• işim dolayısıyla japonya’nın yabancı işçi alımına ilişkin politikalarını araştırıyorum. japonya, şu an dünyadaki en yaşlı ülke olmakla birlikte nüfusu da hızla azalıyor. ev kadınlarını, yaşlıları, herhangi bir düzenli işte çalışmayan gençleri, çalışabilecek durumdaki engellileri iş gücüne katıp otomasyona ise olabildiğince geçerek iş gücü açığını düşürmeyi hedefleyen bir politika izliyor; ama buna karşın %2,5 civarında bir iş gücü açığı bulunuyor. bu nedenle de dışarıdan özellikle inşaat, yaşlı bakımı, tarım, fabrika üretimi gibi alanlarda çalışmaları amacıyla yabancı işçi alımı yapıyor; ama bu yabancı işçileri geçici bir süreliğine (2-5 yıl; bazı durumlarda 7 yıl) ülkeye kabul ederek süre dolduktan sonra ülkeden gönderip yerlerine yeni işçileri alıyor. bu işçilerin kalıcı olmasını (görünürde) kesinlikle istemiyorlar; çünkü japonya, tek kültürlü ve tek etnik yapılı bir ülke (ki bu tartışmalı bir konu; ama buna girmeyeceğim bu yazıda) ve dışarıdan çok sayıda yabancı işçinin gelip japonya’ya yerleşmesine olumlu bakılmıyor. ben bu yazıyı, göç başlığı altında çeşitli konulara değinmek amacıyla yazıyorum. japonya’nın yabancı işçi alımına ilişkin politikalarını anlamak için ekonomik olarak kalkınmış olup nüfusu yaşlı olduğu için iş gücü açığı bulunduğu için dışarıdan yabancı işçi alımı yapan diğer ülkelerin politikalarını inceledim. incelediğim ülkeler avustralya, kanada, güney kore, tayvan, singapur, birleşik arap emirlikleri, katar, isviçre bulunuyor. bunun yanı sıra, avrupa birliğinin yabancı işçi alımına ilişkin politikalarını da araştırdım. üye ülkelerin işçi alımı politikalarını ayrıntı olmasa da tek tek okudum. daha çok almanya ve özellikle de ingiltere’yi inceledim. buradan çıkardığım sonuçları özetlemeden önce göç olgusuna ilişkin birkaç söz etmek istiyorum.

    dünya göç örgütüne göre (2019) göç, uluslararası yasalarla tanımlanmamış olup bir kimsenin her zaman yaşadığı yerden farklı bir yere taşınması anlamına gelmektedir ki bu taşınma durumu aynı ülke içinde olabileceği gibi uluslararası bir sınırın aşımı ile, geçici ya da kalıcı olarak ve çeşitli nedenlerle gerçekleşebilir (s. 132).
    (kaynak: https://publications.iom.int/…f/iml_34_glossary.pdf )

    tanımdan da anlaşılacağı üzere göç, ülke içi ve ülke dışı olarak iki biçimde sınıflandırılıyor. ben bu yazıda ağırlıklı olarak ülke dışına gerçekleşen göçten söz edeceğim.

    göç doğal afetlere, felaketlere, savaşlara ve iç çatışmaya bağlı olarak zorunluluktan gerçekleşebiliyorken, daha iyi bir yaşam isteğiyle ya da geçimini sürdürebilmek amacıyla, başka bir deyişle ekonomik nedenlerle de gerçekleşebiliyor. ekonomik olarak gelişmemiş ya da gelişmekte olan yerlerden ekonomik olarak gelişmiş yerlere doğru oluyor. ülke içinde kırdan kente göçte insanların kırdan kente taşıdıkları yoksulluk, kültürel çatışmalar, göreli yoksunluğun belirginleşmesiyle ortaya çıkan sorunlar ülkeler arası göçte birkaç kat daha artıyor ve işin içine yabancılaşma, dile bağlı sorunlar ve insan hakları ihlalleri de giriyor.

    göç olgusunun oldukça karışık olduğunu söyleyebilirim; çünkü işin hem ülke içinde hem de ülkeler arasında göç edenler gittikleri bölgenin demografik yapısını değiştirmeye de başladıkları için göç edenlerle göç alanların arasında sosyokültürel çatışmalara sıklıkla rastlanıyor ki çatışmaya yol açan etmenler arasında kültürel farklılıklardan ziyade içinde yetişilen sosyoekonomik çevrenin biçimlendirdiği davranış kalıplarının yarattığı uyumsuzlukların olduğu da görülüyor. ülke içi göçe bakıldığında, göçün kırsaldan kente doğru gerçekleştiği, göç edenlerinse sosyoekonomik düzeyi düşük bireyler oldukları görülüyor. ülkeler arasında göçe bakıldığında da benzer durumlara rastlanıyor. göç edenlerin büyük çoğunluğunu düşük profilli manuel işleri yapması için ülkeye kabul edilen yabancı işçiler oluşturuyor. bu işçiler açısından bakıldığında dili iyi konuşamama ya da dili hiç konuşamama da sorunların artmasına yol açıyor. bunun yanı sıra; yerel halkın sergilediği önyargı, ayrımcılık, dışlama da sorunlara yol açıyor. göç eden, gittiği yere uyum sağlamakta zorlanıyorken göç alan ise, göç edeni kabul etmekte zorlanıyor. bu durum, özellikle göç edenler düşük profilli işlerde çalışıyorlarsa daha da artıyor.

    gelelim yabancı işçi alımını politikalarını incelediğim ülkelerin politikalarına. bu politikalarına iki başlık altında incelenebilir:

