• yazar hikaye içinde hikaye anlatırken bir de hikaye anlatıcısı ekler ve ali poyrazoğlu da bir hikaye anlatır bu kitapta.

    --- spoiler ---
    ''ağustos 1969 içinde ali poyrazoğlu şunu anlattı.

    adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde o kadar sevmiş
    ki yanında hep kalsın istemiş. her gün suyunu tazelermiş, denizden
    kova kova çekip taşıyarak. bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyu denemiş. balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş , tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye..... (bana sorarsanız balık ya alıkmış yada adamı gereğinden çok seviyormuş ki buda bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında. dönelim gene ali poyrazoğlu'nun masalına) balık önce boğulayazmış debelenmiş sonunda havaya da alışmış. günlerden birgün adamın denize gideceği tutmuş. balığı da yanında. koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine kendi de denize girmiş. çocuklar geçiyormuş oradan o ara. balığı görmüşler. nasılsa acımışlar bu balık karaya vurmuş , yazık, denize atalım demişler. adam deli gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde.''
    --- spoiler ---
  • onca yıl (onca hayat belki) sonra tekrar okuyunca bana ana dilim türkçe olduğu için günde doksan dokuz kez şükretmem gerektiğini hatırlatan kitap. modern edebiyatın, bir dilde oluşan ilk edebi örnekler olan masal ve destanlarla ilişkisini mükemmel bir şekilde gösteriyor bilge karasu. okuyucunun adeta kitabı gözü kapalı okuyup o gürül gürül dili dinlemesine, içine sindirmesine izin veriyor.
  • "dikenliyim, yaradılışım öyle. yanıma yaklaşıldı mı tortop olurum. bu yanıma yaklaşanlar, ister kedi, ister köpek, ister insan olsun... bir kez, insanlara akıl erdiremiyorum. cırnakları gözükmüyor, yok belki de. sonra öbürlerinden çok daha ağır kanlılar. ama bu yüzden ne yapacaklarını hiç mi hiç kestiremiyor, apışıp kalıyorum karşılarında. onların başka bir gücü, bir savutu, ya da dikenleri var ama ben yerini çıkaramadım... (...)

    dikenlerini kabartmadan beklemek gerektiğini, gelenin dost mu düşman mı olduğunu anlamadan dikenlerini kabartmanın eski kafalılık sayılması gerektiğini söyleyen bir komşumuz vardı burada. ben de inanmağa başlamıştım dediklerine. işin tuhafı inanıyorum da hala. geçen kışın başında o canavarın dişleri arasından sarkan kanlı ölüsü, düşüncesinin yanlışlığını göstermez bana kalırsa. (...)

    ama bildiğim birşey var: korkumuzu azaltmalıyız. azaltmak için de dolaşıp gezmeli, gerçek tehlikelerden kurtulmanın yolunu bulmalıyız. yola çıkarken, yalnız düşmanla karşılaşacağımı düşünüyordum, dostlar da çıktı karşıma. dostu tanımak için gerekli vakti bulabilir miyiz? ben de bilmiyorum: yok o kadar vaktimiz.(...) bütün iş vaktin iyi ayarlanması."

    (bilge karasu/korkusuz kirpiye övgü/göçmüş kediler bahçesi s.68-69)
  • bilge karasu dan..kedilere benzeyebilseydik keşke. öyle diyesim geliyor sık sık, bu son
    yıllarda. yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. bir şey bekliyorlarsa bir
    deliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç. bildikleri bir
    yerde bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerince
    katıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabilirliğidir) o işe
    sanki ilk kez bakacaklarmış gibi, uyuklamakta oldukları yerden kalkmağa
    üşenmeden gidip seyrederler yapılanları... uykularının hangi katındalarsa, o
    katın uykusunu yaşarlar.

