• iktidarın gücünün kaynağı hakkında şöyle yazmış etienne de la boetie:

    "hayır, onun gücü insanların gönüllü kulluğundan gelir. siz ödünç vermeseydiniz sizi gözlemek için bunca gözü nereden bulurdu? sizden almasaydı sizi yakalamak için bunca ele nasıl sahip olurdu? sizden bulmasaydı üzerinizde nasıl kudreti olurdu? sizin zekanızı paylaşmasaydı sizi nasıl kovalardı? sizi soyana, sizi öldürene yataklık; kendi kendinize ihanet etmeseydiniz size ne yapabilirdi?"
    (gönüllü kulluk üzerine söylev)
  • bertrand russell'ın iktidar adlı eserinde şu şekilde bahsedilen olgu:

    "iktidara geçme olanağına sahip kişilerin sayısını sınırlayacak aristokrasi ya da babadan oğula kalma krallıklar gibi toplumsal kurumların bulunmadığı yerlerde, genellikle, iktidara geçme şansına en çok sahip olanlar, iktidara geçmeyi en çok isteyenlerdir. bundan da, iktidarın herkese açık olduğu sistemlerde, iktidar sağlayan makamlara, bir kural olarak, sıradan insanlardan olağanüstü iktidar aşkıyla ayrılan kimselerin oturacağı sonucu çıkar.

    iktidar aşkı, insanoğlunun en güçlü güdülerinden biri olmasına karşın hiç de eşit dağıtılmamıştır ve rahatlık aşkı, zevk aşkı, hatta bazen onaylanmak aşkı ile sınırlanmıştır. iktidar aşkı, fazla çekingen yaratılışlarda öndere uyma kılığına bürünmüştür ki, bu da atılgan insanlardaki iktidar dürtüsünün yayılma alanını büyütür. iktidar aşkı güçsüz olan kişilerin, olayların akışını etkileyebilmeleri olanağı da çok azdır. toplumsal değişmelere yol açan kişiler, bir kural olarak, toplumu değiştirmek isteğini kendilerinde güçlu¨ bir biçimde duyanlardır. bundan ötürü de, iktidar aşkı önemlilikleri bir rastlantıdan ibaret olan kişilerin belirgin niteliğidir. iktidar aşkını insanoğlunun biricik güdüsü diye kabul edersek hiç kuşkusuz yanılmış oluruz, ama iktidar aşkı sosyolojinin inceleyeceği değişiklikleri meydana getiren bellibaşlı güdü olduğuna göre de, bu yanlış, sosyolojideki eğreti yasaları araştırmamızda bizi sanıldığı kadar yolumuzdan saptırmaz."

    yani buradan şu sonucu çıkarabiliriz; iktidar hırsına en çok sahip olan diktatörleri diğer insanlardan ayıran en önemli unsur, onların derin hırslarıdır. yani bir muktedir olmak için deha olmaya gerek yoktur. yeterince hırsa, ortalama bir zekaya, iyi bir propaganda ekibine sahipseniz bir şekilde diktatör de olabilirsiniz, gülü bir lider de. nice yetenekli insanlar vardır ki, içlerinde güçlü bir iktidar aşkı olmadığı için bir ülkenin kaderine etki edebilecekken, küçük bir memur, esnaf ya da işsiz olarak yaşamlarını idame etmeye odaklanmışlardır. çünkü bu onlara yetmiştir.
  • ateşten gömlektir.

    makam, mevki, güç ve baş olma sevdası insan egosunun başlıca özelliklerindendir. sırf egosunun tatmini için iktidar peşinde koşanın aklına şaşılır. onun yolu aynen iblisin yoludur.

    malum olduğu üzere hem türkiye'de hem de dünyada islam adına iktidarı ele almak davası güden pek çok hareketler vardır. bu hareketlerin mensuplarının çoğu şahsi iktidar hırslarını islamcılık görünümünde yürütmektedirler. tabii işin bir de sosyolojik ve toplumsal boyutu vardır. bu açıdan da islamcılık doğu toplumlarında kentleşme ve sanayileşme sürecinde köylüden lümpene evrilen kitlelerin ideolojij ihtiyacını karşılamaktadır. batı avrupada vakti zamanında bu ihtiyacı sol hareketler gidermişti.

    evet şahsi planda her ne kadar güç peşinde koşmak tasavvufi olarak doğru olmasa da, böylelerini eleştirmeye yine de hakkımız yoktur. istediklerini yaparlar elbet; sonuçlarına da katlanırlar.

    islamcılığın lümpen sınıfların ideoloji ihtiyacını karşılaması ise biraz daha karışık bir durum arz ediyor. eğer bu türden islamcı akımlar hızla liberalleşir ve dünya düzeni ile uyumlu olarak çalışırlarsa kayda değer bir sorun çıkmayacaktır. islami arka plan bu durumda daha çok ortak semboller deposu olarak iş görecektir. ancak geleneği diriltme manasında bir islamcılık çok büyük kargaşalara sebebiyet verecektir. hem içte hem de uluslararası ilişkilerde kıyamet kopacaktır.

    neden mi?

