• geçenlerde 18 yaşında tanıştığım ve 25 yaşıma kadar olan zamanı birlikte geçirdiğim eski ve ilk sevgilimin 35 yaşındaki haliyle karşılaştım. ve kendime dedim, bu kişi benim tanıdığım kişi değil, başka biri. insanları ancak öldüklerinde kaybediyormuşuz gibi hissediyoruz, ama nerede mesela benim tanıdığım o 18 yaşındaki çocuk? artık bu dünyada değil. kendi hatıralarında ve benim hatıralarımda yaşıyor. ve eminim ki iki farklı insanın zihninde iki farklı insan olarak yaşıyor. benim zihnimdeki o yedi yıllık hali sadece bende yaşıyor örneğin. belki benim hatırladığım şeyleri o kendisiyle ilgili hatırlamıyordur. ve ben de belki önceden hatırladığım birçok şeyi yavaş yavaş unutuyorumdur. belki yetmiş yaşıma geldiğimde o yedi yıllık zip dosyasından sadece bir-iki silik görüntü kalacaktır geriye. bu beni biraz korkutuyor. unutmak ve unutulmak istemiyorum, ve işte böyle şeyler yazarak bir iz bırakmak istiyorum. on beş yaşımdan beri düzenli günlük tutuyorum.

    neyse, sonra oturdum bu kişiyle ilgili neleri hatırladığıma dair bir envanter çıkardım. dişçiye gitmekten ve genel olarak iğnelerden çok korkardı örneğin, her doktor muayenesinin öncesinde sinirli olurdu. ilginç bir şekilde hap içmek de ona çok zor gelirdi, demek medikal alanı pek sevmezmiş. aslında ablası doktordu ve ailesi ona da doktor olması için baskı yapmıştı, ama makina mühendisliğini seçmişti ve biz birlikte üniversitede okuduğumuz sürece ileride işini çok seveceğini tahmin etmiştim. başlarda ben kendi alanımı onun kendi alanını sevdiği kadar sevmezdim ve bu yüzden onu biraz kıskanırdım. ortak derslerimizin olduğu ve hepimizi koca amfilere doldurup ders anlattıkları birinci sınıfta calculus sınavlarına birlikte çalışırdık, sonra o gider 58 alırdı (60 üzerinden) ben de 14 falan alırdım, çok bozulurdum. bir sınavdan önce kavga çıkarmıştım ve o hiç çalışamayıp 8 almıştı, ben 28 almıştım. biraz üzülmüştüm sonra. sonraları okula alıştım ve sevmeye başladım, notlarım yükselmişti, ama hiç onun gibi straight a diye tabir edilen çalışkan bir öğrenci olmadım. ama ona kıyasla daha eleştireldim ve farklı konular arasındaki bağlantıyı daha çabuk fark ederdim. oysa bir konuya odaklanıp iyice anlamadan meseleler arasında bağlantı kuramazdı ve bu ilişkimize de hep sorun olarak yansımıştı. benim hızlı hızlı kafamda kurduğum bazı bağlantıları hiç anlamaz, hemen kestirmeden sonuca vardığımı düşünür, ben de onu bazen yavaş ve kıvraklıktan uzak bulurdum. yine de çok kavga etmezdik. başlarda.

    roller coasterlar ve trenlere karşı özel bir sevgisi vardı, benimle romantik kore dizileri ve downton abbey izlediği için ben de onunla tren yolu yapım belgeselleri izlerdim. trenlerin dinamiği hakkında hala bilgi sahibiyim. aynı şekilde world of warcraft hakkında da. civilization serisini hatırlıyorum bir de, dört numarasının swahili dilindeki jenerik şarkısını hala ezbere bilirim (baba yetu). ayrıldıktan çok sonra zanzibar'a tatile gittiğimde bu şarkıyı orijinal dilinde söyleyip lokallerden çok takdir toplamıştım. oyunlara sevgisi çoktu, iyi oyuncuydu ve birkaç kere oyunda ilerletip sattığı karakterler ve itemlarla tatile gidebilmiştik. üniversite birinci sınıfı bitirdiğimiz sene azıcık paramızla italya turu yapıp son gecemizde paramız kalmadığı için havaalanında sabahlamıştık. o tatili hala hayatımın en güzel tatillerinden biri olarak hatırlıyorum. euro 1.5 liraydı. çok yürüdüğümüz için tatil boyunca yanımda getirdiğim tek ayakkabımın altı delinmişti, dönmeden önce çöpe atıp yenisini almıştım.

