• kokuları esanstan öğrenmiş bir çocukluk geçirdim. çünkü, sık sık camiye yolumuz düşerdi.
    allah genellikle en azından bir vakit bizi evine çağırırdı. iyi esansları sayılı hacı amcalar cebinden çıkartıp o esansları elimize sürerlerdi. güzel kokulardı.
    amberler, miskler, safranlar..
    onlar kendi aralarında kokuları için yarışırdı da,
    bir rekabet vardı.
    öncelikle, en iyi esans, peygamberin veda haccı öncesi sürdüğü zerireydi.
    ve bize sürülen tüm kokular da işte bu gerçek zerire kokusudur diye sürülünürdü.
    kokunun tarihsizliğinden çıkan absürt haller.

    ama sonra iki koku taşıyan bazı hacı amcalar da bu alanda varlık göstermek istedi. ucuz kokuyu çocuklara ve düşkün gördüğü kimselere sürerlerdi.
    sevmezdik onları, zaten onlar, bayramlarda da iki şekerlik bulundururdu. ellerini öpmemeye yeni yeni başlamıştık
    bu yüzden, istemezdik de kokularını.
    fakat bu sefer pişkince, arkamızdan yaklaşıp kafalarımıza sürerlerdi.
    ardından kirli elleriyle yağdan yapış yapış olmuş saçlarımızı maşallah diye sırıtarak okşarlardı.
    kötü kokular daha fazla geliyordu burnumuza.
    cami kötü kokmaya başladı.
    artık uğramaz olduk.

    sonra esans satıcısı dedeler, para hesabına girdi.
    çin esansları doldu şiselere. hacca giden yaşlılar fiyat farkını görünce, aç gözlülük edip bavullarca
    satın alıp memlekette döndüler. herkese kötü kokular saçan miskler dağıtmaya başladılar.
    plastik tesbihlerle..

    ve o kadar çoklardı ki ve kokuları da o kadar çok kötüydü ki..
    böyle böyle tarih oldu.
    ve işte tam da böyle oldu.
  • mor ve ötesi grubunun web sitesinde, bir türlü açılmayan, içeriği merak edilen bölüm.
  • burcu, ıtır, parfüm, rayiha.
  • dedelerin cuma namazı çıkışı cami önünden alıp, torunlarına kızları etkilemeleri için önerdiği kokulu madde.
  • acayip bir kokuydu.

    esansçılar vardı eskiden,böyle renkli gezer tezgahları vardı.beyaz sakallı,şalvarımsı pantolonlu güler yüzlü dedelerdi bunlar.şimdi yoklar.
  • kemal sunal'ın idrarında bulunan madde.

    "bu suyun esansı eksik ağam, itibarına gölge düşüriy"
  • (bkz: #151126205) devam:

    istanbul, 26 kasım 1965

    yağmur yağarken ortalıktan kaybolan kediler, son damlalarla birlikte halide’nin önderliğinde birer birer bahçeye çıkmışlardı. halide biraz dolandıktan sonra gelip köşk kapısının önünde beklemeye başladı. diğer kediler de karşılama heyeti gibi sağlı sollu yanına dizildiler. kapının açılmasıyla halide alarm verirmiş gibi miyavlayınca curcuna koptu. peri dışarıya adımını atar atmaz, paçalarına yapışan bahçe kedilerinin ortasında kaldı. elindeki torbaları havaya kaldırıp söylene söylene yürümeye çalıştı:

    “herkes yerine, herkes yerine! halide yemek kaplarının yerini biliyorsun be kuzum! bak bunlar hep senin başının altından çıkıyor. haydi bakalım marş marş, herkes kendi köşesine!”

    peri son bir aydır hemen her şeye söyleniyordu. havalara, eleni’ye, ilhan’a, neriman teyzesine, kedilere köpeklere, okuduğu kitaplara ve hatta babasına bile söyleniyordu. köşkte yaşayan her canlı ve kayda değer sayıda cansız nesne bu söylenmelerden payını almıştı. ihsan bey, “ne oluyor bu kıza eleni?” diye dayanamayıp sormuştu sonunda. “yok bir şeyciği ihsan bey, mevsim değişikliği işte” demişti eleni de. ihsan bey üstelememişti, eleni yok bir şey diyorsa, bir şey yok demekti. ancak bir değil, birçok şeyin var olduğunu en iyi eleni biliyordu. kalkıp da ihsan bey’e, ihsan beycim arkadaşım despina vardı hani, hatırlarsınız? hah işte ben peri’yi o despina’ya götürdüm, hahhayy bakın burası hakikaten çok komik, despina da bir aşk parfümü verdi periciğime. kızınız aşık biliyorsunuz değil mi? kime mi? ahmet ayol! ama parfümün bir etkisi olmadı daha, ondan öyle sinirli biraz diyecek hali yoktu. of of dedi eleni, bir aşk iksiri bu kadar mı işe yaramaz?

