• edip cansever’in ölmeden önce üzerinde çalıştığı ama tamamlayamadan öldüğü son şiiri.. şairin ölmeden önce daktiloya çektiği ve düzeltmelerini yaptığı ilk üç bölümü ölümünden sonra ilk kez gül dönüyor avucumda kitabında yayınlanmıştır. şiirin ilk bölümü:

    “bir dedikodu gibi gelişti kış
    dondu belleklerde bir daha unutulmadı
    hani pek uğramadığımız, uğramayınca da
    çok uzak bir ülke gibi
    bulduk ve yitirdik, bulduk ve yitirdik onu yıllarca

    örneğin iyi tanıdığımız
    iç içe yaşadığımız ne varsa
    bize darıldılar da sanki arada bir
    yeniden yeniden barıştılar sonra

    görmüştük ya, bir gün de dağ gölgeleri
    bir bir kanatlanıp uçtular
    o müthiş kış günlerindeki gibi
    ama aynı gün güneşle birlik
    kış çiçeklerine konu oldular.

    gene de
    hiç unutmadığımız, unutsak bile
    yeniden çıkan karşımıza bir sürpriz gibi
    yaşamımızın orasında burasında
    bir iki olay vardı ki üzmüştü hepimizi
    örneğin fener bekçisinin karısı
    yok olmuştu ortalıktan evlendiği gün
    o çok sevdiğimiz yaşlı balıkçı
    -sakalları gülden, alevden-
    ölüvermişti ansızın
    denizle deniz arası bir saatte
    bir tenhalıkla bir başka tenhalık arası bir saatte
    köpekler parçalamıştı cesetini
    bir iki tekne batmıştı, uzaklara gitmişti bir ikisi
    ve o dilsiz kadının iki çocuğuyla

    yapayalnız yaşayan
    damı çökmüştü karların ağırlığından
    hayır, ne ölen ne yaralanan
    olmamıştı da
    gereksiz bir hüzün sanki
    takılıp kalmıştı ruhlarımıza

    ne yalan söylemeli bir yandan da
    mutluluğa dönüşmüştü biraz
    bu olup bitenlerden sonra
    içimizdeki o tükenmez olay açlığı
    ki herkes gördüydü işte köyün delisi
    binlerce mil öteye düşürmüştü
    denize fırlattığı taşı.

    güncelliği bitmiş bir dedikodu gibi geçti kış
    yarısı açık göz kapaklarımızdan
    uyandım kalktım ki bir sabah
    yeşille yeşilin göz göze gelişi gibi
    buluverdiler ansızın birbirlerini
    gözlerimle yaz."
  • edip cansever şiiri..

    ii

    gövdemin iklimidir adamız
    -ki işte benim adam-
    onunla birlikte solur, birlikte boğuluruz
    bugün de
    ağırlığı olmayan biriyle dibe çökmüş biri gibi
    birlikteyiz gene
    başımızı kaldırıyoruz: o sonsuz anlaşılmazlık
    başımızı eğiyoruz: işte, işte!
    kıyıya doğru -yeşimden bir tapınak gibi kıyı-
    bir pamuk fidanının büyümesi gibi ilerliyoruz
    durağan bir kap sütle sürekli akan bir süt barışıklığında
    bilinen bir mutlulukla, gizemli bir mutluluk arasında
    oluyor nasıl oluyorsa işte

    kıyıya varıyoruz
    oraya, tahta iskeleye
    gaipten bir serinlik yayıp oturuyoruz
    balıkçılar balık tutmuşlar bir yığın
    irili ufaklı
    soruyor ada: balık mı onlar
    yok canım, balık olur mu hiç
    bana kalırsa
    geriye doğru sayılan bir şeylere benziyorlar
    der demez -tuhaftır- o anda
    yeni pişmiş ayva reçeline bakan
    iki saf çocuk gibi kalıyoruz.

