• "eğer, ölümün her an ve her yerden gelebileceğini kabul edersem, bencilliğimden gelen şimdi ve burada ya ilişkin tembelliğim kaybolur."
  • şurada nefis bir belgeseli var: https://www.youtube.com/watch?v=xmhvqcfbnzw
    [siyasal tarafını merak edenler için de iyi bir vesika]

    "ancak olağan ve alışılmış ilişkilerin dışında da birtakım başka ilişkiler mevcuttur. goethe, bu başka ilişkiler 'derin olanlar' adını verir ve dil ile ilgili olarak şunu söyler: sıradan yaşam içerisinde biz, sadece yüzeysel birtakım ilişkilere işaret ettiğimiz için yetersiz bir dil ile idare ederiz. 'derin ilişkiler' mevzubahis edilir edilmez, derhal başka bir dil işe koyulur: şiirsel dil..."

    derin ilişki, şiirsel bir dilin içinde kurulmuş ilişki, fazla laf barındırmaz olsa gerek. şiirsel dilden kasıt biraz da bu değil mi? suskunluğun başlı başına bir kelime, cümle, hatta lehçe olduğu; oradan neşet eden bir kelimeyle bir âlem kurulduğu... yanlış anlamaların, yüzeysel çıkarımların, yargıya varmaların, tanıdığını zannetmelerin, tahminde bulunmaların olmadığı; an'ın içinde oluşan, maziye ya da istikbâle değil de, derine ve yükseğe doğru bir hareketle son derece düşünceli ve duyarlı bir dil...

    martin heidegger iyi düşünmüş. ruhu şâd olsun.
  • heidegger’in düşüncesinin kökenleri üç kolda aranabilir: evlendikten sonra 1919'da katoliklikten protestanlığa dönüşüyle etkisi altına girdiği aziz augustinusçuluk, marburg üniversitesi'ndeki yeni-kantçılık ve tabii freiburg üniversitesi'nde trendelenburg-brentano çizgisinden gelen edmund husserl'in görüngübilimi.

    augustinusçuluğun etkisi heidegger'in farklı dönemlerinde farklı biçimlerde kendini gösterir: 20’lerin başında tanrıbilimle felsefeyi ayırt etmesinde, 20’lerde yaptığı “zaman”, “bellek” ve “soru” çözümlemelerinde, 20’lerden sonra da yanaştığı kendine özgü gizemcilik ve varlık-tarihi anlayışında... augustinus'un heidegger üzerindeki etkisi özellikle aquino’lu aziz tommasso’nun hıristiyan aristoculuğuna (ya da akılcı-idealist hıristiyanlığına) tepkisinden de anlaşılabilir.

    heidegger aziz tommasso’nun aristoculuğuna tepkili olduğu gibi, marburg'da yeni-kantçı hartmann ve natorp’un aristo okumalarına da sıcak bakmaz. gene de natorp'a büyük saygısı vardır ve platon'un sofist'i üstüne verdiği dersi onun anısına adar. kaldı ki bence görüngünün "olanak koşullarını" araştırmak görüngübilim tasarısının temelinde bulunduğundan, 20’lerdeki heidegger’de kantçı bir şeyler hep vardır. (bkz: transcendental)

    heidegger, aziz tommasso’da ve yeni-kantçılarda bulamadığı aristoculuğu husserl’in görüngübiliminde bulmuş. şimdi bu bir yandan şaşırtıcı, çünkü husserl sanırım aristo’yla hiç ilgilenmiyor, kendi tasarısı var, yorumbilimci biri değil, genelde felsefe tarihiyle ilgilenmiyor. (sonradan "krisis"'i yazıyor, descartes’a yanaşıyor, ama olsun.) işte burada sanıyorum husserl’in hocası brentano’nun ve onun hocası trendelenburg’un aristoculuğu devreye giriyor. nitekim husserl’in asistanı olmadan çok önce heidegger, brentano’nun ilk yapıtı olan “aristoteles’te varolanın anlamının çokkatmanlılığı”nı* okumuş, aristo’ya öyle girmiş ve varlık sorusuyla ilgilenmeye bu sayede başlamıştır... (bkz: franz brentano)

