• idealar evreninde kafamı kurcalayan soru bir şeyin mükemmel halinin göreceli olup olmadığıdır. "at" diyince hepimizin kafasında bir canlandırma meydana gelir ama bu canlanma kişiden kişiye göre değişir. bu durum da bana "her insanın ayrı bir idealar evreni mi vardır yoksa idealar evreni sadece bir tane midir? sorusunu sordurur...
  • platon'a göre bu dünyaya geldiğimizde unuttuğumuz evren.
    geçenlerde tamamen farklı bir konuda okuduğum makale bana bu konuyu hatırlattı;
    "çocuklar, çocukluk hayatını bir başkası olmak isteyerek geçirir. yetişkinleri, kendisinden büyük çocukları ve kıskandığı yaşıtlarını taklit eder. her zaman bir başkası olmak istediğinden, kendisinden memnun değildir. farklı olmaktan nefret eder"
    çocukluktan itibaren bir başkası olmak istediğimizden, yetişkinlikte yaşadığımız ortama uyum sağlama gayretlerimizden dolayı kendimiz olabilmekten fersah fersah uzaklaşıyoruz sanırım. bir parça olsun özüne dönebilenler ise yabancılaşma sürecini yaşıyor olmalılar.
  • melih cevdet anday'ın zaman mı geçti ne şiirinde üstünde düşünegeldiği soyut alem:

    ölmüşüm orda bir aralık
    unutuverdim konuştuğum dili,
    ama ağacın kendisiydi,
    kavramı değildi görünen artık.
  • şiirlerde de kazı çalışması yapılagelmiştir. platon'un mağara alegorisi ışığında idealar evrenine yollamalar yapan bir şair de dıranas'tır:

    "bu bir düştür belki, insan uyanınca,
    gözlerinde kalır serabı bir ömür,
    her şey bu ışıltı ardından görünür
    o insana; sevmek, yaşamak ve ölüm." (ahmet muhip dıranas, "dağ")

    dizelerdeki kilit sözcükler:

    "bu bir düştür": dünyanın kendisi.
    "uyanınca": hakikate gözlerini açınca.
    "ışıltı": platon'un mağarasına dışarıdan vuran ışık.
    o insan": mağarada duvara zincirlenmiş kişi.

    usta-çırak zinciri: yahya kemal beyatlı=ahmet hamdi tanpınar=ahmet muhip dıranas. usta sağlam olunca çıraklar da güneş gibi parlıyor şiirin göğünde.
  • bu düşünceye göre biz bi mağarada yaşıyoruz aslında ve görüp bildiğimiz herşey sadece dışarıdaki esas ve mükemmel gerçekliğin muğlak gölgelerinden ibaret. mağaradaki ateşin elverdiği ölçüde tanıyor ve biliyoruz herşeyi. yazık bize.
  • platona göre asıl gerçek olan, akıl ile kavranan, hiç değişmeyendir.

    şöyle biraz açalım,

    platon, 2 evrenin bulunduğundan hiç kuşku duymamış ve bunlardan birisini, başı ve sonu olmayan, kusursuz yani idealar evreni ötekisini ise ölümlü, mükemmel olmayan ve bir başlangıcı olan nesneler evreni olarak tanımlamıştır. ona göre, insan bedeni nesneler evrenindedir ancak insan ruhu bir zamanlar idealar evreninde bulunmuş olduğundan bu evren hakkında kesin olmayan bulanık bilgilere sahiptir.

    ona göre insan yaşadıkça daha önce idealar evreninde karşılaştıklarını, öğrendiklerini hatırlar. platon buna ruhun hatırlayışı diyor ve yaşam öncesi hayatın varlığına inanıyor.

    bu hatırlanan idea bilgilerinede episteme demiş eflatunumuz aynı zamanda.

    platon evreni algılayışını felsefe dünyasında çokça bilinen mağara benzetmesi dediğimiz bir dekor altında nakletmiştir. bu benzetmeye şöyledir;