    1. üstün yetenekli yabancı profesyoneller (highly skilled/talented foreign professionals)
    2. konuk işçiler/geçici yabancı işçiler (guest workers/temporary foreign labourers/workers)

    ilk sıradaki yabancı “profesyonel”lere ilişkin çok fazla bilgi vermeme gerek olduğunu sanmıyorum. kendilerine her türlü hak tanınan, kısa süre içinde süresiz oturum izni ve hatta vatandaşlık bile verilen, aileleriyle birlikte göç etmesine izin verilen, toplumla bütünleşmeleri istenen beyaz yaka insanlar. incelediğim tüm ülkelerin bu insanlar için birçok kategoride vizesi var. hatta bu insanları ülkeye çekmek için özel olarak programlar bile bulunuyor (ör: japonya, ingiltere ve avustralya’nın puan tabanlı yabancı profesyonel vizeleri; avrupa birliği’nin yabancı profesyoneller için ayrıcalıklı mavi kart uygulaması). insan sermayesi/beşerî sermaye (human capital) olarak görülen bu insanların göçü beyin göçü olarak sınıflandırılıyor ve ülkeler, toplumsal kalkınmayı sağlayacak az sayıdaki bu insanları çekmek için yarışıyorlar.

    ikinci sıradaki “işçi”ler ise, profesyonel olarak görülmekten çok uzaktalar ve beceri yoksunu/düşük becerikli (unskilled/low-skilled) ya da en iyi olasılıkla yarı becerikli (semi-skilled) olarak görülüyorlar ve ucuz iş gücü (cheap labour) olarak nitelendiriliyorlar. kanada ve avustralya dışında hiçbir ülke bu insanlara süresiz oturum vermiyor. bu insanların olumsuz şartlarda çalışmalarına, yararlanmaları gereken haklardan mahrum kalmalarına, ayrımcılık ve hatta insan hakları ihlalleri yaşıyor olmalarına göz yumuyorlar; çünkü bu işçiler sahip olmadıkları beceriler ve bulundukları sosyoekonomik konum nedeniyle “işleri bitince atılabilir” olarak görülüyorlar. geldikleri ülkede toplumla bütünleşmeleri istenmiyor ve kalıcı olmalarına izin verilmiyor. bu işçilerle ilgili izlenen göç politikaları (kanada ve avustralya’yı dışarıda bırakarak) şöyle özetlebilir:

    1. işçilerin hareketliliğine geçici sürelerle izin verilir ve denetlenir.
    2. ülke, iş gücü açığı yaşadığı sektörlerdeki arz ve talep dengesine, gereksinimlere göre işçi alımı yapar.
    (not: incelediğim çoğu ülkede hükümetler iktisatçılardan danışmanlık alarak sektörel iş gücü açığını hesaplayıp açığı önce iç piyasadaki işçilerle kapatmaya çalıştıklarını gördüm. eğer belirli bir süre içinde uygun işçi bulunamazsa dışarıdan işçi alımına izin veriliyor. böylece kendi işçilerini korudukları gibi ülkedeki işsizliği azaltmış da oluyorlar.)
    3. işçilerin özgürlüğü ve güvenliği öncelikli mesele değildir. işçiler ekonomik birimlerdir ya da ucuz iş gücüdür ve piyasanın taleplerine göre kullanılırlar. bu işlevi görmemeye başlayınca sınır dışı edilirler.
    4. ülke yurttaşlarının güvenliği önceliklidir ve bu nedenle işçiler denetim altında tutulurlar ve gerektiğinde çeşitli bastırma ve yaptırımların uygulanması meşrudur.

    ülkelerin kaba iş gücü açığını tamamlamak için aldıkları bu işçileri yaşları 25-35 arasında değişen insanlardan seçiyorlar çoğunlukla; ama 20-45 arasında değişiyor skala. mevsimlik işlerden uzun süreli inşaat işlerine, ev içi hizmetten yaşlı bakımına ve fabrika üretimine kadar çeşitli işlerde çalışan bu konuk yabancı işçiler geçici olmaktan çıkıp kalıcı sakinlere dönüşürlerse ilerleyen yaşlarında devletin bu insanlara da bakması gerektiğinden genellikle en fazla 5 yıllık verilen vizeleri bittiğinde ülkelerine geri gönderiliyorlar ve yerlerine yeni işçiler alınıyor. yani ülkede hep bir genç işçi dolanımı oluyor. devletlerin izlediği politikalar bu yönde en azından. bu konuda politika üretilirken çoğunlukla iktisatçılardan yararlanıldığı için çıkabilecek diğer sorunlar ya fark edilmiyor ya da görmezden geliniyor.

    peki bu işçiler bu ülkelere nasıl gidiyorlar? işçi alımı için ülkeler arasında karşılıklı imzalanmış belirli anlaşmalar var; ama güney kore dışında tüm ülkelerde işçi alımları çoğunlukla broker denilen şirketler aracılığıyla yapılıyor ki bu şirket de çoğunlukla mafya tarafından işletiliyor. bu şirketler piyasadaki iş ilanlarını ve iş başvurularını topluyor. işçilerin çoğunlukla iş seçme olanakları olmuyor ve yerleştirildikleri işi ve iş verenlerini ülkeye gidene kadar öğrenemiyorlar. brokerler bu işçilerden ülkeye girmeden önce yüksek miktarda para alıyorlar ve hatta borç senetleri imzalatarak işçilerin ücretlerinin büyük bölümüne el koyuyorlar. çalıştıracakları işçileri bu brokerler sayesinde bulmuş olan iş verenlerin bu süreçten haberleri oluyor. ücretlerin işçilere değil de doğrudan brokerlere ödendiği ve brokerlerin ücretlerin önemli bir bölümüne el koyduğu da durumlara da sıklıkla rastlanıyor. yasal olmadığı halde imzalatılan senetler, pasaporta el koyulması, ödenmeyen fazla mesai ücretleri, olumsuz çalışma koşulları, iş kazalarına karşı alınmayan önemler, iş verenlerin ödemesi gerektiği halde işçilerin ücretlerinden kesilen sağlık sigortası ya da barınma masrafları, psikolojik/fiziksel/cinsel istismarın yaygın biçimde yaşanıyor olmasına denetleyici kurumların bu durumları görmezden gelmesi ve iş yerlerine ve iş verenlere yaptırım uygulamakta isteksiz davranması olumsuz koşulların sürmesine yol açıyor. hatta çoğu ülkede ev içi hizmet amaçlı getirilen yardımcılar, yabancı işçilerin haklarını savunan yabancı işlerle ilgili yasalara tabi tutulmadıkları, bu yasalar dışında bırakıldıkları için takipleri yapılmıyor.