    çünkü dinler özü itibariyle ilahi kaynaklı olsa da, uygulama ve günlük hayata aktarılışı bakımından insan yorumudur; beşeridir; zamanîdir. bu yorumun üretilmesi sistematik bir yaklaşım gerektirir. zira başka türlü sayısız unsurun arasındaki ahenk ve tutarlılık sağlanamaz. kısacası din dediğimiz olgu pratikte bir paradigmadan başka bir şey değildir. paradigma kavramından anlaşılması gereken de artık fikirler ve görüşler değil, onların düzeni ve diyalektiğidir. misal: bir kartonun üzerine demir tozu serpelim. kartonun altına da bir mıknatıs yerleştirelim. demir tozları derhal mıknatısın kuvvet alan çizgileri doğrultusunda hizaya girecek ve düzen alacaklardır. işte bu düzen paradigmadır ki, insanın dünya algısını ve evreni kavrayışını belirler.

    ve size çok ilginç bir şey daha söyleyim ki, tüm paradigmalar örümcek ağı gibi içiçe örülü olmasına rağmen kenarlarında belirsizliğe ve tanımsızlığa bitişir. bu ne demektir biliyor musunuz? tüm paradigmalar kabullenimlerden ibarettir. evet, basitçe bir kabullenimdirler; safi inançdan ibarettirler. deney ve ispat söz konusu olamaz. deney ve ispat ancak paradigmanın kabulünden sonra, paradigma içi bir çalışmadır ki, bununla da zaten paradigmanın kendini sorgulamanız mümkün değildir.

    kabaca son 500 yıldır dünyamıza batı'da imal edilmiş "bilimsel pozitivist paradigma" hâkimdir ve ortaçağ islam dünya görüşü de dahil olma üzere, karşısına çıkan tüm rakiplerini ezip geçmiş ve tasfiye etmiştir. evet günümüzün hâkim dini odur. bilim kilisesinin başka dinlere/paradigmalara hoşgörü göstermesi düşününülemez. biz islami kaynaklara istinaden yeni bir paradigma üretmeyi başarana kadar(dinde yenilenme) bu böyle devam edecek görünüyor. zira ortaçağa ait bir dünya görüşü ile bırakın iktidarı ele almayı; günlük hayatı bile sürdürmek büyük zorluklar içeriyor.
  • "bütün iktidarları tatmış olan için, yokluk tek sığınaktır."

    giovanni papini, gog
  • 2000 yılında bu kitabı ilk elime aldığım zaman müthiş derecede keyif aldığımı ve 622 sayfalık kitabı ara vermeden üç defa üst üste okuduğumu hatırlıyorum. o zamandan bu zamana da aralarda elime alır altını çizdiğim yerleri tekrar okurum.

    amerika'da ve türkiye'de basıldığı günden bu yana defalarca baskı yapmış olması da kitabın başarısının ispatı.

    kitabın yazarı robert greene bu ilk kitabından sonra başka kitaplarda yazdı (ki hepsini alıp okudum) ama bu ilk kitabının yeri bambaşkadır.

    kitap bir kişisel gelişim kitabından çok aslında gerçekçi bir akıl verme kitabı olarak dizayn edilmiş.

    tüm dünyadaki büyük tarihi şahsiyetlerin başından geçen olaylardan örnekler verilerek güç sahibi olmak için gerekenler belli kurallara ayrılmış.

    okuduğunuz her kuralda kendi hayatınızdan da örnekler getirebiliyorsunuz yani hiç bir şekilde gerçekten kopuk kurallar değil.

    kitabın realist olması yani insan yaratılışına ve tarihine gerçekçi gözlerle bakması bir kısım okuru rahatsız edebilir ama ne yazık ki gerçek dünyada bir kısım pembe hayallerin yeri yoktur.

    insanlar güç için yalan söyler,aldatır,arkadan vurur,kin tutar,hapseder,yaralar ve öldürür.

    insan gerçekliğinden kopuk bir takım saçma sapan uydurmasyonlara dayalı "kişisel gelişim" kitaplarının aksine bu kitap size gerçek hayatta kullanabileceğiniz gerçek fikirler vermektedir.

