• todd haynes`in iyiden kendini kanitladigi film bu. haynes hem oyku anlatma hem de sinema dili acisindan cok yetenekli bir yonetmen. far from heaven`da 50lerde gecen bir oykuyu anlatirken 50lerin sinema dilini kullanarak hikayeye cok ilginc bir perspektif katmis. pleasant ville orneginde de hatirlanacagi uzere 50lerin ornek ancak neredeyse renksiz amerikan aile modeli uzerinden gelisen bir hikaye var onumuzde. 60larla birlikte cinsel devrimi yasayacak ve derinden sarsilacak aile bilincini sorgulamak icin cok dogru bir yer seciyor haynes. ancak filmi daha ilginc kilan haynesin bicimsel secimi. haynes kurgudan goruntu yonetimine, jenerikten, araba cekimlerinde mavi ekran kullanmaya kadar tamamen 50lerin sinemasina ozgun bir dili kullaniyor. film bu haliyle 50lerde hic anlatilmamis bir oykuyu sanki o zaman anlatmanin derdinde.
    haynes'in far from heavendaki karakterler ozellikle de frank cok saglam cizilmis. frank karisi onun gercek kimligini anlayincaya kadar ornek aile babasini oynuyor. ancak gercekler ortaya ciktiginda karisinin destek veren tutumuna ragmen icine dustugu kizginlik karaktere epey derinlik katmis. frank 50lerde filminde soyledigi uzere amerikalilarin genel tavirlari olan sorun yokmus gibi davranmayi yegliyor.
    hikayenin ana ekseninde yer alan irkcilikta yine ayni motif uzerinden islenmis. kimse alenen irkci oldugunu kabullenmese de, alisilagelmis kurallarin disina cikmaya calisan bir diger tabiriyle ayan* her karakter toplumun sallanan koca parmagiyla karsilasmayi goze almak durumunda.
    haynes 50lerin atmosferini tamamen postmodern yer yer komik bir sekilde gozumuze sokarken, o yillarda dayatilmaya calisilan amerikan hayatinin ne kadar sterilize ne kadar ozel kosullar icin tanimli dar bir giysi oldugunu son derece şık bir sekilde vurguluyor. mccharty`nin yaftalar dunyasina denk dusen bu donemde zenci degil insan oldugunun ayirdina varmak da kocanin escinsel oldugunun farkina varmasi da benzer sonlara yelken acana kucuk hapishanelere donusuyor.
    haynes bir onceki filmi velvet goldminedakine benzer bir sekilde kisisel hikayelerden carpici bir donem filmi cikarma yoluuna gitmis. pek de basarili olmus.
  • basta douglas sirk'unkiler olmak uzere ellili yillarin hollywood melodramlarina ozenerek yapilmis film. daha girisindeki muzik ve yazi karakterlerinden belli. ayrica hikaye de o donemde gecmekte, klasik bir melodram. ilaveten film boyunca hersey 'soylenmeyenler' uzerinden gelismekte, sonunda da 'hueeee, nerde benim mendilim' seklinde birakmakta seyirciyi. ama tabii ki bir takim alayci seyirciler cikacaktir, 'nedir bu yahu, sacma sapan' diyecektir, ki o seyirciler zaten gelmesin bu filme. nerde benim mendilim?
  • adinin zavalli cathy yahut cathy'nin aci dolu dunyasi diye turkce'ye cevrilmesinin daha isabetli olacagi film. zati teyzem gun yuzu gormuyor, ayip yani..
  • todd haynes'in filmi. ozenmekten cok bir saygi durusu, en cok da douglas sirk'e saygi durusu. filmin acilis sahnesi all that heaven allows 'un neredeyse kopyasi. kamera hareketi, renkler... renkler demisken douglas sirk kirmizisini her kareye koymus haynes. yapraklarda degilse, paltoda, orada degilse arabada. mutlaka o tutkunun rengi var. kirmizi yapraklarla aciliyor film zaten, ama olaganustu bir sinema dili olan haynes kucucuk bir dokunusla derin bir of cektirtiyor filmin sonunda. acilistakine bezer bir kamera hareketiyle sonlaniyor film, bu sefer agacta beyaz cicekler. bahar mi gelmis olum mu bil(e)miyoruz. artik beyaz neyin rengiyse o.
    youtube de aradim ama bulamadim, cok etkileyici sahnelerden biri de cathy'nin tren istasyonuna gittigi sahne. bir sey soylemek icin degil, kalmaya ikna etmek icin bile degil, oyle raymond'un gozlerine bakip sessizce hoscakal demek icin. daha da etkileyicisi raymond'la aralarindaki bu sessiz dil. raymond da 'cathy gelmene cok sevindim, gitmeden seni son bir kez gormeyi cok istemistim' falan demiyor. trenin merdivenlerinden el salliyor cathy'e kirik bir gulumsemeyle. tren hareket ediyor. bir istasyonun o halini gormek pek nasip olmaz. yolcular trenle ayrilir istasyondan, yolculayanlar sevdiklerinin ayrilmasiyla... 5 dakika icinde yuzlerce insanin ve sesin oldugu istasyon bombos bir yere donusur. iste o ani goruyoruz, istasyonun kani cekilmis, bombos, sessiz anlamsiz halini. tren giderken de kamera ayni cathy raymond'a 'yapamam' dedigindeki gibi uzaklasiyor.
    douglas sirk, fasbinder ve haynes ucgeni uzerine yazilan makaleler oldugunu, okumamis olsam da, biliyorum. o nedenle bu konuda bir tespit amerika'yi yeniden kesfetmek. yine de, defalarca alintilanmis bir siiri bu kez de kendi hislerine tercuman etmek icin alintilayan meftuna ozgu bir kirilmayla: parmakliklar arkasindan, bir aradaliklari imkansiz insanlara bakan gozler, hapsedilmis tutkular ve o hapse tikilmis insanlari parmakliklarin arkasindan ama hep 'disarda' ceken bir kamera. todd haynes'in douglas sirk'un konustugu dilden ona saygi durusu. bu kadar gec izledigim icin uzgunum.
  • --- spoiler ---
    noel akşamı sahnesinden , cathy nin kocasına tatile gidilebilecek yerlerin broşürlerini uzattığı sahneden başladım izlemeye ve bu sahne, ayşegül kitapları vardı eskiden, 'ayşegül dört mevsim' de ki noel akşamı resminin aynısı.. arkada çocuklar var,bi kız bi erkek..erkeğin önünde oyuncak tren var, yerde onunla oynuyor, anne babaya yarı sarılmış bişiler gösteriyor..noel çamı arkada, ışıklı..izlemeye devam ettim ve film postmodernizmin süper bir örneği naçizane fikrimce. turn upside down dierek ince ince bir sürü konuya dalmış.. tamamını izlemek ve şu ayşegül ü resimleyen ressam ın adını vermek dileğiyle..

