• haneke’nin herzaman yaptığı gibi seyirciyi rahat rahat karanlık bir salonda oturtup kendiliğinden filmin kahramanlarıyla özdeşim kurup sonra da bundan suçluluk duymaksızın göndermediği filmi...rahatsız edici ama bi o kadar karmaşık psikolojik örüntüleri abartmaksızın dramatize etmeden nasıl yapabiliyorsa hep şaşırarak izlediğim yalınlığıyla vermeyi başardığı çarpıcı filmi. oyuncularını ayrıca takdir etmek gerekir, isabelle huppert (erika), benoit magimel (walter), annie girardot (erika’nın annesi)... ek bilgi olarak; la pianiste’ (piyanist), cannes film festivali’nde michael haneke’a büyük jüri ödülü, filmin başrol oyuncuları isabelle huppert’e ‘en iyi aktris’, benoit magimel’e en iyi aktör’ ödülünü kazandırır. ve izlendikten sonra akılda bi takım sorular bırakarak sinema salonu geride bırakılır...
    walter erika’nın beyaz atlı prensimiydi? hayatı boyunca çekmesi gerektiğini düşündüğü cezaların tümü nü onun erika’nın adına gerçekleştirecek bir prens. film boyunca erika’nın tüm kötücül davranışlarının karşılığı bir cezayı uygun görüyordu walter... yoksa erika mı?
    porno dergiler üzerine istekle gevezelik eden öğrencisini aşşağılayışı gibi aşşağılıyordu walter, erika’nın arzularını aynı bayağılıkla ifade ettiği mektubunu okuduktan sonra...walter’ı reddedişinin karşılığını spor salonunda aşağılanarak, annesiyle birlikte olma arzusunun karşılığında tecavüze uğrayarak... son olarak müzik kariyerini ve hayatını mahvettiği öğrencisi içinse tüm kariyerini ve hayatını walter’ın umursamazlığı uğruna sonlandırarak.
    walter erika’nın beyaz atlı prensiydi, yıllarca dövülmeyi, aşağılanmayı, yok edilmeyi beklemişti...peki ya erika walter’ın nesiydi?
    bilinçdışı arzuları kamçılanmış bir erkekmiydi sadece. yoksa onu reddeden ve isteyen, öğrencisinin elini parçalayacak kadar kıskanan bir kadının deliliği bu deliliği baştan çıkarma arzusumuydu onu erika’ya çeken-iten.
    izleyici için rahatsız edici olan erika’nın patolojik eğilimlerimiydi yoksa cinselliğin bayağı ve zorba yanının bu kadar açıkça yüzümüze çarpması mı? yoksa bizde her sevişme sahnesinde walter’la birlikte engellenip sanal hazzımıza ulaşamıyormuyduk.
  • yıl 2001. haneke ile ilk karşılaşmam. filmi bilen bilir, her sahnenin gerilim dozu bir öncekinden daha yüksek.
    sinemada çıt yok. herkes gergin. en azından ben gerginim.
    ve yanımdaki koltukta oturan adam, patlamış mısır yedi film boyunca. hiç durmadan. iştahla.
    dünyaya bakışımın şekillenmesinde çok önemli bi rolü var o arkadaşın.
  • elbette black swan'ı anmamıza sebep oluyor film, black swan konuşulurken illa ki söze dahil olan "muholland dr.", "requiem for a dream" gibi filmler var ama anne-kız ilişkisinin benzerlikleri la pianiste'i izlerken black swan'ı aklıma getirdi (bir de henüz izlemesem de anne-kız çatışması içeriğinden autumn sonata'nın olduğunu biliyorum bu temayı içeren), özetle şöyle diyeyim, la pianiste'i önceden izlemiş olsaydım black swan'ı izlediğimde bu kadar fazla beğenmezdim kesinlikle.

    spoiler var. filmin en dudak uçuklatıcı sahnesi ne kan ne şiddet ne de uçuk fantazilerin açığa çıktığı anlardı. bayan kohut ne kadar sıradışı hareketler sergilerse sergilesin, filmin bana yuh dedirten anı filmin başındaki resital sahnesindeydi. onlarca insanın bir evde bir arada bulunduğu bir ortamda bile kızından bir an uzaklaşıp arka oda da bir kemanı incelemeye giden annenin 30 saniye bile dayanamayıp yaşı ziyadesiyle kemale ermiş kızını kontrol etmek için kemanı falan unutup kızını gözlemeye başlaması sahnesidir beni dehşete düşüren. (bkz: http://i.imgur.com/qh4ba.jpg). dudakları uçuklatma dozunu kat be kat arttıran ise koca profesör kohut'un bu sahnenin bir kaç sahne sonrasında genç walter ile konuşmadan önce annesinin bulunduğu odaya doğru dönüp bakıp ve onu gözlemediğinden emin olmak istemesidir. (bkz: http://i.imgur.com/tppkx.jpg). ruh sağlığı bozuk birey yetiştirme rehberinin ilk maddesi yetiştirilen çocuğu hayatı böylesine tek bir yanından tutabilmiş, o alanda sergilediği tüm yetenek ya da başarısına rağmen boş, bomboş, kontrole ve yönlendirilmeye muhtaç, 30+ yaşında bile ilkokul çocuğu gibi takip edilen ve kısıtlanan bir birey haline getirmek olsa gerek.