    denizin yüzeyindeki
    şu parıltılar yok mu
    evet, var
    bu kez de ben soruyorum
    eskimesi gecikmiş yüzler mi onlar
    bir yanıt, adadan -bak bak bak, diye
    fısıldayan köpük sesiyle-

    işte şu gördüğün şimdi
    fener bekçisinin karısı -az ötedeki-
    gelin tellerine sarılı
    ölümünü yineliyor durmadan
    yaşlı balıkçıysa yaldızlı bir kağıt gibi
    batıp çıkıyor güneşin altında
    o uzaklıkla uzaklık arası saatte
    gördün mü
    evet
    kalıyoruz bir süre böylece
    ve artık pek konuşmuyoruz
    sesler ve sözler çekip gidiyor nesnelerinden
    derken kıyımıza çekiliyoruz biz de
    bırakıp denizi ölüleriyle
    keçi yollarından geçip dar sokaklara giriyoruz.

    köyün evlerini geçiyoruz. evlerini dedimse
    hepsini birden bir avluya sığdırsak
    herhangi bir tanrının evi olurdu belki de
    evet hiç duraksamadan geçiyoruz
    adamlar duruyor önlerinde hiç kımıldamadan
    kalıntı sütunlar gibi
    birlikte görüyoruz onları -ada ile ben-
    ama kimileri de var ki
    işte, işte, işte
    örneğin şu bir başına yürüyen
    sunağına günlük götüren bir adakçı mı ne
    kırışık bir çağla dümdüz bir çağ arasındaki
    ya peki bu seslere ne demeli
    bir harp çalıyor da sanki sürekli
    gök süslerini düşürerek
    birtakım relief’leri, fresque’leri
    bir bir düşürerek
    çağlardan çağlara geçerek ve
    kazıyaraktan çağların dibini
    bir keman çalıyor ki uzaktan uzağa
    çalıyor çalıyor
    o çalıyorken boyuna, diyoruz
    ada ile ben
    bizim uğrayıverdiğimiz şimdi geçerken
    çağlarda var mıydı keman
    yoktu ki
    öyleyse teleman’la bach’ı
    mozart’la bethoven’i
    daha nicelerini nicelerini
    besleyip büyüten bir tanrı sesiydi bu da.

    kesiyoruz zamanı iki ucundan
    yani biz -ada ile ben-
    mor salkımla güvercin arası bir saatteyiz
    sözleşip ayrılıyoruz oracıkta
    o bir başına kalıyor -ada-
    ben bir başıma.
  • iii.

    denizin denizle göz göze gelişi gibi
    kalıveriyorum bir başıma
    tam sonuncu ev -benim evim-
    açıyorum kapıyı, giriyorum içeri
    söyle bir bakınıyorum, ilk kez görüyormuşum gibi evimi
    sayısız oda bir arada. sayısız
    hiçlik bir arada
    herkes kendini unutmuş gitmiş
    herkes kendini unutmuş gitmiş
    o kadar kalabalık
    o kadar tenha
    şurada, orada, daha yakında
    fellini’den bir iki yüz -hayır, yanılmıyorum-
    bergman’dan bir kız çocuğu -kolunda çilek sepeti-
    bir satranç tahtası ortada
    ve passolini’den
    yere düşmüş bir elma
    bir elma alıp yiyorum masadaki tabaktan
    bir sigara yakıyorum
    kocaman bir manastır bahçesine dönüşüyor
    sundurmam bu arada
    ve çok merdivenli -sanki-
    ve onlar oturmuşlar, onlar onlar onlar
    mavi-beyaz şapkaları başlarında
    marmelat kutuları gibi
    sırıtıyorlar boyuna
    ve gülüyorlar kahkahalarla ardından
    sararmış dişlerini görüyorum
    bürüşmüş göz altlarını, seyrelmiş saçlarını
    geçiyorum masamın başına
    yazacak mıyım, neyi
    neyi olursa olsun. bir ses:
    başla başla başla!

    (adam sanat, nisan 87)
hesabın var mı? giriş yap