    şimdi soruyorum size: nadira kadirova’yı kim öldürdü?

    akp istanbul milletvekili şirin ünal’ın rahatsız olan eşine bakmak için 1 yıldır onun evinde çalışan ve bir sabah ünal’ın ruhsatlı tabancasıyla aynı evde yaşamına son verdiği iddia edilen özbek uyruklu nadira kadirova’yı kim öldürdü? (bkz: nadira kadirova'nın ölümüne takipsizlik kararı)

    bu işçiler pasaporta el koyulma, uzun çalışma saatleri, ödenmeyen ya da geç ödenen ücretler, olması gerekenden düşük ücretler, yatırılmayan sigortalar, olumsuz çalışma ortamı, iş güvenliğine dikkat etmeme, iş kazalarına maruz kalma, sağlık masraflarının karşılanmaması, işverenin ya da bölge halkının olumsuz muamelesine maruz kalma, aileyle birlikte gelmeye izin verilmemesi, sosyal yalıtılmışlık gibi sorunlarla başa çıkmak zorunda kalıyorlar.

    ama işçiler insan hakları ihlallerine, almaları gerekenden düşük maaşa, düşük yaşam koşullarına karşın seslerini çıkaramıyorlar; çünkü geldikleri ülkede bundan çok daha kötü durumdalar.

    iş gücü açığını kapatmak için izlenen politika, potansiyel yerleşimci değil işçi getirmek üzerine kuruluyor. işçiler ekonomik olarak arzu ediliyor; ama sosyal olarak korkutucu bulunuyor. kısacası, “gerekli işçiler”; ama “istenmeyen vatandaşlar”. böylesi politikalar tek kültüre ve tek etnik yapıya sahip olduğuna inanan ülkelerde daha yaygın olarak izleniyor ki bu ülkeler arasında japonya, kore ve tayvan bulunuyor. özellikle japonya ve kore dışarıdan yabancı işçi alma gerekliliği doğduktan sonra ıı. dünya savaşı sırasında ya da sonrasında ülke dışına gitmiş kendi etnik insanlarına özel haklar tanıyarak ülkeye dönüp iş gücünü kapatmaya yönelik politikalar geliştirdiler. söz gelimi, japonya’nın şu an güney amerika ülkelerinde bulunan etnik japonlara 3. kuşağına kadar süresiz oturum izni vermeleri ve hatta onların eşleri ile küçük çocuklarına da bu süresiz oturum iznini sağlamaları bu politikanın sonucu. güney kore de çin’de yaşayan etnik koreliler için benzer bir politika izliyor. kendilerine nikkei denilen ve sayıları her yıl daha da artan bu insanların japonya’ya umulduğu kadar iyi uyum sağlayamadıklarını ve toplumsal olarak dışlandıklarını da not düşeyim.

    türkiye’den almanya’ya giden gurbetçilerin durumunun da çok farklı olduğunu düşünmüyorum.

    1960larda ve 70lerde avrupa ülkeleri türkiye’den ve balkan ülkelerinden türkleri geçici işçi olarak kabul ederken bu işçilere olabilecek en düşük hakları verdiler ve düşük yaşam standartlarında çalıştırdılar. kötü muamele gösterilirse, hak verilmezse işleri bittiğinde bu insanların geri döneceğini düşündüler. oysa göz ardı ettikleri nokta, bu insanların geldiği yerdeki yaşam koşullarının gittikleri yerdekinden çok daha kötü oluşuydu. ülkeden zorla gönderilmeye çalışılmalarına karşın bir bölümü yasadışı olarak kalmayı sürdürdü ve onların ardından başkaları da ama yasal ama yasadışı olarak göç etmeyi sürdürdüler.

    bu insanların süre bittikten sonra yasadışı biçimde kalıp çalışmaya devam edebilmeleri, sektörde iş gücü açığının olduğuna ve bu açığın devletin izlediği politikalarla verimli ve etkili biçimde dolmadığı için farklı yollarla tamamlandığına işaret ediyor. yerellerin hem prestiji hem de ücreti düşük olduğu yapmak istemediği işleri yabancı işçiler, yerellere göre çok daha düşük ücretlerle yapıyorlar.

    (bu ülkede suriyelilerin yıllarca kalabilmesinin nedenlerin biri de bu. üstelik bu insanlar yabancı işçi değil sığınmacı konumdalar. bu insanlar yıllarca çok daha düşük ücretle çalıştırıldılar. o insanların emeklerini sömürenlerin keyfi yerindeydi. düşük ücretle çalışmayı kabul etmedikleri için işsiz kalan kalan yereller ise bu duruma öfkelendiler ve şimdi kaynağı ekonomik sorunlara dayanan, ama milliyetçi maske takmış bir dizi toplumsal sorunla boğuşuyoruz. şimdi kimin hatası var burada? suçlu kim?)

    milliyetçi ideolojiye sahip siyasi elitlerin ürettiği politikalar yerel ideoloji beslemeye yarıyor. dahası, bu politikalar sınıfçılığı da destekliyor. etnik ayrımcılıkla/ırkçılıkla perçinlenen sınıfsal ayrım iyiden iyiye büyüyor; çünkü gelen yabancıların toplumla entegrasyonunu teşvik eden başlıca etken, yabancının ait olduğu sınıf ya da sosyoekonomik konumu. bu ırksallaşmış sınıfçı ideoloji, işçi sınıfına ait yabancıların kabul edilmeyip istenmeyip geçici olarak istihdam edilebilir ırklar olmasını doğal görüyor. geldikleri düşük sınıf nedeniyle topluma fazladan yük bindireceklerine ilişkin bir algının olmasının yanı sıra bu insanların daha farklı gözlemler altında tutulmaları gerektiği düşünülüyor.