    kitap eylemci insanlara yöneliktir. yani aman düşünüp çok kuvvetli pembe hayaller kurarsam istediğim her şey olur,hayalimdeki evin resmini buzdolabının üzerine yapıştırır ve her gün ağzımı açıp tatlı tatlı o resme bakarsam kısa sürede evim olur veya hiç bir şey yapmadan tüm gün oturup dileklerle istersem bana verilir diyenler için olan bir kitap değil. bu arkadaşları daha pembe ve hayalci kitaplara alabiliriz.

    kısacası hayatta daha fazla güç ve etkinlik kazanmak isteyenlere ve bunun için gereğini yapmaya da hazır olanlara faydalı olacağını düşündüğüm ve şiddetle tavsiye ettiğim bir kitaptır.
  • spinoza üzerine on bir ders - gilles deleuze

    ":nasıl oluyor da iktidar sahibi insanlar, hangi alanda olursa olsunlar, bizi kederli bir tarzda duygulandırmaya, etkilemeye ihtiyaç duyuyorlar? neden kederli tutkular gereksiniyorlar? evet, kederli tutkular tattırmak iktidarın işleyişi için zorunludur." *

    ":eyleme geçme gücünüzü azaltan kederde hiçbir şey üzüntünüz içinde sizi kederle etkileyen bedenlerle sizin aranızda ortak olan herhangi bir şeyin ortak mefhumunu oluşturmanıza el vermeyecektir. çok basit bir nedenle, çünkü sizi kederle duygulandıran beden sizinkine uygun olmayan bir ilişki çerçevesinde duygulandırdığı ölçüde kederle duygulandırmaktadır. spinoza çok çok basit bir şey söylemek istemektedir: keder insanı zeki kılmaz. kederlenince hapı yutmuşsunuz demektir. işte bu yüzdendir ki iktidarların yönetilenlerin üzüntülerine ihtiyaçları vardır. endişe hiçbir zaman zekanın ya da bir hayatın kültürel oyunu haline gelememiştir. ne zaman ne sürece kederli bir duygunuz varsa, bunun nedeni sizin bedeniniz üzerinde bir bedenin, sizin ruhunuz üzerinde bir ruhun, sizinkine uygun olmayan bir ilişkiler ve koşullar çerçevesinde sizi etkilemesidir. o andan itibaren kederde hiçbir şey sizi ortak bir mefhuma götürmeyecektir. yani, iki beden ve ruh arasında ortak olan herhangi bir şeyin fikrini oluşturamayacaksınız." *
  • "tek işlevi bastırmak olsaydı, iktidar kırılgan bir şey olurdu."
    foucault
  • sevmediğin herkesi "terörist", her şeyi "terör" ilan edebildiğin güç fazlası. kaldıramayacak tıynette olanlara emanet edilmemelidir.

    edilmemeliydi.
  • an be an aczi yudumlayan insan, suyun içindeki balığın suyu bilmemesi misali ` :ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler`, tattığı şeyin ne olduğunu anlamaksızın yaşar. değişik dönemlerde değişik güçler atfeder kendisine. kimi zaman kas gücü, kurnazlığı veya zekası, kimi zaman yakışıklılığı veya güzelliği, çoğu zaman parası veya mevkisi kendisini güçlü hissetmesine sebep olur. erkeklerde daha ziyade paraya, mal varlığına ve makam gücüne dayanan kibir olgusu, kadında güzellikle ve gösterişlilikle daha yakın ilişkilidir. çevresinden farklı olma arzusu, beğenilme ve üstün addedilme beklentisi ile insan durmayan bir yarış içinde bulur kendisini. büyük iş merkezlerinin plazalarının üst katlarındaki bürosundan gecekondu mahallelerini izleyen bir iş adamının, orada yaşayanlara nazaran kendisini daha önemli sanması veya kocasını her bakımlı ve güzel kadından kıskanan bir kadının; kocasıyla kırda gezerken gördükleri tarlada çalışan köylü bir kadından kıskanmaması ve onu bir rakip olarak görmemesi, iktidar ve güç olgusuyla değerlendirilebilir.

    oysa ki gerçek güç ve iktidar kavramları bunlarla alakalı değildir. ani bir kaza veya ölümcül bir kriz sonucu ölümle burun buruna gelen insan, oyalandığı ve kendisine güç vehmettiği sebeplerin birer oyuncak ve avuntu olduğunu anlar. gerçek gücün kaynağı idraktir. idrak eden insan dünyanın ebedi olmadığını, ölümün an meselesi olduğunu ve üstünlük denen şeyin hiç olmadığını, her insanın apayrı bir dünya olduğunu hisseder. yolculuk en nihayetinde sona erecektir. güç, sadece mezarlığı seçebilmesine ve kefenin kumaşının kaliteli olmasına olanak verecektir, ancak mezarın altında kalite farkı yoktur.
hesabın var mı? giriş yap