    bazı insanlar karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkumdurlar. başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler. içlerinden biri kurtulur ve dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girip gördüklerini anlatmaya başlar ama içerdekileri, duvarda gördüklerinin zâhiri olduğuna ve gerçeğin mağaranın dışında cereyan etmekte olduğuna inandırması imkansızdır.
  • varlıkların çokluğuna ve çeşitliliğine karşın, özlerindeki anlam itibariyle varlıkları meydana getiren yaşamdaki temel özellikleri tespit etmeye yönelik çok değerli, saygı duyulası bir görüştür. bu, baktığının ötesini görebilmektir. varlığın hakikatini anlayabilmek adına, çokluğu sadeleştirme eğilimidir. örneğin yastığı fiziksel varlığının ötesinde anlamsal bir değerlendiriş ile dünyadaki tüm yastıklar ile ortak bir noktada buluşturabiliriz manası itibariyle. bir sonraki aşamada ise yastığı kavramsal olarak meydana getiren anlamları, yastığın hangi özelliklerin entegrasyonu ile var olduğunu anlamaya çalışırız ki, bu özelliklerin diğer varlıklardaki karşılıklarını da bulmak suretiyle bütünde bu özelliklerin öz kaynakları olan manaları anlayabilelim. eski çok tanrılı uygarlıkların tanrıları da aslında bu varlığı, dolayısıyla yaratıcıyı tanıma ihtiyacını karşılar. varlıkların anlamsal bileşenlerini belli başlıklar altında toplayıp, kategorize edip, yaşamı oluşturan bu terkiplerin ana malzemelerini bilme ihtiyacı. zira bu çok önemli bir ihtiyaçtır, kitap yazmak için alfabeye ihtiyaç duyduğumuz gibi bu bilgi de yaşamın alfabesidir, formülüdür. çünkü insan doğada tespit ettiği her kuvveyi aynı anda kendi hakikatinde de tespit etmiş olur. nitekim insan kainatın birimsel bir kopyasıdır... ancak bu konudaki hassas nokta varlıkları meydana getiren temel kuvvelerin doğru şekilde kategorize edilmesidir.
    esma-i hüsna ise aynı konunun hz. muhammed'in risalet mertebesinden yaşamı "oku"ması neticesinde bildirdiği islam dinindeki karşılığıdır.
  • varlığını savunanlar zihnimizde doğuştan gelen bilgilerin olduğunu söyler. çünkü ruhumuz bir zamanlar bu evrendeydi ve orada edindiği her şey zihnimizde. biz dünyada nesnel olarak gördükçe o ideleri hatırlarız. yani burada yaptığımız sadece hatırlamaktır. platon böyle der. mesela rene descartes için de, zihnimizde doğuştan allah'ın koyduğu bilgiler vardır, ki meşhur tanrı'nın varlığına ontolojik delili, bu fikirle başlar.

    diğerleri örneğin john locke ise zihnimizin boş bir levha (tabula rasa)olduğunu, algılarımız vasıtasıyla işlendiğini söyler.
  • o kara atın, karalığıdır gerçek olan diyor platon. episteme kavramsal bilgisinin arkaik özelliklerinin konuştuğu antik dili konuşuyor. levh-i mahfuz ve nahnü kasemna gibi islami kavramlarla bağdaşan metafiziksel dünya, görüngüsel bu alemin ötesinde mermer lahitinden fırlayan eski bir kral gibi oturuyor tahtına. platon denen guru, mağarada gözüken gölgelerin aslında zahiri birer flaş patlaması olduğunu söylüyor. işin batınında tüm gölgeleri kapsayan koyu bir evren var ve tüm gölgeler o evrenden kopup geliyor. aklımızın ve belleğimizin, bir köşesinde mevsimsel döngülerini ve ömürlük hareketlerini tamamlamaya ve sıfır noktasından başlamaya devam eden fenomenlerin, uydusunun çektiği bir uzayı var. o alemden gelen sinyaller neticesinde bu dünya anlam kazanıyor. geçici bir bilgiye sahip olan herkesin bilincinde varolan, asli kaynaklar kendilerini göstermedikleri gibi herhangi bir şekle de bürünmüyorlar. sadece yeryüzünde ele alabildiğin geçici biçemle idare lambasını yakmak zorundasın. alemler arası kök hayaller soluk birer negatifken, bu dünyayı kavramamız nasıl mümkün olabilir? varoluş probleminde aklımızdaki bütün insanlar birer idea canlısı iken, onların geldiği köksel ve göksel pınar başında kimi beklemeliyiz? doğum ve ölüm tarihlerinin matrislerini alırken determine denklemler, bileşenlerimiz, fokurdayan alaşımımızı buharlaştırabilir mi? insan gerçek insan'ın soluk bir izdüşümü mü. kişiliğimiz arkamızdaki görünmeyenler dünyasının bir kopyası mı? o zaman biz ne kadar biz olabiliriz? evrende gözükmeyen, evreni çizelgeleyen bir başka evren var. yıldızların ve karanlığın ötesinde yıldızlar ve karanlık. her şey 2'nin asallığında 1'e ve kendisine bölünmeye mahkum.
  • platon'a göre 2 evren vardır. birisi yaşadığımız evren birisi de herşeyin aslının bulunduğu asıl evren, idealar evreni. bu dünyadaki her şey idealar evrenindeki aslının bir yansıması/gölgesidir. paralel evrenler diyeceğim ama tam karşılamıyor. the matrix'i ilk izlediğimde andan beri de matrix'deki dünyanın idealar evreni olduğunu düşünmekteyim.
hesabın var mı? giriş yap