    birleşik arap emirlikleri, katar, ve singapur gibi yabancı yaşayan sayısı yerellerden çok daha yüksek ülkelerde ev içi hizmet vermesi için getirilen işçilerin tüm yabancı işçiler içindeki oranın yüksekliğinin, toplumun büyük bölümünün köle olarak hizmet ettiği ilk çağlarla benzerliğinin çarpıcı olduğu söylenebilir. kölelik modern çağlarda da ücretli olarak devam ediyor. üstelik bazı durumlarda ücretli bile değil.

    tüm bu gerçeklere, bu yaşananlara bakıldığında meselenin yabancı olmakla sınırlandırılamayacağı, asıl sorunun düşük değer atfedilen işleri yapan ve onları yerleri kolayca doldurulabilen insanlar olarak gören, arasında geçişin olmadığı, hakkaniyetsizlikten doğan sınıflı toplumsal yapıda olduğu rahatlıkla söylenebilir; çünkü yabancı işçilerin yaşadıkları hemen her şeyi etnik kimliğinden/milliyetinden bağımsız olarak işçilerin çoğunluğunun yaşadığı açıktır. ancak, düşük sosyoekonomik konumla birleşince ekonomik olarak güç etnik gruptan/milliyetten farklı bir etnik kimliğe/milliyete sahip olmanın, sınıfsal ayrımcılığın yanı sıra etnik ayrımcılık gibi sorunları yaşamakla sonuçlanabildiği da göz ardı edilmemesi gerekir.

    işlerin değerleri de sosyal olarak yapılandırılmış olup işgücünün önemli bir bölümünü oluşturan işlerin çoğuna düşük değer atfedilmesinin başlıca nedeni, bu işleri yapanlara en düşük ücreti verebilmektir. işler “beceri gerektirmeyen/düşük beceri gerektiren” olarak sınıflandırılarak bu işleri yapan insanların yaşamlarına da değer verilmiyor. insanın içine doğduğu sınıf sosyoekonomik konumunu belirlerken onun hangi hizmetlerden yararlanacağını, nasıl bir eğitim alacağını, nelere erişeceğini, neleri hiçbir zaman edinemeyeceğini, alışkanlıklarını, zevklerini, hatta ne kadar yaşayacağını, kısacası nerede nasıl bir ömür süreceğini belirliyor. yaşamı boyunca belirli becerileri kazanmak için hiçbir olanağı olmayan, o olanaklara hiçbir zaman erişemeyen insanlar, toplumun en büyük bölümünü oluşturan o insanlar, bulundukları durumu değiştiremeden en düşük koşullarda yaşıyor ve ölüyorlar.

    aslında mesele sınıf atlayabilecek şansa sahip olmak değil. mesele; sınıfların olmadığı, insanların eşit koşullara doğduğu bir toplumda doğup büyümek; ama yaşadığımız düzen bunu sağlamak bir tarafa, bunun olmasının önüne geçmek için tasarlanmış durumda.

    1 kişinin milyarları varken milyonlarca insanın açlık sınırında sürünüyor olmasının hiçbir geçerli nedeni olamaz.

    herkes eşittir; ama bazıları daha eşittir.

    not: ilerleyen zamanlarda beyin göçü üzerine yazmayı düşünüyorum.

    ek: anlatım bozukluğu giderildi. uyarı için osuruktan teyyarenin kabin amiri'ne çok teşekkürler.
  • "kör olsun gurbetin kahrı bitmedi" diyen hayatı oradan oraya göçerek geçmiş bayburtlu zihni, karacaoğlan gibi halk ozanlarının göç dizeleri olması boşuna değildir. yaşadığımız bu toprakların insanı yüzyıllardır göçü iyi tanır.
    biz de göçle geldik.
    (bkz: anadolu'nun 5000 yıllık göç ve savaş tarihi)

    anneannem anadolu insanıydı. ömrünün sonunda bize konuk oldu. hep az görüşmüştük ve ben başka bir kültürde büyümüştüm, dilini bile zor anlıyordum. tabii ki türkçeydi ama kendinceydi. "rus" sözcüğünü duyduğunda, zamana yenik o kirpiksiz, artık feri kaçmış, küçülmüş gözleri korkuyla açılırdı.
    ilk gençliğimde artık o çok yaşlıydı. bir anısını sürekli, sayıklama gibi tekrar ettiğini hatırlıyorum. "rus geliyor dediler, her kötülüğü yapar bunlar dediler, başka köylerde neler neler yapmışlar, köyümüzü terk ettik. uzun bir kafile yollara düştük. erkek bebem vardı, kucağımda taşıyordum. gece gündüz uykusuz yol alıyorduk, bir de baktım nefes almıyor. düşürmemek için göğsüme bastırmışım. orada bir yere gömdük. bizim az erzakımız vardı, yarı aç yarı tok idare ediyorduk. adamlar açlıktan otları yediler, karınları şişti, bağıra bağıra öldüler.."

    bunları söylerken çoğu zaman yüzümüze bakmazdı, bir keresinde yatağında oturur halde sırtını yastıklara dayamış, saçını ördüğünü hatırlıyorum, cılız beyaz bir tutamı başının yanına almıştı, örüyor, karşıya bakıyordu, duvara.
    acısını göstermek mi istemiyordu yoksa yaşadığından mı utanıyordu, bilmiyorum. ben de bir utancın suç ortağı gibi fakat daha çok sanki acıdan parçalarına ayrılacak da tuz buz olacakmış endişesiyle suskun, yanı başında öylece duruyordum.

    sonraki yıllarda sandık ki, uygarlık böyle felaketlere neden olmaz. o zaman kapitalizm kavramı ile yeni tanışıyorduk. emperyalizmi zar zor söküyorduk.
    dünyanın şurası veya burasında sürekli bir savaş hali olmasını sağlayan ne savaş lordlarından, ne silah lobilerinden haberimiz vardı. soğuk savaşı en büyük felaketimiz sanıyorduk.