    çok güzel bir şekilde mustafa sandal'ın aya benzer dansını yapabilirdi, ama sadece yalnız olduğumuzda. kalabalık içinde biraz daha çekingendi, ben hiçbir zaman çok çekingen bir insan olmadım, bu yüzden biraz beni kıskanırdı. benim arkadaşlarımı pek sevmezdi, ne zaman onlarla toplu şekilde buluşsak bir sorun çıkarır, gelmek istemezdi. buluşulacak insan sayısı dört-beş kişiden fazla olunca gruplar içinde takılmak istemezdi. ama benim onun arkadaşlarıyla pek bir sorunum yoktu, onun da benim gibi olmasını beklerdim, bazen zorlardım. şimdilerde farklı insanların farklı ortamlarda rahat etmesi şaşırtıcı ya da rahatsız edici gelmiyor. ondan kalabalık içinde ille de kendimi sevdirmek ya da eğleniyormuş, iyi vakit geçiriyormuş gibi yapmak zorunda olmadığımı öğrenmişimdir. ilginç, şimdilerde böyle bir insan olarak tanınıyorum, ama aslında onunla zaman geçirdikçe bende yerleşen bir şeydi bu.

    çok icki ve sigara içerdi, gözünü açar açmaz ilk yaptığı iş bir sigara yakmak olurdu. yedi sene boyunca ben hiç sigara içmedim. evi hep sigara kokardı, bu hadi neyse de yatak odası koktuğunda delirirdim (o yillarda kapali alanlarda sigara icme yasagi diye bir sey henuz yoktu, sigara icme aliskanliklari farkliydi, hatirlatirim). ben okuldan dönmeden önce evi havalandırırdi, yine de her yere sinmiş koku tam olarak çıkmazdı, eğer ki yorgun argın gelmişsem bunun için çok kızardım. o bana en çok ona karşı ilgisiz olduğumda kızardı ya da alınırdı diye hatırlıyorum, ilgim en çok onun üzerinde olsun isterdi ve bu da beni yorardı.

    sonraları bir şeyler oldu, birbirimizle vakit geçirmek belki bu kadar iz bırakmamaya başladı. zaman geçti, şimdi olduğumuz insanlar olduk. şimdiki hali burada anlattığım kişi değil. dolayısıyla birlikte olmaya devam etseydik ne olurdu diye hiç düşünmedim. ama o 18 yaşındaki çocuklar olmaya devam etseydik nasıl olurdu diye çok düşündüm. 20 yaşındaki çocuklar, 22 yaşındaki çocuklar. onlar nerede bilmiyorum. işte anca böyle kafamda, neyse ki şimdi buraya yazdım.
  • erol sayan 1959 yılında bestelediği bu güzelliğin öyküsünü şöyle anlatıyor:

    “askerden geldim, iş arıyorum, iş yok. babama, “bir şeyler yap, tekrar bankada başlayayım.” dedim. “personel müdür değişti, yeni ve tanıdık birisi gelirse bir şeyler yaparım.” dedi. bu arada bize abimin iş bankası’ndan bir arkadaşı geldi. abim, kızılay’daki büyük iş bankası’nda çalışıyor. arkadaşı da müziği seviyor, biraz tanbur çaldık, şarkı söyledik, abim iş aradığımı söyledi. arkadaşı, “enis behiç koryürek’in hanımı müfide koryürek benim yakınım olur. ayın belirli günlerinde celal bayar’ın hanımının olduğu bir mecliste toplantı yapıyorlar; celal bayar’ın hanımı, koryürek’in hanımını çok sever, bir gün toplantıya tanburu alırsın, sen de gelirsin, orada bir iki şarkı söylersin, hele enis behiç koryürek’ten de bir şiir bestelersen aliyülâlâ; hemen iş hazır.” dedi.