    derrida’nın “déconstruction”unun kökeni olan heidegger’ci “destruktion” ya da “abbau” kavramı da sanırım brentano üzerinden ortaçağdaki “disputatio” ve “destructio” alıştırmalarından geliyor (bkz: sic et non), onlar da ibn-i rüşd ve gazali’nin “tehafüt”ünden geliyor. gazali'yle kant arasındaki tuhaf akrabalık bir yana, heidegger’i fransızcaya ilk çeviren ve “dasein”ı “réalité humaine” diye çevirerek kafa karışıklığına yol açan henry corbin’e göre “tehafüt”ün anlamı şöyledir: “[tehafüt] ‘yıkılma’, ‘çökme’ ve ‘yok olma’ (praecipitatio, ruina) ve yenilerde ‘tutarsızlık’ diye çevrilmiştir, ki fazla soyut ve durağan bir terimdir. aslında fiilden türetilmiş bu adın belirttiği durumun en iyi çevirisi ‘kendi kendini çökertme’dir...” bu durumda “tehafüt”ün kökeni, olmayana ergidir, aristo'nun ve hatta platon'un diyalektiğidir, eninde sonunda da sokrates’in elenkhos’udur, içkin eleştiri...

    sözü bağlamak için, şöyle diyelim: heidegger’in düşüncesinin kökeninde aziz augustinus, kant ve husserl bulunur (yorck kontu'nu ve dilthey'ı atladık), arkalarından aristo’nun karaltısı geçer. hepsinin altında görünen şey de büyük bir düşünce gücü ve bir o kadar büyük bir hınçtır. ama o da ayrı bir entry’nin konusudur.
  • heidegger, insanın varoluşunu iki farklı biçimde yaşadığını belirtir: dalgınlık ve farkındalık durumları.

    dalgınlık durumu, insanın günlük hayatının olağan ritmi içinde yaşadığı bir durumdur. insan, bu durumda dünyayı kendisine uydurur ve sadece kendisi için önemli olan şeylere odaklanır. heidegger, bu durumu "her zaman başkası için olan ve kendisi için asla gerçek olmayan bir dünya" olarak nitelendirir. insan, bu durumda kendisini "varoluşun gerçekliğiyle değil, öznelliğiyle" tanımlar ve yaşamının anlamı ve amacı hakkında hiçbir şey düşünmez.

    farkındalık durumu ise, insanın dünyayla doğrudan ilişki kurduğu bir durumdur. insan, bu durumda dünyayı kendisine uydurmaz, tam tersine dünyayı anlamaya ve keşfetmeye çalışır. heidegger, bu durumu "şeylerin aslında nasıl olduğu hakkındaki farkındalık" olarak tanımlar. insan, bu durumda kendisini "varoluşun gerçekliğiyle" tanımlar ve yaşamının anlamı ve amacı hakkında düşünür.

    heidegger, farkındalık durumunun insanın varoluşunun otantik bir şekilde yaşanmasını sağladığını söyler. bu durumda insan, kendi gerçekliğini kabul eder ve kendi varlığına dair sorular sormaya başlar. bu soruların cevapları ise insanın varoluşunu derinlemesine anlamasını sağlar.

    heidegger, insanın otantik olmayan varoluşu içinde kendisine yabancılaştığını düşünür. insan, günlük yaşamın rutin olaylarına kaptırdığı kendini kaybetme hallerinde, kendisiyle ilgili gerçek anlamda kararlar alamaz. kendisini yalnızca ötekilerin beklentileri ve toplumun dayattığı normlarla tanımlayan insan, kendisine yabancılaşır. böyle bir varoluşta, insanın kendisi hakkında ne düşündüğü ya da ne hissettiği önemli değildir; önemli olan, toplumun ona verdiği rolü yerine getirmesi ve ötekilerin beklentilerine cevap vermesidir.