    hele göçe neden olacağını bile bile, insan hayatları için parlamentolarda savaşa evet anlamına gelen oylamalarda el kaldırılacağını, demokrasi getiriyoruz diye deniz aşırı ülkelerin istila edileceğini, insanların politik ve ekonomik çıkar için "bak ayarınızı bilin, gönderirim haa, " denerek, kalkan gibi kullanılacağını bilmiyorduk. kore, vietnam bir daha yaşanmaz diye düşünüyorduk. dünya büyük paylaşım savaşları dahil bu savaşlardan dersler almış olmalıydı.

    artık göçler anneannemin göçü gibi değil. dünyanın güneyi ve doğusu kitleler halinde kuzeye ve batıya göçüyor. binlerce kilometre yol almaktan, insan kaçakçılığının hatırı sayılır bir geçim kaynağı olmasından söz ediyoruz.

    (bkz: 19 temmuz 2021 afgan istilası)
    (bkz: binlerce afgan mültecinin türkiye'ye girmesi)
    (bkz: türkiye'deki korkunç afgan istilası)
    (bkz: 17 temmuz 2021 ankara-niğde otobanı afgan istilası)

    küresel sömürü fakiri daha fakir zengini daha zengin yapınca, ilahlar çıkarları için o ülkelerin yapı taşlarını yerinden oynatınca, bölüp, yönetirken işine gelen gurupları silahlandırıp güçlendirince insanlar baskı altında yurtlarından kaçıyor.
    onaylamasam da kişisel olarak "ben yapmam" desem de bir gün herkesin vasıflı ya da vasıfsız bir mülteci olabileceği ihtimalini zihnimin bir yerinde tutuyorum.
    göç, biliyorum, klişe gibi, bir insanlık dramı; ne göçen mutlu ne göçülen ülkenin insanı. sadece göç üzerinden para kazananlar mutlu.

    bu ülkenin ağa babası, para babası, sermayedarı çobanından akla gelecek her iş koluna, mülteciyi çalıştırıyor. bunlar fiilen üretime katılıyor fakat iş gücü rakamlarına dahil edilmiyorlar. çoğu kayıtsız olan bu "yedek işsiz deposu" her sektörde ücretleri düşürmüş durumda.. işsizlik bu ülke insanının ilk sıralardaki sorunuyken, mülteciler bu sorunu iki açıdan olumsuz etkiliyor; işinizi bir mülteciye kaptırmazsanız, düşük ücrete çalışmak zorundasınız.
    şimdilik en kötü işleri yapıyorlar ama birkaç kuşak sonra yazılımcı olmaları hiç sürpriz olmaz.

    tabii ki konuya önce insani bir perspektiften bakacağız, mecburuz çünkü insanız. lakin nereye kadar?
    bu insanlar yaşamak istiyorlar.. ağır bir din baskısı altında, dünyevi her şeyin yasak olduğu sadece öbür dünya için yaşamaya koşullandırıldıkları ülkelerinden hem özgürce yaşamak hem de daha iyi hayat koşulları için göçüyorlar üstelik "geliyoruz, müsait misiniz?" demeyen zor bir misafir gibi.

    bu ülkeye kırık bir ingilizce ve neredeyse iyi denebilecek bir türkçe ile girerken belli ki bir hazırlık sürecinden geçmişler ve biz onların orta çağ'da yaşadıklarını söyleyeduralım, onlar amaçları doğrultusunda kendilerini geliştirmişler.
    sonraki amaç, bilindiği gibi, batıya kaçmayı başaramazlarsa, burada yerleşmek, çoluk çocuğu buraya almak, sınırsız çoğalmak.
    bunun sonuçlarını herkes biliyor. fazla değil, 10-20 yıl içinde afganlaşmış bir türkiye.. demografik, sosyolojik, antropolojik bir değişim oluşurken yaşanacak sancılı bir süreç.
    (bkz: caddebostan sahilini suriyelilerin istila etmesi)

    hızla artan nüfusları nedeniyle, hem ülke hem yerel yönetimlerde temsil hakkına sahip olacakları, dernek zaten ilk kurdukları oluşum, parti bile kurabilecekleri ve bu ülkede söz ve karar sahibi olabilecekleri kuvvetle muhtemel.

    suriyelilerle başlayan entegrasyon ve benimseme problemi kültürel uçurum, gelenek ve göreneklerdeki ciddi farklar, dinin bile farklı yorumlanması gibi nedenlerle kangrene dönecek. eğitim ve iş bulma olanakları nedeniyle doğan çocukların suça karışma oranı artacak. son yapılan çalışmalar suriyeliler için bu oranın arttığını söylüyor.

    sorumlu olan, afganlar değil, suriyeliler de değildi. konuya iyi niyetle insani yaklaşanlar da değil. (konuya belli bir niyet ve çıkarla yaklaşanlar, bazı kuruluşların sözcüsü olanlar konumuz dışı.)
    neden bir adım ötemizdeki yunanistan'a tek mülteci giremiyor, neden her yerden ölümleri pahasına botlar geri çevriliyor?
    çünkü göçle oluşan müslüman nüfus avrupa için hâlâ bir sorun olmayı sürdürürken, içinde ışid, taliban gibi terörist odakların üyelerini de barındırma ihtimali olan yeni bir göç dalgası ile bu nüfusun artması, bir kâbus senaryosu.
    bir şekilde girenler mültecilere ayrılan yerlerde ve sıkı önlemler altında yaşıyor.

    ab, neye yeteceği belli olmayan, nereye gittiğini kimsenin bilmediği fonlarla türkiye'ye mülteci bakım evi görevi yüklemiş durumda fakat daha acısı türkiye buna talip. hükümet mültecilerle ilgili, olmayan politikasıyla övünüyor.
    hiçbir fon maalesef, ekonomik ve sosyal maliyeti telafi edemez.

