• "yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır."
  • hanımlar ve beyler. entrydeki mevzubahis, kitaba ismini veren o muhteşem öyküdür. okunma kolaylığı açısından yazıyı 3 bölüme ayırıyorum. gerekli gördüğünüzü okuyunuz, gereksizi atlayınız. (gereksizi atlayın dediysek hepsini atlama lan güdük)
    1) oğuz atay hakkında kısa bir giriş.
    2) korkuyu beklerken öyküsü hakkında geniş (takriben 4 metreye 10 metre) inceleme.
    3) ankara, öteki tiyatro'nun ilk gösterimini bugün (20.02.2009) sergilediği, yönetmenliğini ve uyarlamayı murat karahüseyinoğlu'nun üstlendiği 'korkuyu beklerken' oyunun eleştirisi.

    ***

    1) sadece eskiler değil, yaşı 20lerde olan bizler de, 'ya sevmeyi bilmedim ya sevince geç kaldım' pişmanlığından ötürü fetişleştirdik bu adamı. hata yaptık. bir tanıdığım, dünyada proust okumuş bir insanı gözünden tanıyacağını iddia ederdi, çevirip sorduğu insanlarda da hiç yanılmadı. biz ise bu büyük yazarın külliyatı etrafında böyle naif bir aidiyet yaratmak yerine onu statü malzemesi yaptık. elinde oğuz atay kitabı olanlar ve olmayanlar. orhan pamuk hayranı popüler kültür köleleri ile oğuz atay hayranı sofistike insanlar... bunu o kadar abarttık ki, gündelik hayatta sevgililer gününün yarattığı cahil farkındalık, edebiyat dünyasında oğuz atay'ın yarattığı cahil farkındalık yanında bir hiç kaldı.
    inanmayan baksın: oğuz atay, tutunamayanlar
    kitaptan zevk alma, anlama ve kitabın asıl işlevi olan hayatı daha yaşanılabilir bir şey yapma konusundaki en müsait türk iki türk yazarından biri (diğeri tanpınar) olan bu adamın başlığındaki entrylerin hemen hemen tamamı günah çıkartmadan ibaret. hep o bayat, 'ben geldim ama sen yoksun...' hep, 'kıymetini bilemedik, rahat uyu.'
    atay, en son, çok güzel hareketler bunlar'ın zorlama esprilerine, penguen'in uykusuz'un 3. sınıf mizahına malzeme oldu. etrafında o denli bir kuru kalabalık toplandı ki, ıssız adam gibi klişelerden örülü filmde dahi yönetmen ihsan oktay anar'ı seçti detay olarak. bu film 10 sene önce çekilse hepimiz biliyoruz ki gereksiz sahnede ada'nın okuduğu kitap, tehlikeli oyunlar olacaktı. (ki filmin konusu da bunu gerektiriyordu.)

    ve bu konu hakkında konuşmak da, üzücüdür, elif şafak'a kaldı (evet, bildiğiniz o berbat siyah süt isimli kitabın yazarı), (tutunamayanlar'dan tasavvufi bir anlam dahi çıkartabilmiştir bu ablamız, insan bir şeyi çok isterse, başarıyor.) http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=626347
    neyse uzatmayalım, atay faslını kapatıp* öykümüze geçelim.

    ***

    2) öyküyü yorumlamaya geçmeden birkaç şeyi netleştirelim. öykünün iki ana boyutu var. bir tanesi korku (yani aygıt. zira korkuyu yaratan ve sürdüren bizzat devlet'in aygıtları ile toplumun bireyi yalnız bırakması -melela köpek korkusu-) diğeri de beklemek (buradaki beklemek, godot ve josef k'nınki gibi belirsiz, iç daraltıcı bir bekleyiş -zaten ilkine öykünün ismiyle, ikincisine ise içindeki kelimelerden (sürünceme) doğrudan atıf var- ). karakterin ismini de turgut özben koyalım. zira öykümüzün karakteri tahsil dışında -ki kahramanımız, bahçe duvarıyla ilgili mühendislik terimi de kullanıyor- tren tren dolaşan, kaybolmuş, turgut özben'e bir çok açıdan benziyor (okumadığı kitapları, gitmediği yerleri bilen, yalnız, mutsuz -atay'ın en başarılı yaptığı iş- acı çeken örnek bir türk aydın profili)