    özellikle teknolojinin hızla gelişmesi, sosyal medya kullanımının artması ve insanların sanal dünyada daha fazla zaman geçirmesi, heidegger'in dalgınlık durumu ile ilgili tezlerine bağlanabilir. sosyal medya kullanımı sırasında insanlar şeylerin yalnızca "nasıl" olduklarına odaklanırken, varoluşlarının farkındalık durumundan uzaklaşarak otantik olmayan bir yaşam sürdürebilirler.

    heidegger'in felsefesi tüketim toplumunun eleştirisine uygun düşmektedir. tüketim toplumu, insanları sürekli tüketmeye teşvik eden bir toplumdur. insanlar, ne kadar çok şey tüketirlerse o kadar mutlu olduklarını düşünürler ve bu da tüketim toplumunun temelini oluşturur. ancak heidegger, tüketim toplumunun bu düşünce tarzının insanları yalnızlaştırdığını ve doğayla olan bağlarını koparttığını savunur.

    heidegger'e göre, insanlar doğanın bir parçasıdır ve doğayla uyum içinde yaşamalıdırlar. ancak tüketim toplumu, doğayı bir kaynak olarak gören ve insanların isteklerini karşılamak için kullanabilecekleri bir şey olarak gören bir zihniyeti benimser. bu da insanların doğayla olan bağlarını koparmasına ve doğayı tüketmeye yönelmesine neden olur.

    tüketim toplumu aynı zamanda insanları eşitleyen ve standartlaştıran bir yapıya sahiptir. insanlar, tükettikleri ürünler aracılığıyla kimliklerini bulmaya çalışırlar ve bu da onların bireysel özelliklerini kaybetmelerine neden olur. heidegger, bu durumun insanları kendi kendilerine yabancılaşmalarına ve otantik olmayan bir varoluşa yol açtığına inanır.

    tüketim toplumunun bu yapısı, heidegger'in felsefesi açısından otantik bir yaşamı imkansız hale getirir. tüketim toplumu, insanların düşüncelerini, duygularını ve davranışlarını belirleyen bir kültürü dayatır. insanlar, kendi kendilerini yönlendirmek yerine tükettikleri şeylere göre yönlendirilirler.

    heidegger'e göre, dalgınlık durumuyla farkındalık durumu arasındaki fark, insanın dünyayla olan ilişkisiyle ilgilidir. dalgınlık durumunda insan, dünyayı kendisine uydururken, farkındalık durumunda ise dünya kendisine uyum sağlar. bu nedenle, heidegger, farkındalık durumunu insanın gerçek varoluşunu yaşaması için önemli bir adım olarak görür.

    edit: debeye girmişiz, teşekkürler :)
  • hiedegger'in nesnelere, nesneleşmiş insanlara yüklediği anlam ve bunu sanatsal bir edayla birleştirmesi tarifi imkansız duygular yaratır bünyelerde.

    günlük rutininizde karşılaştığınız insanları bir düşünün! çoğu zaman, tam anlamıyla bir anlam ifade etmeden, insanlara heidegger'ın "nesne" olarak tarif ettiği gibi davranırız. bankadaki veznedar, döner kesen usta, buruşmuş elleriyle elimize mendil tutuşturmaya çalışan yaşlı adam, çöpün yanına koyulmuş eski bir berjer koltuk... sanki onlar bizim gözümüzde içlerindeki varlıkları kaybetmiş birer basit nesne gibidir.

    işte bu hayat girdabındaki canlı cansız varlıkları birer nesne olarak algılamamızın altındaki bencilliğimiz sanat yoksunluğumuzdan gelir. diğer insanların ve şeylerin bağımsız varlığını takdir etmemize yardımcı olacak sanat eserleridir.

    heidegger, van gogh'un bir çift köylü ayakkabısının resminin tartışması sırasında bu fikirleri detaylandırır. normalde, ayakkabılara fazla önem vermeyiz, onlar sadece hayatımızda bize hizmet eden ekipmanlardır. ancak aynı ayakkabılar bize bir tuval üzerinde sunulduğunda onların sadece bir nesne olmanın ötesinde bir ruha sahip varlıklar olduğunu anlarız.