    tuik tıpkı ölüm rakamları gibi, son göç rakamlarını açıklamadı. ülkemizdeki mültecilerle ilgili sağlıklı bir kayıt tutulmuyor.
    avrupa'da yayımlanan bir araştırmaya göre ise, yanlış hatırlamıyorsam, 10 binin üzerinde mülteci çocuk kayıp. organ mafyası, fuhuş, v.s

    daha iyi bir dünya için elimizden bir şey gelmiyorsa, halk olarak bütün yükü üstlenmemiz hiç adil değil.
    bu konudaki devlet politikasının gözden geçirilmesi, bizim ise yeni ve doğru politikaların oluşturulması için doğru yöne kanalize olmamız gerekiyor.
  • türk pop müziğinde, yerinden hafifçe yana kaymasıyla bile depreme sebep olabilecek nitelikte yapı taşı teşkil eden kutsal albüm.

    1. gidelim buralardan
    2. sen beni öldürüyorsun
    3. aşk olmalı
    4. bir şarkı tut
    5. ağlama gönlüm
    6. nazlı ay
    7. göç
    8. işiniz gücünüz yok mu yani
    9. çocuk kalbim
    10. vesaire

    ayrıca albümle aynı adı taşıyan göçlere gebe bir naz şarkısı...
  • bir nazan oncel klasigi. 1995 tarihli turk populer muzigine damgasini vurmus muhtesem albumle ayni adi tasiyan parca.

    kalp caysa da vur kiyilarima
    yagmur ol yag bana
    gül solsa da dur kapilarima
    müjdeler ver bana
    gögsünde avutsaydin
    uzanip da öpseydin
    beni sevseydin sevseydin
    söylemesen de anlardim
    gel kiyilarima kapilarima gel bana
    gel odalarima gir uykularima
    tutulaydim ay yerine
    ask her yerde
    göc her mevsim
    uzanamadim ellerine
    biraz cocuk kalsaydim
    elinden su icseydim
    beni sevseydin sevseydin
    konusmasan da anlardim
    gel odalarima uykularima
    gel bana
  • *
    eskiden(di) çok eskiden...
    çoğu kereler günleri sokak kızı naz ile geçirirken...
    böyle yazılmış(tı) göç, onu, bir türlü gelmeyeni beklerken...

    >gidelim buralardan<
    ~yükleyin ne varsa gönlüme demlensin
    ayrılığın üstüne hasretim eklensin
    beni geçirmeye yalnızlığım gelsin
    ya dönülür ya dönülmez kimse üzülmesin~

    unut(ma)mak için seni; yüzüğümü bir parmağımdan diğerine geçiriyorum...
    ve yüzünü aradığım yerlerdeki otellerden ötekiler(in)e geçiyorum...
    oralarda da yok(oluyor)sun ya da ben bulamıyorum...
    bir berduş gibi kentlerin pasajlarında gezinip duruyorum...
    ve bir zaman sonra aynı yerdeliğe dayanamıyorum...
    en azından buralar gitsin. diyorum. yoksa seni bulamıyorum...
    hem bak sensizliği de hiç mi hiç alışamıyorum...

    kitaplar, yalnızlıklar, yavşayan saatler...
    dışarda şehir; yani, kaçak gecekondular, betonarmeler ve üzerilerinde kendine bile kapalı pencereler...
    gittiğin her yerde ben var(d)ım; çünkü tüm yaşamımızda olanlar sadece bir kereler...
    geldiğim her yerde sen yoktun; çünkü gördüklerimiz sadece gerçeklerden ibaret değiller...
    ne kadar uzundu, o yaz mevsimleri, kumsallar, o güneşli günler?...
    tabi ki sadece seninle beraber geçenler!...
    şimdi anılar üzerinden geçişen kısa cümleler...
    ve de bir türlü geçmeyen geceler...
    çabuk geçiyor ama güya sonsuz olmayan seviler...

    >sen beni öldürüyorsun<
    ~ne kadar kaçsam kendimden,
    bir o kadar yakalanırdım.
    ne kadar seni istesem,
    sen hiç yanımda olmazdın.~

    bu dışımdaki keşmekeşten kurtulursam...
    ve kapılarımı içime dönük açıp kendime kapanırsam...
    -sanmıştım ki- sadece saklanmış olacaktım...
    saklanırsam -sen bulasın diye- saklı kalmayacaktım...
    hep kendimi bana ragmen sana sakladım...
    aslında tutmayacak bir büyüye kapılmıştım...
    aramızda hiç bir mesafe olmadığına kendimi inandıramadım...
    senin tarafından yeri bile bilinmeyen bir hazineydim ve da tabiki bul(un)amadım...

    ama artık hayatın yaşandıktan sonra öğrenildiğini biliyorum...
    ve gene aynı hayata rağmen kendimi büyütüyor(d)um...
    şu kendine bile dilsiz susku(nluğum)dan payıma düşen ne ise,
    ona sadece bir ümitli bir isim takabiliyorum...
    adı -imkansız- aşk hissediyorum..
    adı; birbirini denklemeyen, aksine eğreltileyen her şeye rağmen;

    >aşk olmalı< !!!
    ~olmalı aşk olmalı
    cevabı evet almalı
    kalbim elden gidiyor
    biraz çabuk olmalı~

    yoksa neden "her zaman aşk kazanır"a inanayım¿...
    ve bu durakta aynılara soyunarak bekleyen hep ben olayım¿...
    ama her seferinde gelemeyişinden dolayı yalnız kalayım¿...
    neden artık kalbim elden giderken bir "evet" cevabı almayayım¿...
    artık beklentisizliğe dönüşen beklentilerin içinde boğulayım?...

    geleceksen gel, ben en yakın saatte gidene biniyorum...
    bitsin artık bu melodram aynı rolde oynayamıyorum...
    seni bekleyen beni bırakıyorum...