    bunun üzerinde ben enis behiç koryürek’ten şiir aramaya başladım. nihayet ajans türk’ün yayımladığı şiir antolojisinde geçsin günler haftalar’ı buldum. şiir kısa. o gece saat üçte şiiri besteledim, notaya aldım. ertesi gün de annem denetleyiciydi rahmetli, ona okudum. “erol bu çok kısa, güzel ama kısa, aranağmesi de yok, böyle şarkı olmaz, bunu biraz uzat.” dedi. “anne şiir bu kadar.” dedim. “olmaz, en az iki kıta olması lazım.” dedi. aradan iki üç gün daha geçti, ben bir gece daha kalktım, ömrüm sensiz geçse de diye başlayan ikinci sözleri yazdım, başa da aranağmeyi yaptım. ertesi gün yine çaldım anneme. “işte şimdi güzel olmuş.” dedi. fakat biz şarkıyı celal bayar’ın eşine okuma imkânı bulamadık çünkü 60 ihtilali oldu. şarkı böylece bestelenmiş oldu. 1961 senesinde ilk defa okundu, herkes bayıldı.

    bazıları “strauss’un valslerinden alıntı” dediler. ben de notasını alarak devlet konservatuvarı’na gittim. “strauss’un valsleri üzerine uzman birisi var mı?” diye sordum. genç bir çocuk, bir hocanın adını verdi. hoca’ya gittim, durumu anlattım. “strauss’un valsinden alıntı varmış diyorlar, siz strauss üzerine çalışan bir kişisiniz, nereden almışsam bana söyleyin, ben batı müziği de dinleyen bir müzisyenim, belki bir melodi kulağımda kalmıştır. böyle bir şey varsa değiştiririm.” dedim. aldı notayı, baktı, inceledi: “burada üç dörtlük ritimden başka benzerlik yok, çok güzel.” dedi.

    şarkıyı plağa ilk defa yaşar özel, 62-63 senelerinde okudu. 64-65 senelerinde radyoya bir gün zeki müren geldi. “ben hatıra’yı okuyacağım.” dedi. “peki, mutlu edersiniz beni!” dedim. girdik stüdyoya, ben de çalıyorum. şarkının bir yerinde “...gibi aksın” derken kromatik bir iniş var ya, “orayı yapmasak?” dedi. “zeki bey, bakın bu, notada var. siz de türkiye’nin en iyi sesisiniz, sizin sesinizden duyan kişi, sizin gibi okumaya başlayacak. neden okuduğunuz noksan olsun ki? bir bölümünü notadan farklı okursanız, bundan sonra da bu nota değişmez.” dedim. “o zaman bana öğret orayı!” dedi. “peki!” dedim, bir iki defa okudum, üçüncü okuyuşta hemen ezberledi ve orayı kromatik olarak şahane bir şekilde okudu. o şarkıyı en güzel okuyan da zeki müren’dir. [30. saniyeden itibaren]

    bu şarkının şu anda herhangi bir albümde yer alması ile ilgili sıkıntı var. sebebi de enis behiç koryürek’in vârislerinin olmaması. şimdi, müfide hanım’ın yakınlarını arıyoruz, bulamıyoruz. telif hakkı vereceğiz, akrabalarını arıyoruz, yok! “siz bulun!” diyoruz, onlar da bulmuyor. “yasak, okutamazsınız!” diyorlar. okuyanlar da kaçak okuyor. nitekim, trt’nin benimle ilgili yaptığı cd’de hatıra yok.”

    kaynak: unutulmaz şarkıların bestecisi: erol sayan - murat derin / pan yayıncılık (ağustos, 2019)

    meraklısı için erol sayan anlatıyor.
  • mukemmel bir erol sayan bestesi daha. rast makamindaki nagmeleri, be$ hececilerden enis behic koryurek'in $iiri icin dizmi$tir buyuk ustat. her daim nefasetini koruyan, kullanilmadigi zaman serin ve kuru yerde saklanmasi gereken $ahane bir $arki.