    bayan kohut'un bu sınırlı dünya içinde anormalliğe doğru seyretmesini, daha doğru düzgün bir cinsel hayat yaşamamışken en sıradışı mazoşist fantezilere sahip olmasını normal kabul etmek, üstüne bir de filmin sonlarındaki şiddet sahnelerini "ya kadın mazoşist ama tam da öyle değil, yani genç erkek tecrübesiz anlamadı kadının ne istediğini" diye anlamak ve anlatmak en hafif tabirle naifliktir. the pervert's guide to cinema sebebiyle izlemek istediğim bir filmdi la pianiste, sol framede görünce pazar gününün*filmi oldu. filmi biraz açıklamak adına slavoj zizek'in açıklamalarına yer verelim;

    "seksüel aktivitemizdeki düşlenebilir boyut ile gerçeklik arasındaki nokta kırılgan bir dengedir. haneke'nin piano teacher'ı, orta yaşlardaki, derin dramatik bir duyguya sahip bir kadınla onun genç öğrencisi arasındaki imkansız bir aşk skandalının hikayesidir. kadın henüz başkaları tarafından seksüel açıdan özne haline getirilmemiş bir insandır. fantazmatik bağlantılarını arzularına bırakır. bu da filmde bir kaç güçlü sahnenin ortaya çıkmasını sağlar. mesela porno dükkanına gittiğinde kapalı küçük odada hard porno filmini izlediğinde. filmi izleme yöntemi, içinde bir şey uyandırmak biçiminde değildir. o filmi bir ilkokul öğrencisi gibi seyreder. bir şeyi arzulamak için o işin nasıl yapıldığını, nasıl heyecan duyulduğu ile ilgili bağlantıları anlamaya çalıştığı basit bir izlemedir."

    "psikanalizde fantazi düşüncesi son derece belirsizdir. bir yandan fantazinin görünüşünü sakinleştirmeye çalışırız. piyano öğretmeni fantazinin ters yönündeki görünümle oynamaktadır, fantazi, dayanılmaz vahşi arzunun patlamasıdır. filmin sonlarında elde ettiğimiz şey ise, muhtemelen tüm sinema tarihi boyunca en moral bozucu sahnelerden biridir. ona yazdığı mektuptaki gibi fantaziyi ortaya çıkarmak için kadını cezalandırırcasına fanteziyi adamın kadını sevdiği biçimde gerçekleştirir. bu da tabi ki kadın için fantezinin kaybolması demektir. fantazi parçalandığı zaman, realiteyi elde edemezsiniz. son derece dramatik olan ve sıradan realite gibi anlatılamayan bazı kabusvari gerçekleriniz vardır. bu da kabus için başka bir tanımlama olmalı. cehennem burasıdır. ya da en azından bu baştan çıkarıcı cennet aslında cehennemdir."

    filmde akılda yer edecek pek çok sahne var ama isabelle huppert'in belli belirsiz gülümsemesi bana tekrar tekrar izletti kendini, beton gibi katı bir suratın yavaş yavaş ama hiç belli etmeden nasıl yumuşadığının görüldüğü bu sahne her filme bir swf kampanyasında yerini alıyor: http://www.swfcabin.com/open/1321195364

    ek: aylar sonra autumn sonata: (bkz: höstsonaten/#29888731)
  • rahatsız edici bir haneke şahanesi bu film.
    cinselliğini keşfedememiş bir kadının fantezileri, aşka olan mesafeli duruşu, bir birey olarak hayatta var olamayan hala annesiyle yatan bir kadının zincirlerinden kurtulmak için çeyiz gibi biriktirdiği fetiş objeleri...

    baştan sona arızalı bir film ve bir baş yapıt görüntüleri, müzikleri, oyunculuklarıyla.

    sakin bir gece geçirmek niyetiyle izlenmemesi lazım yalnız. allak bullak edebiliyor bünyeyi.

    büdüt: calismamasasi6 uyardı. müzikleri demişiz, "yarıda kesilen müzikleri" demeliymişiz. "filmde rahatsızlık verebilmek adına tüm
    eserler tamamlanmadan kesilmiştir." diyor kendisi. ben dikkat etmemiştim hiç.
  • müzikleri konusunda şöyle bir kıyak geçebilirim, bu bilgiler la pianiste'in imdb sayfasında yok*:

    https://i.hizliresim.com/o6gg79.jpg
    https://i.hizliresim.com/lbj71r.jpg

    edit: bu liste, la pianiste'in türkiye dvd'sini hazırlarken yapım şirketi tarafından gönderilen materyallerin arasından çıkmıştı.
  • huppert'in canlandırdığı "özgür birey" olmakla başa çıkamayıp sadomazoşist fantazilerine sığının karakter aracılığıyla burjuva toplumunu ve liberalizmi kıyasıya eleştiren,mercek altına yatırıp acımasızca gerçeği gösteren film.bence başyapıt.