    >bir şarkı tut<
    bu ayrılığımıza. senden gidiyorum...

    ~gün geceyle barışırken
    zor günlere alışırken
    bulutlandım dağlandım
    tam güneşe kavuşurken
    biri kaldı biri gitti
    biri yalnızlığı seçti
    bu masal da burda bitti.

    bir şarkı tut senin olsun
    bir şarkı tut benim olsun
    yalnızlık yalnızlıktır
    zor dayanıyorum~

    mutlu aşklar kimler için ifadeliydi?...
    mutluluk bilinirdi ama tanınmazdan gelinirdi...
    insanlar -niyeyse- hep imkansızlığı severdi...
    ve hep birileri gitmeliydi...
    ya da yalnızlığı seçmeliydi...

    ya da bir kere bile gelmemeliydi...
    ayrılıklar duygularla kol kola gezmeliydi...
    ayrılanlar artık sadece yalnızlıklarını sevmeliydi...
    senin sevecenliğin de benimki gibiydi...
    bir zamandan sonra sadece kendineydi...

    şimdilerde, giderayak çaresizim biliyorum...
    >ağlama gönlüm<
    ~bir ben miyim bu kadar az bu yoksulluktur
    ne haram yedim ne eğildim bu yalnızlıktır
    ya çok sevdim unutuldum
    ya birinde çok şey buldum
    bir gecede aşka durdum~

    diyorum...
    dayanamıyorum...
    ağlıyor(um)...

    düzgün durmaya çalışırken kendimi tüketerek azalıyorum...
    ben ki; yeni bir şehre vardığımda epriyen sevilerimle vedalaşıyorum...
    ya çok seviyorum; sevince yeniliyorum. beni bırakıyorlar, unutuluyorum...
    ya da seviliyorum; o beni seviyor iyi de ama ben onu gerçekten seviyor muyum?...
    üşüşen sanrılar eşliğinde kapatarak duygusal hesaplarımı hep yoksullaşıyorum...
    sonra geceleri uzun uzadıya yalnızlığı tadıyorum...
    yoksun ama, niyeyse hep buradaymışsın gibi hissediyorum...
    >nazlı ay< gökyüzünden; "ben şahidinim" diyor duyuyorum...
    ~nazlı ay
    git ona söyle
    ah gücüme gidiyor
    yalnızlığım böyle
    ah bu inadından
    az mı ağladım ben~

    ayın nazlı yakamozlarını karşılıksız aşkın tutanağına geçiyorum...
    karşılıksızlık yeri geldiğinde kendini gösteren bir yanın...
    ve pişmanlıklarımı, özürlerimi, geri dönüşlerimi önemsemeyen inatlığın...
    unuttun mu, bunlardandı beni yerli yersiz ağlatışların...
    ama sen gelmesen de yanıbaşımdasın...
    belki yeni terkettiğim eskiyen duraklardasın...
    belki de gidemediğim -için bu kadar- uzaklardasın...

    düşününce üzerine uzun uzadıya; sanırım, birbirine dönüşlü iki kişilik yolculuktu yaşadığımız...
    belki de hayata tahammül edemeyip birlikteliğe soyunamıyorduk...
    ve böylece içerilerimize >göç<e meyilleniyorduk...

    ~kalp caysa da vur kıyılarıma...yağmur ol yağ bana...
    gül solsa da dur kapılarıma...müjdeler ver bana...
    göğsünde avutsaydın...uzanıp da öpseydin...
    beni sevseydin sevseydin...söylemesen de anlardım...
    gel kıyılarıma kapılarıma...gel bana...
    gel odalarıma gir uykularıma...tutulaydım ay yerine...
    aşk her yerde göç her mevsim...uzanamadım ellerine...
    biraz çocuk kalsaydım...elinden su içseydim...
    beni sevseydin sevseydin...konuşmasan da anlardım...
    gel odalarıma uykularıma...gel bana...~

    senden sonra kaç mevsim göçüp gitti sofamdan, saymadım...
    akarak yenilendi; günaymadımlarımla beraber gündüzlerime eşlik etmeye başlayan yalnızlıklarım...
    kıyılarıma, kapılarıma, odalarıma yani bana gelemediğin içindir şu naçizhane aylaklığım...
    kırıklarını bir türlü kestiremedim yaşam uçlarımın...
    her şeyimi uçurumsever gibi dibini merak ederek yaşadım...
    her şeyin kaynağı senken onu bile pek başaramadım...
    ve artık elsiz bıraktığın ellerimde kalan; sadece alnımla bütünleşik kırışıklıklarım...

    dudağımda fakir ama gururlu hıçkırıklarımla; ha ağladı ha ağlayacak gibiyim...
    her bozuk karakterime yakınlaştıran kendime uyanışımda yorgun ve kederliyim...

    artık, içimde boğulan bu ruhla geçmiyor usumdan hüzünlenmek bile...
    geçmişli yaş(am)ımın getirisi mi ne?...

    hem, bak kuşlar da gidiyor...
    şimdilerde onların ötmeyişleri...
    ömrümüzden birilerinin kopup gitmesi belki de...
    ama ne kadar algılıyoruz bunu bilinmez...
    >işiniz gücünüz yok mu yani< diyorlar, zaten bunları düşününce...
    ~huyunuz, suyunuz, katsayınız,
    eften püften manzaranız,
    zaaflarınız, kayıplarınız~

    ile bambaşkasınız...
    ama sanırım bir şeylere biraz geç kalmışsınız...
    diyorlar sonra tanıştıklarımız...

    ama ah,
    >çocuk kalbim<...
    ~bir kuş olsam uçsam derdim
    biraz kahrını çeksem derdim
    o şehirde bir vurulsam
    ölsem derdim
    yok be kalbim böyle ölme
    itiraf et söyle sen de
    herşey eski dönmek yok
    ah ne çare~

    kalbim, göremiyor başka şeylerin davasını...
    bir böyle çocukluklara, bir de aşka bağlı...

