir.
  • --- spoiler ---

    cockroach göndermesi de sanki hotel rwandayaydı gibi.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap