• kabaca biz insanlar görüntü yönetmenleri gibiyiz. bilmeyi murad ettiğimiz şeyi kadraja alırız (kadraj dörtgen bir çerçeve demektir haddizatında) ve o "görüntü" (örüntü de denilebilir) biz aynasında, biz aynasının konumu, ebadı ve parlaklığı ölçüsünde tecelli eder. tecelli eden o "görüntü" bize o şeyin mutlak bilgisini vermez. biz bir şeyin hakikatini gerçek mahiyetini bilemeyiz; ancak o şeyi bir yerde zuhur ettiğinde ya da bir yerde tecelli ettiğinde o tezahür eden şeyin bizdeki yansımaları cihetiyle (biz ayn'asındaki tecellileri babında) o kadarcığını biliriz. rubûbiyet sıfatlarının künhünü çevreleyen hakikî bilgiye ulaşmak zaten muhaldir. ihâta edilemeyen/sınırlanamayan zât karşısında küçüklüğünü (hadd burada bu) idrak, marifetin en temel düsturu olsa gerek; zaten gazali de âriflerin allah'ı bilme/tanımalarının son hududunun o'nu bilmek/tanımaktan aciz kaldıklarını bilmeleri olduğunu söylemiştir. efendimizin "allah'ım bana eşyanın hakikatini göster" şeklindeki duası önemli. yaratılmaları dilenen ve yaratılan şeylerin (eşya) hakikatini bilemeyen biz fanilerin onların yaratıcısını mutlak mânâda bilmesi imkânsızdır.
  • resulullah hariç her mahluk perdedir;
    resulullah ise kapıdır.

    (bkz: abdulkadir geylani)
  • "görünen sıfatındır, onu gören zatındır." hacı bayram-ı veli

    "gözler o'nu göremez; o, gözleri görür." en'am, 103

    "o, sözlerle anlatılmaz, ama o sözü açıklar. o brahma'dan başkası değildir; o insanların taptığı bir şey değildir. o, düşünceyle düşünülmeyendir; o düşünceyi de içine alandır. onu brahma olarak bil; o tapınılacak bir şey değildir. o gözlerle görülmeyendir; onunla gözler görülür. onu brahma olarak bil; o tapınılacak bir şey değildir. o kulakla işitilmeyendir; onunla işitme bilinir. onu brahma olarak bil; o tapınılacak bir şey değildir." upanişad

    "insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir bakıştır." kıyâme, 14

    "hakk’ı aramak ayrılığa tanıklık etmek olur." kaygusuz abdal

    "vîse, senin sevgilin aslında zatındır; bunun dışındakiler senin âfetindir." fahreddin es'ad-i gorgânî

    (bkz: gnosis)
  • seven sevdiğini çok zikreder çünkü marifetullah yani rabbin hakîkatine kalben nâil olmak için bu bir gerekliliktir.

    cenâb-ı hak buyuruyor:
    bismillahirrahmanirrahim

    “o gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler de kararır. yüzleri kararanlara; îmânınızdan sonra küfrettiniz ha? öyle ise inkâr etmenize karşılık azâbı tadın. (denecektir). yüzleri ağaranlara gelince, (onlar) allâh’ın rahmeti içindedirler. onlar orada ebedî kalacaklardır.” (âl-i imrân, 106, 107)

    rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

    “allâh’ı sevmenin alâmeti, allâh’ı zikretmeyi sevmektir.” (suyûtî, câmiu’s-sağîr, ıı, 52)

    sâhibü’l-vefâ mûsâ topbaş (ks) da, zikrullâhın mânevî terbiyedeki ehemmiyeti hususunda şu tespitlerde bulunur:

    “zikir, mühim bir aşk ve îmân ölçüsüdür. seven sevdiğini çok zikreder, ara vermeden gece gündüz, her saatte, her anda zikreder, anmadan yapamaz. zikrullâha vâsıl olan her şeye kavuşmuştur. zikrullâhtan mahrum olan da her şeyi kaybetmiştir. zikrullâh kalbin nuru, rûhun huzuru, gönlün cilâsı, aklın ölçüsüdür. zikre devam edenin kalbi mâmur, fiil ve ahlâkı güzel, rûhu sevinçli olur.

    bir kalbe aşk-ı ilâhî girerse, o gönülde allah zikrinden başka hiçbir şey kalmaz, hepsi yok olur. evvelce geçirilen büyük mecâzî aşklar bile.

    kalbi zikirle meşgul etmeli, zikirle uyandırmaya, çalıştırmaya gayret etmelidir. iyi çalışıldığı takdirde zikir bütün letâiflere dağılır, nefse, sonra cesede.” (sâdık dânâ, altınoluk sohbetleri ı, erkam yay.)

    kulluk vazîfeleri içindeki bu husûsî ehemmiyeti sebebiyle, zikir kelimesi kur’ân-ı kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. cenâb-ı hakk’a hakîkî mânâda kulluk yapabilmek ve bu sûretle mârifetullâha ulaşmak, zikrin kalbde kazandığı mevkî ve hissedilişindeki derinlik nisbetinde gerçekleşir. bu yüzdendir ki “mârifetullâh”, yâni rabbin hakîkatine kalben nâil olmak, ilmin en fazîletlisi sayılagelmiştir.
  • mârifetullâh; tasavvufta ulaşılmak istenen makamlardan birinin adı olup öz manada allah’ı bilmektir.
    bunun için gönlü sadece ve sadece allâh’a bağlamak gerekir.
    cenâb-ı hak buyuruyor:

    bismillâhirrahmânirrahîm

    “onlar, (o mü’minler) ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (mü’minûn, 3)

    rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

    “lüzumsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi bir müslüman oluşundandır.” (tirmizî, zühd, 11; ibn-i mâce, fiten, 12)

    gönlü mâsivâullah’tan, yani allah’tan uzaklaştıran her şeyden temizleyip dâimâ hakk’a yönelmek, mârifetullâha eren mü’minlerin şiârıdır. dünyaya geliş sebebimiz de, hakk’a kulluk ve mârifetullah, yani cenâb-ı hakk’ı kalben tanıyabilmektir. buna muvaffak olan bir mü’minin kalbi, cenâb-ı hakk’ın azamet, kudret ve sonsuz nîmetlerinin tefekkürü içinde dâimâ; zikir, fikir ve şükür hâlinde bulunur.

    mânevî terbiyenin en mühim gâyelerinden biri de “el kârda gönül yâr’da” düstûrunu kazandırmaktır. bu düstur ise, sadece ibadetler esnâsında değil, dünya ile meşgûliyette bile gönlü hakk’a verebilmek ve hayatın hiçbir safhasında o’ndan gâfil kalmamaktır. böylece dâimî bir zikir hâline kavuşabilmektir.

    nitekim günahlar da, allah’tan gâfil kalındığı zaman işlenir. hiç kimse besmele çekerek bir kardeşine çelme takamaz. kalbi “allah” diyen biri; kalplere diken batıramaz; bile bile kul hakkına giremez; haramlara dalamaz.

    bâyezîd-i bistâmî hazretleri de, bu istikâmet hâlini, nice kerâmetten üstün görmüştür. nitekim kendisine bir gün:

    “-efendim, siz su üstünde yürüyormuşsunuz!” dediler. hazret ise:

    “-bir çöp de su üstünde yüzer.” cevâbını verdi.

    “-havada uçuyormuşsunuz!” dediler.

    “-kuş da havada uçar.” buyurdu.

    “-bir gecede kâbe’ye gidiyormuşsunuz!” dediler.

    “-bir cin veya şeytan da bir gecede hindistan’dan demâvend’e gidiyor.” buyurdu.

    “-peki o hâlde gönül erlerinin işi nedir?” diye suâl edilince:

    “-allah teâlâ’dan başkasına gönlü bağlamamak!” karşılığını verdi. (attâr, tezkire, sf.201; serrâc, sf. 316; abbâs, ebû yezîd, sf. 98) (osman nûri topbaş, altınoluk dergisi, şubat-2015)

    bâyezid-i bistâmî hazretleri buyurur:

    “ne mutlu o kimseye ki, bir tek endişesi vardır (yani dâimâ bir ve tek olan allâh’ı zikir hâlindedir). kalbini; gözünün gördüğü, kulağının duyduğu mâlâyânî şeylerle meşgul etmez. kim mârifetullah sırrına ererse, kendisini allah’tan alıkoyan her şeyden yüz çevirir.”

    lügatçe
    şiâr: işaret, slogan.
    muvaffak: 1. başarmış olan, başarılı. 2. allah’ın yardımını görmüş.
    tefekkür: bir şey hakkında iyice düşünmek, bir işin sonucunu hesaplamak anlamında terim.
    düstur: kural, prensip.
    mâlâyânî: boş ve yararsız, saçma.
  • mârifetullâh, allah’ı bilmektir. allah'ı en iyi bilenler ise, kul olduğunu asla unutmayanlardır.

    cenâb-ı hak buyuruyor:
    bismillahirrahmanirrahim

    “ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.” (zâriyât, 56)

    rasûlullah (sav) buyurdular:

    “siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! çünkü yüce allâh, beni rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” (heysemî, ıx, 21)

    hz. muâz (ra)’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “yâ rasûlallah! bana beni cennete girdirecek ve cehennemden uzaklaştıracak bir amel söyle.” dedim. allah rasûlü: “çok büyük bir şey istiyorsun. ancak bu, allah’ın kolay kıldığı kişi için pek kolaydır. hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca allah’a kulluk edersin. namazı dosdoğru kılarsın. zekâtı verirsin. ramazan orucunu tutarsın. gücün yeter, imkân bulabilirsen hacc edersin.” sonra da şöyle buyurdu: “şimdi sana hayır kapılarını haber vereyim mi? oruç kalkandır. sadaka, suyun ateşi söndürmesi gibi günahın azâbını söndürür. kişinin gece yarısı kıldığı namaz da günahı söndürür.”

    bundan sonra “korkuyla ve umutla rablerine kulluk ettikleri için vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan allah yolunda harcarlar. yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” (secde, 16-17) âyetini okudu.

    daha sonra buyurdu: “sana bütün işlerin başını, ana direğini ve doruk noktasını bildireyim mi?” buyurdu ben: “evet, yâ rasûlallah!” dedim. “işin başı islâm, direği namaz, doruğu cihaddır.” buyurdu. sonra: “sana bütün bunların kıvamının kendisine bağlı olduğu şeyi (can damarını) bildireyim mi? dedi. ben: “evet, bildir yâ rasûlallah!” dedim. bunun üzerine hz. peygamber (sav) dilini tuttu ve: “şunu koru!” buyurdu. ben: “yâ rasûlallah! biz konuştuklarımızdan da sorgulanacak mıyız?” dedim. “annen yokluğuna yansın ey muâz! insanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!” buyurdu. (tirmizî, îmân 8. ibni mâce, fiten 12)

    insanın yaratılışının esas maksadı, cenâb-ı hakk’a kulluk ve mârifetullâhtır.
  • "ya perde yok ya sen sana perdesin."

    (bkz: ene'l-hakk)
  • (bkz: gnosis)
  • (bkz: #144422744) yazılmış ki "çünkü akıl allah'ı bilmenin düşmanıdır. dolayısıyla o'nu bilirken yol kesici bir eşkiya gibidir."

    peki o halde neden kur'an-ı kerim akıldan daima övgüyle söz eder?

    mesela bakara suresinde münafıklardan "bilin ki, gerçekten asıl düşük akıllılar * kendileridir..." diye bahsedilir? akıl allah'ı bilmenin düşmanı olsaydı, aklı düşük olan allah'ı daha iyi bilmiş olmayacak mıydı?

    "akletmez misiniz?" onlarca ayetin sonu.

    "temiz akıl sahipleri," kur'an-ı kerim'den bir hitap.

    "gerçek şu ki, allah katında, yerde debelenenlerin en kötüsü, (bir türlü) akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir." enfal suresi, 22. ayet.

    "allah'ın izni olmaksızın, hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur. o, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar." yunus suresi, 100. ayet

    araf suresi, 66. ayet: kavminin önde gelenlerinden inkar edenler dediler ki: "gerçekte biz seni 'aklî bir yetersizlik' içinde görüyoruz ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz."
    araf suresi, 67. ayet: (hud:) "ey kavmim" dedi. "bende 'akıl yetersizliği' yoktur; ama ben gerçekten alemlerin rabbinden bir elçiyim" dedi.

    eğer akıl allah'ı tanımanın düşmanı olsaydı, allah'ın elçilerinin "akıl yetersizliği" iddiasını kabul etmesi gerekmez miydi?

    akıl ile ilgili ayetler arasında aklı kötüleyen hiçbir ayet bulamadım.

    kelâmını okumadan allah'ı tanımaya çalışmak abesle iştigaldir. akıl değil ama; akılsızlık, allah'ı bilmenin en büyük düşmanıdır, yol kesici bir eşkıyadır.
  • allah'ı bilmeden de allah'ı bilebilir miyiz. bu mümkün değildir.

    şu dünyadaki herhalde en bahtsız, en cahil kişi allah'ı bilmediği için neyi bilmediğini bilmeyen kişidir. o kişi neyi kaçırdığını da asla bilemeyecektir. çünkü böylesi kibirlilere perde hiçbir zaman açılmaz. aydınlanmış gibi görünürler ama asla aydınlanamamışlardır.

    yine de allah'ı zikretmeden de o'nu zikredebildiğimiz bir an mutlaka olmalı. o'nsuz olduğumuz ama o o'nsuzluk içinde mutlak bir surette o'nunla olduğumuz bir an. varlıkların tanrısallığı ve bizim o tanrısallığı görmemiz belki de her şeyin, ister farkında olsun ister olmasın, her an o'nu zikrediyor oluşlarındandır. sırf bu yüzden bir kaplan bir kaplandır ve bir kuzu da bir kuzu. onlar farkında olmadan böyledirler. allah'ı zikretmeden de zikredebildikleri için.
hesabın var mı? giriş yap