    daha evvel hiç haneke filmi izlememiş bir insan olarak kendisinin yönetmenlik vasıflarına hayran kaldığımı söylemeliyim.baştan sona isabelle huppert'in vücudu mizansenin bir parçasıymışcasına,onun duruşuna ve ifadesine göre mizansenini ayarlıyor,sanat yönetimini alkışlatıyor.gerçekçiliği ile şaşırtırken mikrofonu kadrajın ortasından geçirip yarattığı gerçeklik ile dalga geçiyor,izleyicisini yabancılaştırıyor.eğer gerekirse kamerasını saniyelerce seyirciye arkasını dönmüş huppert'in sırtına odaklayıp,sabit tutabiliyor.kamera hareketleri tam anlamıyla kusursuz.müzik kullanımı uçurucu.

    her anlamda istediğini başarmış,hedefine ulaşmış,seyirciyi rahatsız eden,provoke eden,düşündüren bir film.nerde okuduğumu hatırlamadığım "tüketim toplumu sadece hazmedebildiğini tüketir" vecizesine dokundurarak,hazmı zor,sinir bozucu bir başyapıt çıkmış ortaya diyorum.özellikle son zamanlarda seyirciyi düşündürmek yerine,seyirciden katılım talep etmek yerine,zor yolu seçmesi,seyircinin beğenisini takmaması sebebiyle cesur bir film olduğunuda ekliyorum.
    sevmedim,sevilecek bir film değil.ama çok takdir ettim,önemini kabul ettim...
  • haneke la pianist'te erika'nın vajinasını cinsel haz almak amacıyla kanatması sahnesini bergman'dan almış görünüyor. öyle ki, cries and whispers (çığlıklar ve fısıltılar)'ta yaşlı kocasınca tatmin edilemeyen, ilgi yoksunu karin'in yemek masasında devirdiği şarap bardağının kırığını doğrudan vajinasına bastırması olarak kullanmıştı bergman bunu. bu öylesine güçlü bir metafor ki, burada hem şarabın renginin kanla ilişkisi, hem de şarabın kendinden geçirici esrik etkisi çifte yananlam yaratıyordu. filmdeki en çarpıcı sahnelerden biriydi bu ve orada sürekli sakarlığından dem vuran karin aslında bu eylemi ilgi çekmek için yapıyordu. en derinde büyük bir sevgi açlığı yaşayan kadın böylece görünürleşmek istiyordu da. freud'a göre sakarlık gibi görünen birçok eylem, bilinçdışına itelenmiş bazı yaşantılardan kaynaklanmakta ve bunlar davranışsal sürçmeler olarak tezahür etmektedir. haneke'nin bu etkiyi bergman'dan aldığını düşündüren bir şey daha var ki müthiş... erika aşığı olan öğrencisini piyano başında eleştirirken çığlıklar ve fısıltılar'dan söz ediyor.

    dinamikleri ihmal ediyorsun.
    schubert’in dinamikleri çığlıktan fısıltıya gider.
    anarşi senin forte’ne benzemiyor.
    neden clementi’ye takılmıyorsun.
    schubert çok çirkindi. biliyor muydun?
    senin görünüşünle hiçbir şey sana zarar veremez.
  • bu filmde, isabelle huppert muhteşem. boyun damarları ile bile oynamış kadın. ama altını çizmek isterim ki; bu filmin iyi olması kesinlikle sadece başroldeki iyi oyuncunun götürdüğü tipik "hastalıklı/garip karakter filmi"ne özgü bir iyi olma hali değil.

    bu kadar zor bir karakterin bu kadar gerçekçi ve doğrudan anlatılması bu filmi iyi yapıyor. şiddet/katılık ile kırılganlık/güçsüzlük arasındaki ani geçişler, bir türlü sınırda tutunamamak ama sınırı da bir türlü terk edememek hali ancak bu kadar çıplak karşımıza konabilirdi herhalde.

    yani bu sinema dilinin bizzat kendisi, bu sarsıcı anlatım, bu uç karakterin seyirciyi her şaşırttığı sahnenin, karakterle seyirci arasında bir yabancılaşma/bir mesafe açıklığına değil; aksine seyirciye haddinden fazla yaklaşıp matkap gibi seyirciyi delip geçme sahnesine dönüşebilmesi; yani haneke muhteşem.
  • 17 yaşındaki kız kardeşiniz 'abla sana harika bi film izleticem' deyip bu filmi açıyor ve filmdeki karakterin garip davranışlarının altında yatan psikolojiyi açıklayarak filmi anlatıyorsa, sanırım bu iyi bir şeydir. bunun yanında, amelie, eternal sunshine of the spotless mind gibi filmlerden sıkılması iyi bir şey midir, emin değilim. ya çok zeki ya da çok manyak bir kardeşim var. ben zeki olduğuna kendimi inandırdım.
  • son sahnede pencerelerdeki ışıkla hanekenin pianonun siyah beyaz tuşlarını yarattıgını görebilirsiniz.detaylarda böyle de matematiksel kompozisyonlar yapan hasta ruhlu bir adamdır haneke. *
hesabın var mı? giriş yap