    bizlerse, uydurduğumuz bir zamanla övünürken, her işimizi, her sözümüzü o zamanın akışı içinde ötede, ileride, gelecekte varılacak, bir noktaya varmak üzere yapılıyor ya da söyleniyor görürken, yapmakta, söylemekte olduğumuz şeyi unutuveriyoruz. bir ereğe yönelerek, bir erkek düşüne kapılarak giderken, sonraları -biz göçtükten sonra- yaşamımız, daha da ileri vararak, yazgimiz adı verilecek bir dizi anın her birinin biricikliğini, değiştirilemezliğini, yerine konmazlığını şuncacık olsun farketmiyoruz. (bu yaşamın bölük pörçük birkaç anısı bir iki yakınımızın belleğinde kalabilir ya, bunların bir süreklilik, bir anlamlılık taşımış olabileceklerini bilecek tek kişi
    -kendimiz- yokluğa karışmış gitmiştir artık). "farketmiyoruz" dedim, meğer ki gerçekten sonumuza yaklaşmış olalım. yanılmıyorsam, kimimiz (yolun oralarında) anlayıp öğreniyor kimi şeyi: susup dinlemeği örneğin... yaptığı, gördüğü, işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymağı; bir çocuk gülüşünün, bir güneş sızıntısının, bir gözyaşının avuçtaki yuvarlıklığını, ferahlatıcı serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı, sevinci art arda ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini... hele biraz yaşlanılmışsa, görülen, işitilen, tadılan her şeye, geçmiş yaşantıların da gelip desteklik, yastıklık edebileceğini...
    ama kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi.
  • sen beni yaşatabilirsin, diye geçirdim içimden.
    başı, gene, evet, dedi.
    ama yaşatmak istemiyorsun çünkü sen
    başı, evet, ben?.. dedi.
    sevildiğini bilmek istersin.
    evet.
    ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. beni söylenmemiş bir sevgide
    boğabilirsin.
    evet.
    çünkü...
    çünkü?..
    bilemiyorum. galiba... korkuyorsun.
    evet.
    oyunu kestim. tatsızlaşıyordu.
    kesmedi o.
    bekliyorum, dedi, evet...
    vazgeç, dedim başımla. başka öksürdü. kıpırdamıştım. dondum.

    (bkz: bilge karasu)
  • içindeki her bir öykünün günün bir saatine tekabül ettiği bilge karasu yapıtı. usta bu durumu kitabın son öyküsü masalın da yırtılıverdiği yer'de şöyle anlatır: "1968den 1969a geçerken masalların bir saat tablası oluştururcasına sıralanmasını tasarladım. öğle vaktini aştığımızda art arda dizilmeğe başlayacak masallar, altıncı saati doldurunca, havanın kararmağa yüz tutmasıyla nitelik değiştirecekti.gitgide kararacaktı. ama geceyarısına ulaşıldığında yeni bir günün umudu sızabilirdi bu karanlığın içine."
  • türkçedeki en güzel üç dört kitap isminden biri.
    daha ismiyle en baştan "merhaba" diyor; "merhaba, gel beni oku. bak ne resimler, ne hayaller göstereceğim sana."
  • t.s. halman'ın can kulağı'nda geçen "en doğru masal anlamadan korktuğumuzdur" cümlesiyle başlayan bilge karasu kitabı.
    bu söz bize kitabın gidişatı hakkında bilgi veriyor. çünkü bilge karasu'nun kaleme aldığı masalların hepsi karanlık atmosferli ve anlaşılmaz.
    karanlık bir mağaranın içinde sürekli ilerleyen ve bu bilinmezlikten korkuyla karışık zevk alan insan ya da gitmesi gereken yerin otobüsünü defalarca kaçırıp bunun nedenini anlamayan ve aslında gitmek istediği yeri içten içe gitmemesi gerektiğini düşünen çünkü ütopyasının onu yaşatan şey olduğuna inanan birinden söz eder bilge karasu.