    büyük sanatçıların temsil ettiği doğal ve insan yapımı dünyanın diğer parçalarıyla karşılaştığımızda da aynı şey başımıza gelebilir. bir sanat yönetmeni hergün gördüğümüz bir ağacın rüzgarda savrulan dallarını bir filmle bize sunduğunda kısacası sanat sayesinde farkındalık yarattığında, kendimizin ötesinde yatan varlığa yeni bir tür ilgi hissederiz. onun varlığına sanat sayesinde en derinimizde bir anlam yükleriz.

    heidegger, van gogh'un ayakkabısı üzerinden nasıl da güzel tasvir ediyor:

    "sadece zihnimizde genel bir çift ayakkabı canlandırarak veya resimde öylece duran, içi boş, kullanılmayan ayakkabılara bakarak, kullanım nesnesinin araçsal varlığının hakikatini keşfedemeyiz. van gogh’un resminde bu ayakkabıların nerede durduğu bile belli değil. bu çiftçi ayakkabılarının etrafında, nereye ait olduklarını gösterebilecek hiçbir şey yok, belirsiz bir meka^n var sadece. üzerlerinde, nerede kullanıldıklarına dair ipucu verebilecek, tarladan veya patikadan bulaşmış toprak parçaları bile yok. bir çift çiftçi kadın ayakkabısı, o kadar. ama yine de…

    ayakkabıların yıpranmış içlerine açılan karanlık boşluktan, çalışan kadının meşakkatli yürüyüşü beliriyor. ayakkabının kaskatı ağırlığında, sert bir rüzgarın estiği tarlada uzayıp giden bir örnek saban izleri boyunca ağır adımlarla yürüyen kadının dirayeti toplanmış. derinin üzerinde toprağın nemi ve doygunluğu var. tabanlardan, akşam çökerken tarla yoluna inen yalnızlık geçiyor. ayakkabılarda, toprağın sessiz çığlığı, başakları olgunlaştıran dingin armağanı, kış vakti nadasa bırakılmış tarlanın ıssızlığındaki gizemli kendini inkârı titreşiyor. bu nesne toprağa ait, ve çiftçi kadının dünyasında kendine yuva buluyor."
  • bardan kiz kaldirirken kurbanlarina su replikle yanastigini tahmin ediyorum:

    martin: cok acidi mi?
    helga: ne zaman?
    martin: dunyaya firlatildiginda....

    saatler sonra yatakta...

    helga: oh martin, daha once kimse grekleri senin gibi okuyamamisti

    (bu son soz ise hakkaten edilmis bir laf, hannah tarafindan. mektuplarda gorduydum)
  • gözlük üzerine bile felsefe yapabilendir;
    "gözlük mesafe bakımından onu kullanan kişiye o kadar yakındır ki "burnunun üzerinde durur" ama çevreleyen dünya bakımından, ona, karşı duvardaki tablodan bile daha uzaktır. gözlüğün yakınlığı sıradan deneyimde öyle az algılanır ki, farkına bile varılmaz"
  • özne dergisi, 16. kitapta niçin taşrada kalıyorum başlıklı yazısının çevirisini okudum bugün. iki buçuk sayfalık o yazıda tasvir gücüne, felsefeye, doğaya, köy ve kent yaşamına dair bazı satırlar:

    (kara orman'ın güneyindeki kulübesinden bahsediyor) "burası bir gözlemci, konuk ya da yaz tatilcisinin gözüyle benim çalışma dünyamdır. doğrusunu söylemek gerekirse, şahsen ben, asla kır manzarasını gözlemlemiyorum. mevsimlerin muazzam geliş ve gidişlerinde, gündüz ve gece her saat başı bu manzaranın değişimlerini yaşıyorum. dağların cazibesi ve kayaların tarih öncesi devirlerden kalma sertliği, köknar ağaçlarının yavaş ve muntazam gelişimleri, yeşillikler içindeki çayırların göz alıcı sade ihtişamı, uzun bir sonbahar gecesinde dağ boyunca akan nehrin gürül gürül çağlaması, karla kaplı düzlüklerin katı sadeliği, bütün bunların hepsi günlük yaşamın içine akar ve içine işler, ancak bu, yüzeysel empatinin ya da "estetiksel" dalmışlığın zoraki anlarında değil de sadece kendi varlığınızın çalışmanızla iç içe olduğu zamanlarda olur. gerçekliğin kendisi olan bu dağlara yer veren sadece bu çalışmadır. bu çalışmanın seyri o bölgede olup biten şeylerle şekillenir."