    --- spoiler ---
  • müthiş bir film, eksikleri var insanda bir patlama noktası oluşacakmış hissi bırakıyor ama bir bakmışsın filmin sonu gelmiş hala o duygu giderilmemiş evet bu doğrudur. ama gene de iki hassas konunun üstünde durulurken eline yüzüne bulaştırmadan çok güzel anlatmış film. eşcinseller ve siyahlar bir zamanların en çok ötekileştirilen insanları hatta günümüzde bile eşcinsel karşıtlığı koyu bir şekilde devam edebiliyor. kadınınsa bu konunun tam ortasında sıkışan biri olmasına rağmen verdiği tepkiler, olaylara bakışı çok iyiydi cidden.

    bir diğer güzellik ise filmin o büyüleyici renkleri. doğa ve kostümler, mekanlar öyle ahenkli bir şekilde bütünleşmiş ki izlerken tam bir görsel ziyafet yaşadım. hele o kırmızıların, sarıların tonları yok mu içim gitti, eridim resmen.

    konu çok sarsıcı değil, belki de tek eksikliği burası. hikaye çok olağan anlatılmış, kırılma noktası olmamış bu yüzden sanırım izleyecek birçok kişi için çok etkileyici olmayacaktır. ama gene de anlatmaya çalıştıkları yeterince iyiydi, herkese şiddetle izlemesini tavsiye ederim.
  • 40'lar, 50'ler'in filmlerini severim. lakin bazı yönleriyle insanı boğabilen filmlerdir bunlar. karı ile kocanın yataklarının ayrı olması ve muhakkak o yatakların arasına bir adet komidinin olması (seksi çağrıştıracak hiçbir şeye yer yok), öpücüklerin çok kısa olması ve dudakların birbirlerine bastırılmasından ötesine geçmemesi aile içindeki sorunların halledilip hiçbir sorunun olmadığının, amerikan aile yapısının süperden de öte olduğunun izleyiciye dikte ettirilmesi, bununla birlikte bu aile yapısını övdükçe övmesi, farklılıklara izin vermemesi bu dönemde çekilen filmlerin kötü özellikleri. epey muhafazakar bir dönemdi. tabi amerikan rüyasını da satmaya çalışıyorlardı bu filmlerle.