    ve son(ra)lar(ı) senden iyi dilekler...
    içine kendini koymadığından benim için sadece...
    >vesaire<ler...
    ~sever gibi görünmeler,
    uzak uzak mesafeler~

    gibi sadece bir vesaireden ibaretler...

    gidemiyorum işte. susuyoruz birbirimize kana kana...
    gidemiyorsun işte. duruyoruz (b)öyle yan(a)yana...
    upuzun mektuplar yazardım ya sana...
    al onlardan birisi gibi sevgilim; kalbinin üstünde sakla...
  • nazan hanim'in en derin ic hat seferi olmakla kalmayip, su ulkenin gordugu gorecegi en guzel uc bes albumden biridir, diye dusunuyorum..*
  • huzur dolu bir albüm*... ya da hüzün... türk müziğinde yapılmış en iyi işlerden biri... ilk melodisinden itibaren alır götürür.. gidelim buralardan... dayanamıyorum... öyle kırık öyle güzel bir ses... aşık olmamak ne mümkün.. sen beni öldürüyorsun... sen bunu bilmiyorsun... ah ulan dersiniz... olmalı, aşk olmalı... gel benim kömür gözlüm... bir şarkı tut senin olsun... yalnızlık yalnızlıktır... ağlama gönlüm, gönlüm ağlama... ahhh... nazlı ay... git onun ülkesine... git onun beldesine... beni sevseydin sevseydin... söylemesende... anlardım... aşk heryerde... göç her mevsim... yakar derinden... işimiz gücümüz yok mu yani... bilmem anlatabildim mi... benim şehrim.. çocuk kalbim... yüküm ağır çeksem diyor... ah ne çare... vesaire... vesaire...
    alır götürür böyle... nerede olursanız olun... ne halde olursanız olun... vurucu bir etkisi vardır bu albümün... bir eşi bir benzeri yoktur... kalbimizi yakmıştır... aşık etmiştir... gecenin ikisinde nazan hanımı aratmıştır... bulamayıp prodüktörüyle kavga ettirmiştir.. göç ettirmiştir yeri gelince... kim bilir daha neler neler yaptıracaktır..
  • national geographic channel'daki bir belgesel. bu belgesel ya bir gerizekalının ürünü ya da tamamen taraflı, insanların beynini yıkamak için hazırlanmış bir belgesel. olay şu:

    orta asya'da ipekyolu'ndan önce var olduğu saptanmış bir medeniyetin izine rastlanmış. ölülerini mumyalıyorlarmış ve erkekleri atlarıyla, kadınları kaz tüyü şapkalarıyla gömüyorlarmış. ayrıca erkeklerin yanlarında silahları da varmış gömüldükleri yerlerde. ilk defa pantolon giyen ırkmış. neredeyse tüm kumaşların üzerinde ekoseye benzer kilim desenleri bulunuyormuş. dna testlerinde orta asyalı bir ırk olduğu saptanmış, ancak çinli değillermiş. ama asıl mesele şu: belgeselde 1 kere bile "türk" ifadesi yer almıyor. tüm deliller gösteriyor ki, bulunan mumyalar bariz bir şekilde türk özellikleri taşıyor. kilim desen, atla birlikte gömülme, kadınların kaz tüyü şapka takmaları, kılıçlar, dna testi vs. vs... ama belgeselde bir kere bile türk lafı geçmiyor. hatta özellikle kamufle ediliyor. güya o tarihlerde doğuda çinliler, batıda avrupada çok uzak ırklar varmış ama sanki bulunan mumyalar iskoç gibiymiş -bak bak-.. iskoç ne alaka amk? güneyde hintliler varmış, onlar da değilmiş... aaaallah allah..... avrupayla asya arasında köprüymüş bu kayıp ırk... ama şimdiye kadar kim oldukları bulunamamışmış.

    resmen bir ülkeye "o zamanlar orada bir ırk vardı ve sizinle alakası yoktu, onlar biz avrupalıların atası, siz barbar tarihsiz bir kavimsiniz" imajı yerleştirmeye çalışıyorlar bilinç altımıza.

    fetullah gülen bedduası edilesi kanalın beddua edilesi belgeseli. yuh diyorum.
  • kimbilir kaç gece,umursamaz gösterdiğim,deli takıldığım günün ardından ağladım bu şarkıda yatmadan önce. artık unuttum desem de herkese,inansa da herkes,nasıl da çıkarıverdi içimdeki her şeyi nazan'ın çağıran sesi. ve nasıl çıkarıyor hala,nasıl hatırlatıyor bana bir buçuk sene önce "işte bu sefer buldum doğru insanı,ondan fazla kimseyi sevemem artık ve ne olursa olsun bırakamam onu" dediğim geceleri,gelen mesajları,sen benim herşeyimsinleri ve sonra birkaç damla gözyaşı ve pencereden görülen sisli otobüslerin eskişehir e gitme ihtimalleri arasında şimdiki halimi...

    biraz çocuk kalsaydım
    elinden su içseydim
    beni sevseydin sevseydin
    konuşmasan da anlardım

    göğsünde avutsaydın
    uzanıp da öpseydin
    beni sevseydin sevseydin
    söylemesen de anlardım....
  • bir zamanlar yanılmıyorsam hürriyet gazetesi'nin bedava dağıttığı, benim de rastlantı sonucu "amaan, tayfun'u ne yapıcam, bu daha güzeldir kesin" diyerek aldığım, ilk dinlediğimde odamın kapısını kilitlediğim, hala da dinlerken ağladığım, kendimi kaybettiğim, eşliğinde bir paket sigarayı rahatlıkla yiyebileceğim, sadece nazan öncel'in değil, türk pop müziğinin bence en güzel albümü. tüm şarkılar nazan öncel'e aittir. sanırım tüm gitarlar da öyle. yapımcı naz müzik de tahminimce nazan öncel'in şirketidir. kadın kartoneti bile elleriyle yazmış. ellerine sağlık
hesabın var mı? giriş yap