    bilge karasu okuyucuyla arasında her belirli bir mesafe bırakıyor. yazdığı arı türkçeyle yada anlışılmaz konularla. hatta nurdan gürbilek yer değiştiren gölge kitabında "yazı ve arınma" başlığıyla incelediği bilge karasu hakkında şöyle birşey söylemişti: "bir arkadaşımın nekes dediğini hatırlıyorum karasu'yla ilgili olarak. nekes: daha çoğunu verebilecekken vermiyor, daha fazlasını söyleyebilecekken söylemiyor, tutuyor; kendini olduğu kadar okurunu da tutuklastırıyor; kendisi kapılmadığı gibi, okurunun da kapilmasina izin vermiyor."
    hep uç karakterler carpismasini yansıtıyor masallarda, dengesizlik içindeki insanların ruh hallerinden bahsediyor. tutkular hep ön planda. av-avcı, usta-çırak gibi...

    "balık mı tutsak, balıkçı mı? bir gizli savaşta ikisi de birbirine tutsak düşmüş denilebilir."

    "... kendini bana yakalatıp ardından beni yutanla - birlikte yaşamak zorunda kaldığım doğru."

    masalı tercih etmesi bundan zar. çünkü gerçek dediğimiz şey bazı şeyleri ortaya çıkarabilmemiz için pek yeterli sayılmaz.
    varoluşçu tarafı var kitaptaki tüm masalların. umutsuzluk ve yazgıya bazen yenilmişlik.

    "garip değil mi yaşamımızı nasıl kurduğumuz? bir iplik parçası, bir çivi, bir mantar, bir kağıt, bir paçavra, biraz toz, birkaç hiç... bir araya gelir bunlar, adı 'bir yaşam' olur."

    korkunun egemen olduğu masallarnın bir başka yanı, kararsızlık. kimi zaman bir öyküye başlar sonra "ya da şöyle mi demeli" der ve gidişatını değiştirir yazının. bu hem bir kararsızlık hem masalın sonsuz evrenine dalmışlığın bir sonucu bence.

    "korku, örtmeye en yatkın olduğumuz kirimiz, gizlemeye en çok uğraştığımız kokumuzdur."
  • "
    masallar, alışılagelmiş bir düzen içinde akıp giden yaşamın bir yerinde, bu düzen, bu alışılmışlık dokusunun yırtılıvermesinden ortaya çıkmıştır hep... belki de en 'mutlu' masal, birbirlerini sevmiş, birbirlerine saygı duymuş, birbirlerini sevmede gerçek eşitlik tansığına ulaşmış -ya da ulaşmaya çalışan- sevgililerin masalı; biraraya gelmeleri için ölmeleri, gömülmeleri gerekmiş de olsa... öğrenilecek başlıca erdem, belki de, bu eşitliktir...

    "
  • * * *
    "kişioğlu, silik anısı belleğinin bir köşesinde sıkışıp kalmış uçmaya yeniden ulaşmak için can atar. ama kaç kişi - bir parçacık da olsa, eksik güdük de olsa - bunu başarabilir ? eskiden, çok eskiden olur, olabilirdi belki o iş. her şey bitip tükendikten sonra herşeyin yeniden başlayabileceğine, biten bir yılın ardından yeni bir yıl geldiği gibi o uçmaya dönülebileceğine inanmak güç artık. bir daha, bir daha ölüp, bir daha, bir daha, bir daha dirilebileceğine inanamıyor insan. akıp gitmenin çizgisi üzerinde, örneğin bir kolunuzu yutmuş bir balığı el içinde taşımakla bilgeliğinizi gösterdiğinizin kaç kişi farkındadır ? başta, kolu yutulmuş kişi, bunu bilgeliğine değil, sevdasının çaresizliğine verir, karşı konmaz bir yıkımın kurbanı olmayı seçmek türünden bir katlanış acılığından kendine bir büyüklenme payı çıkartmaya bakar."
hesabın var mı? giriş yap