    spoiler...

    todd haynes'ın bu filmi de 50'lerde çekilmiş filmler gibi başlıyor. jenerikteki yazı tipi bile o dönemleri hatırlatmakta. jenerik biter ve hikaye anlatılmaya başlanır. film başlar başlamaz bir yapmacıklık hissetmek mümkün. ilk sahnede julianne moore rol yaptığını fazla hissettirir. eh yönetmenin de amacı tam da bu zaten. çok mutlu bir aileyle karşılaşırız. çocuklar mutlu, anne mutlu, baba mutlu. ailenin arkadaşlarıyla ilişkileri çok iyi. bu yapmacıklık kadının eşini başka bir erkekle basmasına kadar devam eder. tabi arada siyahi beyefendiyle konuştuğu sekanslarda bu yapmacıklık terk ediliyor. yönetmenin asıl amacı 50'lerde çekilen filmlerin ne denli yapmacık ve ne denli gerçeklerden uzak olduğunu göstermekti, ki bence bunu çok iyi beceriyor. 50'ler sinemasının tarzını kullanarak o dönem ki sinemayı eleştiriyor. bunu da o dönemlerde baskılanan, hastalık olarak görülen eşcinsellik ve hayatlarını yaşama şansı tanınmayan siyahlar üzerinden yapıyor. 50'lerde çekilen bir filmin sonunda eşcinselin kimliğini kabullenmesi mümkün değil. bu filmdeyse eleman eşcinselliği içinden atmaya çalışsa, "örnek" bir aile babası kimliğini tekrar kazanmaya çalışsa da beceremiyor ve en nihayetinde finalde eşinden boşanıp bu kimliğini benimsiyor.

    yönetmen hem siyahilerin çektikleri acılara, hem de eşcinselliğe başarıyla odaklanıyor bence. tabi filmin tam merkezindeki kadın üzerinden dönemin kadınlarına da değiniyor. zaten hikaye kadın üzerinden ilerliyor. haynes 50'lerin sinemasını melodram türü üzerinden eleştiriyor. benzer şeyi bu filmden bir kaç sene önce gary ross da yapmıştı. pleasentville filmiyle 50'lerin filmlerini mükemmel bir şekilde tiye almıştı. özetle iki film de izlenmeli...
  • dream theater'in mike mangini ile birlikte çıkaracağı a dramatic turn of events albümündeki mükemmel ballad. dream theater'dan son 5 albümdür (wither'ın piano version'u hariç) beklediğimiz bir parça.
  • mangini'li dream theater'ın ilk albümü a dramatic turn of events'in 7. şarkısı. albümde labrie'nin yazdığı tek şarkı. queen tadı var.
  • filmin sadece görüntüleri, dekorları vs değil, diyalogları ve karakterlerin "düzgün" cümlelerle konuşması da 1950lerin filmlerden taşınmış aynen. siyah beyaz izlesek bile olurmuş.

    benim filmde en hoşuma giden şey arabalar; cathy'nin kullandığı mavi-beyaz 1956 buick special estate wagon; elenaor'un kullandığı kırmızı 1957 plymouth belvedere, ve raymond'un kırmızı 1950 ford f1'i filmn başrollerinde desek yeridir. figüranlar arasında 1957 chevrolet bel air, 1950 oldsmobile 88, bi iki tane 1958 ford edsel, 1951 dodge meadowbrook, 1949 chevrolet fleetline, 1950 mercury coupe, 1953 studebaker land cruiser, 1949-1954 arası bi kaç packard, 1954 pontiac chieftain, 1956 cadillac deville, 1955 buick roadmaster...

    ha filmi konusu beni çok sarmadı, iki ağır konuyu beraber işlemeye çalışmışlar, zor iş, ama arabaları izleye izleye bitirdim, fena değil.
hesabın var mı? giriş yap