    öykümüz, anlamsız bir yazının gelmesiyle ve bunun ölü diller profösörü tarafından filan yorumlanmasıyla başlıyor. anlaşılmayan şeylerden korkut ve yönet payesi çıkartmak elbet zor değil*, aygıt, bunda çok başarılı. ve artık takip eden sahnelerde, bir 'korku' bir 'bekleme' seansları birbiri ardına gelecek. yazının gelmesi ile -aynı aşık olduğumuzda geçmiş 25 yılı, o 26. yılınızda bulacağınız sevgiliye ulaşmak için yaşadığımızı hissettiğimiz gibi- kahramanımızın da geçmişinin manası değişiyor. halktan uzaktım, sevgilim olmadı, işim, kirada evim var, bana niye bulaştınız? sorusunun kaynağı, mesajın alımından sonra değişen geçmiş yorumunu gösteriyor.

    yazıda 'evden çıkma' uyarısını alan kahramanımız ilk anda sinirlenir, parlar. dışarı çıkmaya çalışır. sonra ilahi bir kuvvet onu vazgeçirir. durumunu kabullenir ve bu iğreti, zoraki durumunun avantajlarını görmeye çalışır. öğreneceği diller, okuyacağı kitaplar vardır. işte bu sahne, bekleme bölümüne girdiğimiz sahnedir tekrar.
    bütün 'bekleme' (iç sesler, huzursuzluk, belirsizlik) bölümlerindeki gibi, beklenen* gelmeyecektir. öyküye uyarlarsak; bu süreçte ne planlar uygulanıyor, ne mutlu bir hayat yaşanıyordur.

    burada, kendi halinde yaşayan kahramanımıza, devlet, 'ben senin babanım' hatırlatmasını yapmaya tekrar ihtiyaç hissediyor. telefonu kesiyor. birazcık çıkıntılık yapan kahramanımızın hem evden çıkması yasaklanmış, hem de telefonu kesilmiş. kahramanımız artık dış dünyaya seslenemediğinden ötürü toplum 'huzuruna' vereceği zarar minimuma inmiş olacaktır. bu 'korku' faslından sonra kahramanımız gündelik hayatına dönüyor (yemek yapma, dil çalışma), yine 'bekleme' durumuna geçiyor.

    tabii devlet, her zamanki gibi, onu bu bekleme durumunda uzun süreli bırakmıyor. kahramanımız bakıyor ki karşıki dağları ve evleri yıkıyor inşaat işçileri. bu, 'korku'nun geldiği 3. sahne. bu sefer daha uzun kalıyor korku. kahramanımızın günlük yaşamı da bu uzun süreli korkuya dayanamıyor artık. bu arada acıyı sürekli kılmak için nereden geldiği belirsiz bir para miras kalıyor kahramanımıza. 'umut var, yaşama devam etmelisin.' uyarısıdır bu.
    kahramanımız sonunda korku evinden kurtulmanın tek yolunun tam teslimiyet olduğuna kani oluyor. deliriyor. ironiktir ki, kahramanımızı evden kurtarıp deliler hastanesine attıracak insan yine devletin görevlendirdiği bir doktordur. 'sistemin yarattığı korkuyu, yine sistem teşhis edecek ve gerekirse korku durumunu ortadan kaldıracak...' olmuyor tabii. (burada şunu söyleyebiliriz ki, sonuna kadar direnmeye çalışan josef k'nın aksine, özbeöz türk aydını olan kahramanımız çabuk teslim oluyor.)

    sonunda, sistem, kahramanımıza son darbeyi de dolaylı yoldan (evini yıkarak) vuracaktır. kahramanımız için yaşanmaya değer pek az şey kalmıştır geriye. o da sonunda koyverir kendini -içki, evlilik-.

    ubor metenga üyelerinin yakalandığı haberinin devletin aygıtlarından (gazete) birinde verilmesi ise, korkunun soyutluğuna (aslında korku gerçekte hiçbir zaman varolmadı, korkuyu yaratan algıdır. bunu da aynı mektubu alan diğer insanların, durumu, kahramanımız kadar ciddiye almamalarından çıkarıyoruz.) ve güç odakları tarafından insanı baskılamak için uydurulduğuna delalettir. öykünün ana mesajı budur.

    ***

    3) öteki tiyatro'nun gişesinde duran şirin abla biraz buruk gibiydi seyirciye. "oğuz atay oyunu olduğu için doluşur şimdi herkes" gibi bir cümle kurdu hafif sitemkar. şimdi tiyatromuzu tanıyalım köşesine geldik. 50 60 kişilik ufak, samimi bir mekan, sahne de ufak. bu açıdan direkt etkileşimler oyunun devamlılığını sağlıyor.
    son zamanlarda sık rastladığımız (terim olarak bilmiyorum) olan tekniği burada da gördük. seyirci 10 dakikalık arada da olsa, koltuklarına yeni yerleşiyor da olsa arkada oyuncular günlük işlerine devam ediyorlar. siz kahve almak için kalktığınızda mesela, önünüzde inşaat yapmakla uğraşan işçiler gülüşüp çay içiyorlar, kazma vuruyorlar filan. tabii ki inandırıcılık artıyor.

    sahne; yatak ve yanındaki ufak kütüphanelikten, pikap ve bolca yabancı-yerli plaktan, bunların karşısında ise ufak bir masa bir sandalye ve bir büyük dolaptan oluşuyor. tabii evin bir giriş kapısı bir de bahçesi var, kahramanımız dış dünyayla bahçeye çıktığında iletişim kurabiliyor.

    oyunculara gelirsek, başrolümüz, sinirlenme sahneleri dışında gayet iyiydi. diğer oyuncular da hakkını verdiler rollerinin. birkaç ekleme yapmalıyım. atay gibi iç sesi bol kullanan yazarın öyküsünü oyunlaştırmak her babayiğidin altından kalkacağı bir şey değil. 'korku' kısmı çok iyi verilmişken 'bekleme' kısmı, öyküyü esaslı yapan iç seslerin oyuna katımı zayıf olmuş, ikinci perde ise gereğinden fazla uzatılmış. alkış sonrasında tebrikleri kabul eden (ve malesef etrafında hemen kimse yoktu, biz türkler beğendiğimiz şeyleri takdir etmesini de bilmiyoruz*.) yönetmenin yanına gitmememin nedeni de oyunun sahnelendiği ilk günün, 'bu kısmı olmamış' gibi iyi niyetli ve masumane bir yargı için uygun olmayacağını düşünmemdi.

    son sözüm odur ki, oğuz atay sevenler muhakkak görsünler -sevmeyen adam zaten uzun entry okumaya kasmaz- pek denk gelmedim ama nasıl bir şey? diye meraklar içerisindeyim, diyen sevgili dostlarımız için de iyi bir başlangıç olabilir.

    (not; güzel arkadaşım oyun bir vodvid değil, boyuna kahkahalarla güldün, eğlendin, eyvallah, ok. ama sahnedeki adam acı çekiyordu, komiklik/şakalar yapmıyordu. recep ivedik izlemiyoruz yahu, her sahnede de gülünmez ki.
    bu ne büyük ayıptır, ne mene bir schadenfreudedur. vakti zamanında senin gibileri de düşünmüş ki şöyle bir cümle kurmuş atay; "dağılın! kukla oynatmıyoruz burada. acı çekiyoruz.")

    ---- bitti. aferin bana.

    (bu muhteşem öyküye sözlükte on koca sene boyunca etraflı bir eleştiri getirme telaşesi benim gibi bir serseriye kalmış, ilginç. bunca entryi tabii ki sözlük bayanlarına selam etmek için yazdım. asl: 24/shemale/istanbul)
  • "iyi bir şey olacak mı? hayır dedim kendime. iyi şeyler birdenbire olur. böyle bekletmez insanı. sürüncemede kalan heyecanlardan yalnızca kötü şeyler çıkar ya da hiçbir şey çıkmaz."
  • kitabın en ünlü cümlesi aşağıdaki olsa da,

    "acaba iyi bir şey olacak mı? hayır, dedim kendi kendime. iyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. ya da hiçbir şey çıkmaz." s42

    bu daha derin anlam içerir.

    "neden bir şeyi elde etmenin anlamı kalmayınca kadar, onu vermemekte inat ediyorsunuz?" s95
  • ".. bir keresinde bir kızı sever gibi olmuştum; bu kız bana söylemişti, her şey gibi aşk da soluklaşır demişti. kendi de soluk benizli, zayıf bir şeydi. dediği gibi olmuştu. aşk da soluklaşmıştı. artık ne sevgi kalmıştı, ne ülkü, ne de itici gizli mezhep. hepsi tutuklanmıştı. eve kapanmalıydı insan, daha hiç çıkmamalıydı, gerçekten çıkmamalıydı. çok yoruldum diye söylendim, bir ağacın gölgesine yaslanıp; dolaşacak, evden çıkacak gücüm kalmadı. evlensem iyi olacak."
  • içindeki bence en güzel hikaye unutulan olan oğuz atay'ın öyküler kitabı. içindeki diğer hikayeler 'beyaz mantolu adam', 'korkuyu beklerken', 'bir mektup', 'ne evet ne hayır', 'tahta at', 'babama mektup' ve 'demir yolu hikayeleri-bir rüya'dır.
    ve kitabın bence en etkileyici cümlesi de yine unutulan'dan:
    "seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?"
  • hayatı basaramamıs bir adamın,kırılma noktasına gelisini ve bu noktayı gecisini, kırılısını anlatan hikayedir.

    --- spoiler ---

    ...beni babama çok benzetirlerdi.ona benzedigim icin adam olamadım,serseri oldum,artık eve camurlu ayakkabılarımla girecegim,hicbir dediginizi yapmayacagım,cünkü yoruldum,cunku her seyi birbirine karıstırdım,cunku* bu dunyada gizli bir mezhep bile gelip beni buldu fakat sevebilecegim bir kadın,bol para,insan yakınlıgı beni hic bulmadı...

    --- spoiler ---
  • "yalnızlığı istemekle suçlanıp yalnızlığa mahkum edildim."
  • bir oğuz atay öyküsü. ayrıca oğuz atay'ın tek öykü kitabının da adı. bu entry ise aynı isimli tiyatro oyunu için yazıyorum.

    doğukan uludağ isimli tiyatrocu bu sene bu oyun ile turne yaptı. oyunun hem başrolü, hem yönetmeni hem de uyarlayıcısı. ülkenin pek çok şehrinde oyun gösterildi. her yerde reklamı yapıldı.

    doğukan uludağ'ın oğuz atay ve korkuyu beklerken gibi, insanların ilgisini her zaman çekmiş bir yazar ve öykü seçmesi bence oldukça kolaycı bir yaklaşım. bu oyunu izlemeye gelenler üstte bir yazarın da yazdığı gibi, sadece oğuz atay ismi için gidiyorlar.

    doğukan ulusoy bu kolaycılığı oyunun içinde de devam ettirmiş. öyküyü okumuş mu ondan bile emin değilim çünlü canlandırdığı tipleme bir deli. tipleme kelimesini kullanmamın nedeni sahnelenen şeyin inandırıcılıktan uzak, yapmacık bir deli taklidi olması. oysa öyküdeki karakter derinlik sahibi, çok detaycı, hayatı nurdan gürbilek'in oğuz atay'ın romanlarındaki karakterler için dediği gibi düşünmekten yaşayamamış biri;

    “tutunamayanlar'da selim işık, tehlikeli oyunlar'da hikmet benol, düşünmekten yaşamaya fırsat bulamamış, "hayat bilgisi"nden yoksun, bu yüzden de zihinlerindeki doğrularla birlikte evde kalmış, çocuk kalmış kişilerdir.”

    bir de şunu anlamak lazım; oyun uyarlaması kitaptan seçilmiş cümleler bütünü değildir. kolaycılığı oyunda kullanılan repliklerde de görmek mümkün. pek çok replik direkt kitaptan alıntı. bir tiyatro oyununu sesli kitaptan ayıran şey nedir? doğukan bey, kötü oyunculuğunun yanında kendine soru da sormayan biri sanırım.

    bu oyun, inanın, yazarın ve öykünün ününden faydalanan bir çeşit sömürüden başka bir şey değil.

    edit: unutmamak için (bkz: eylem tok)
  • oğuz atay ın tek öykü kitabıyla aynı adlı öyküsü..diğer öykü ve romanlarında da karşımıza çıkan toplumdan kopuk, kuruntulu, herkesin kolaylıkla üstesinden geldiği gündelik işlerde sonsuz bir beceriksizlik gösteren,buna bağlı olarak toplumun kurduğu ve sınırlarını belirlediği başarılardan yoksun, yalnız ve şanssız kahramanı akıllara kazınacak güzellikte anlatılmıştır. adresine gelen bilmediği bir dilde yazılmış bir mektubu anlayabilmek için başvurduğu, üniversitede eski dillerle uğraşan eski bir ahbabının odasına gidişini "öpüştük. bir öğretim üyesiyle öpüştüğüm için ötekilere sevinçle baktım" diye anlatarak inceliğiyle göz yaşartır. yazar, kahramanının küçük yanlarını, beceriksizliklerini, şanssızlıklarını birbirinden güzel ayrıntılarla sezdirmeye devam eder. öykünün kahramanının üniversitedeki arkadaşının odasından çıktıktan sonra unuttuğunu farkettiği kitabı almak için geri dönüp tekrar dışarı çıkışını ise onun ağzından "telaşla üniversitenin bir başka kapısından çıktım. otobüs durağına en uzak olan kapısından" cümleleriyle anlatarak son noktayı koyar.
hesabın var mı? giriş yap