    "uzun bir kış gecesinde ortalığı kasıp kavuran sert bir tipi kulübenin etrafında dönüp dolaştığında ve bu kar fırtınası her şeyi çepeçevre sarıp sarmaladığında, işte bu an felsefe için bulunmaz zamandır. diğer bir husus da, ele alacağınız felsefi sorular sade ama çok önemli olmalıdır. her bir düşünce üzerinde kafa yorabilmek ancak onu titiz ve sağlam bir şekilde yapabilmek ile olur. bir şeyi sözcüklere dökebilmeye çabalamak, dev köknar ağaçlarının fırtınaya karşı direnmeleri gibidir."

    "bir şehirli, sözüm ona bu türden bir kırsalda kalmakla en fazla "neşelenir". ama benim bütün çalışmalarıma bu dağların dünyası ve insanları kılavuzluk ediyor ve çalışmalarımın devamını sağlıyor. şehirde yaşayan insanlar, bu denli uzun ve monoton geçen bu zaman sürecinde, köylülerle bu dağlarda birlikte olmanın insanı yalnızlığa itip itmediğini merak ediyorlar. ama diyeceğim o ki, bunun adı yalnızlık değil, inzivadır. büyük kentlerde insan, rahatlıkla başka herhangi bir yerde olamayacak kadar yalnızlaşabilir. ama buralarda inzivaya çekilemez. inzivaya çekilmenin tuhaf ve özgün gücü bizi soyutlamasında değil fakat bizim bütün varoluşumuzu, her şeyin mevcudiyetinin sonsuz yakınlığa doğru itmesindendir."

    "...köylünün hafızasında, hiç unutmayan, sade ve güvenilir bir sadakat vardır."

    "kent yaşamı yıkıcı bir hataya düşme riskini taşır. çok ses getiren, çok canlı, çok moda bir yılışıklık, kendini dünyaya ve köylülerin varlığına bir merak nedeni gibi satar."

    "ne olur bu küçümseyici aşinalığı ve halk karakteri için bu yapmacık ilgiyi bırakalım artık ve ne olur buralardaki sade ve hoyrat varoluşu ciddiye almayı öğrenelim. ancak o zaman, bu insanlar bir kez daha bizimle konuşacaklardır."

    "geçenlerde, berlin üniversitesi'nde öğretim üyesi olmam için ikinci bir davetiye daha aldım. bu durum üzerine freiburg'u terk ettim ve kulübemde inzivaya çekildim. dağların, ormanların ve çiftlik alanlarının ne söylediklerini dinledim ve kendisi 75 yaşında yaşlı bir çiftçi olan eski bir arkadaşımı görmeye gittim. benim berlin'e çağrılışımı gazetelerden okumuş. acaba bana ne diyecekti? tek kelime etmeden, kesinlik bildiren o temiz gözlerini yavaşça benim gözlerime dikti ve nazik bir şekilde o dostane elini omzuma koydu. yavaşça kafasını iki yana salladı. bu şu anlama geliyordu: kesinlikle hayır!"
  • varlık ve zaman adlı eserinde varoluş sıkıntısı, tedirginlik ve ölüm üzerine muhteşem saptamalarda bulunmuş alman düşünür. ona göre varlığın zemini ‘hiçlik’tir.* varoluşun temelinde bu yüzden tasa vardır. insan kendi varlık-oluşsal olasılıklarının gerisindedir, varoluş suçluluğu içindedir. sonlu bir varlık olduğunun bilgisini bir yaşantı bir deneyim olarak içinde taşır, bu varoluşunun bir parçasıdır. varolmanın farkında olan insan için sakin olmak olanaksızdır; o zorunlu olarak mutsuz bir varlıktır.
  • "dil varlığın evidir" diyerek dil felsefesine yeni bir boyut kazandırmış, dili bir bilinç olgusu, yani bir bilgi sorunu olarak değil, varoluşsal bir olgu olarak incelemiş olan düşünür.
hesabın var mı? giriş yap