    gecsin gunler, haftalar, aylar, mevsimler, yillar
    zaman sanki bir ruzgar ve bir su gibi aksin

    sen gozlerimde bir renk, kulaklarimda bir ses
    ve icimde bir nefes olarak kalacaksin

    omrum sensiz gecse de, a$kin gonlumde kalsin
    gulen gozlerin binbir teselli ile baksin

    sen gozlerimde bir renk, kulaklarimda bir ses
    ve icimde bir nefes olarak kalacaksin
  • "sonra günlerin geçmesini, hatıraların yağmurda sızlayan eski kırıklara dönüşmesini bekledim. ama bazı hatıralar ölümcül oluyor. sonuçta truva atı da bir hatıraydı. hatıra olarak kabul edilip içeri alınmıştı. ve ben rüyalarımda ölebilirdim."

    emrah serbes
    afili filintalar
  • sürekli uzak geçmişteki hatıralarını anlatan insanlar görüyorum twitter'da. 40 yaşında ama anlattığı her şey 20'lerine ait dönemden; 30'larını sanki hiç yaşamadan ışınlanmış bugüne ve olağanüstü sosyal bir insanmış gibi yazıp çiziyorlar. yalnızlığın çaresizliği bu. anlatacak yakın zamana ait hatırası olmamak, hep parlak bir geçmişin anılarıyla avunmak. çoğu, hayatında bir şimşeğin çakmasını, gökyüzüden büyülü bir kadının / erkeğin inmesini bekliyor her şeyi sıfırlayıp yeniden eski günlerine dönebilmek için.

    bunun olmayacağını söylemek isterdim; beklenen kurtarıcı hiçbir zaman gelmiyor, hayatına giren yeni insanlar da geçmişi tekrar yaşatmıyor, yeni hatıralar oluşturmana yardım ediyor, demek isterdim. önce aynada pratik yaparak.
  • aşık reyhani'nin, radyoda duyduğumda elimdekilerle donakalmama neden olan dizelerinin de konusudur.

    "yar benden istemiş bir tek hatıra, gözlerimden yaş vereyim götürün,
    sevgi ifadesi sığmaz satıra, defterimi boş vereyim götürün."
  • "kendimizi hatıralara odaklanmaya eğilimli hissediyorsak (genel olarak doğru olsalar bile), bu seçimin travmatik tepkilerimizden çıkma, yeteneğimizi yıpratmakta olduğunu anlamamız önemlidir. dönüşüm değişim gerektirir. değişmesi gereken şeylerden biri de hatıralarımızla ilişkimizdir."
    (peter a. levine & ann frederick, "kaplanı uyandırmak"tan)
  • beni kör kuyularda ipsiz bıraktın manasına gelen türkçe kelime.
    hat'tan geliyor. hat sanatı'ndan yani. bu şu demek. çok eskilerde de varmış hatıra denilen şey. eskiden de daha eski şeyler varmış ve onlara da hatıra denirmiş. dünün yalnızlığı bugün hatıra, bugünün mutsuzluğu yarına kalanmış. hatıra=sanatmış bu durumda. insan içinmiş her şey.
    hatırdan da geliyor olabilirmiş. hatır saymaktan. hatır bir, hatır iki, hatır birkiiiüçdörttt. her şeyi yanlış anlamakmış yine. bir türlü tutturamamakmış işin özünü. öze odaklanamamak, sapmalarda öz aramakmış. hatıra=yanlış saymakmış o halde.
    sanat=yanlış saymak ise kendine kalan, doğru saymakmış sadece. çünkü yanlış saymak, sanatçıların işiymiş ve düşmezmiş bize.
  • ruhunuzdaki diş izleridir.
  • yaralı kalplerin gururlu hazinesidir.
    *
hesabın var mı? giriş yap