    hiçbir işe yaramamıştı despina’nın esansı. peri bir ay boyunca bulduğu her fırsatta esansı sürmüş, ahmet’in çevresinde dolanmıştı. ilhan’a her sabah ahmet’i de yemeğe davet etmesini söylemişti. ev yemeği yesin, yalnız öyle bir başına demişti. dünya yansa en son farkına varması muhtemel olan ilhan bile, sonunda kardeşinde bir gariplik olduğunu anlamıştı. ancak bir süre sonra, unutmuştu. zaten bir anlam verememişti peri’nin ısrarlarına. üzerinde durup düşünmemişti. kardeşinin ahmet’e başka türlü bir ilgi duyabileceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. hem ahmet aileden sayılırdı, öyle resmi davetlere ne gerek vardı? haydi eve yemeğe gidiyoruz der, koluna yapışır getirirdi arkadaşını. ahmet de her defasında kırmaz gelirdi zaten, ilhan’a hayır mı diyecekti? peri’nin garipliğini, babası gibi eleni’nin havalardan şekerim açıklamasına havale edip, aklından çıkardı. önemli bir şey olsa haberi olurdu nasıl olsa. şimdi daha önemli işleri vardı ilhan’ın, aile şirketinde işe başlamak gibi!
    ilhan bu güzel haberi birkaç gün önce akşam yemeğinde herkese söylemişti.
    ahmet’in de katıldığı yemekte haber sonrası önce bir sessizlik olmuş, sonra babası gülmeye başlamıştı. ihsan bey’in gülüşü, çok duyduk oğlum bu lafları gülüşüydü. hiç bilmeyen biri bile gülüşü duyduğunda anlardı ne olduğunu. ilhan da anlamıştı. “haklısınız ama bu sefer kesinlikle kararlıyım. ne iş verirseniz yapacağım hem de” demişti. bu kez ahmet de gülmeye başlamış, “ihsan amca bu fırsat kaçmaz” demişti.
    şu kokuyu köşkte duymayan kalmadı! bir ahmet kaldı bir ahmet! burnu koku mu almıyordur ne.. diye içinden söylenirken ahmet’in sesini duyan peri, dikkatini masada dönen konuşmaya vermiş, sonunda biraz gecikmeyle de olsa ahmet’in sözlerine gülmeye başlamıştı. “ahmet haklı babacığım” dedi aceleyle, “ilhan abimi getir götür işlerine verin.” eleni peri’ye sağ kaşını havalandırarak bakmaya başlamıştı. bu bakışın anlamını peri de, ilhan da el kadar çocukken öğrenmişti. lütfen saçmalamayı kes hayatım diyordu eleni.

    peri’nin umurunda değildi. ne kadar saçmalarsa saçmalasın zaten şu halinden daha öteye gitmesi mümkün olmayacaktı. yaşam boyu yetecek kadar saçmalamıştı son bir ay içinde. eğer saçmalamanın bir sınırı varsa, peri o sınırı defalarca ihlal etmişti. eleni istediği kadar o tek kaşını tavana yapıştırabilirdi. sevgili arkadaşın yerden bitme despina’ya kaldırsaydın kaşını dadı? ona deseydin ya, saçmalama despina diye? ha? haa?

    eleni peri’nin ateş saçan gözlerini görmezden gelip ilhan’a döndü: “ilhan, senin sözünü tutacağına inanıyorum hayatım, canı gönülden inanıyorum. sen şimdi şirkette güzel güzel çalışacaksın, babanın yükünü hafifleteceksin değil mi benim akıllı çocuğum?” eleni böyle çocukla konuşur gibi konuşmaya başladığında, ortada çok ciddi bir durum olduğunu bütün köşk ahalisi bilirdi. ihsan alkan bilirdi, çocukları bilirdi, köşkte çalışan hizmetliler bilirdi. ahmet bile şu geçen zaman içinde benim akıllı çocuğum ne demektir, öğrenmişti. tek bir hata daha istemiyorum demekti bu, zerre sabrım kalmadı bak çok fena olacak demekti. korkutucuydu. çünkü eleni, maruz kalanın neye uğradığını tam olarak hiçbir zaman anlayamadığı yöntemlerle sözünü dinletmekte çok ustaydı. sabırlıydı, şevkatliydi, vicdanlıydı ama o son noktada eleni, elinde asası, başında tacıyla astığı astık kestiği kestik bir kraliçeye dönüşüyordu. dedikleri harfiyen yerine geldikten sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi tahtını azametle boşaltıyordu.

    artık sözünden geri dönmenin en ufak bir ihtimalinin bile kalmadığını anlayan ilhan, eleni’ye dönüp “teşekkür ederim dadı. söz, elimden gelen her şeyi yapacağım. sen hiç merak etme.” dedi. on beş yaşına girdiği yıl, eleni’ye dadı demeyi bırakmıştı. öyle doğrudan doğruya eleni demeye başlamıştı. eleni’nin içine bir şeyler devasa bir afrika fili gibi otursa da, sesini çıkarmamıştı. hem ilhan haklıydı. büyüyordu artık, koskoca adam olacaktı, ne dadısı? ancak işte böyle zamanlarda sanki restini görür gibi eleni’ye dadı diyordu. o restin hiçbir dayanağı olmasa da diyordu, asla kazanamayacağını adı gibi bilse de diyordu. belki de böyle zamanlarda eleni’ye anne der gibi dadı demenin mutluluğunu yaşıyordu.

    “hayırlı olsun ağabey” dedi peri. böylece, söylenmesi gereken her şey söylenmiş oldu o aile yemeğinde. ihsan bey’in içinde bağdaş kurup oturan yıllanmış kuşkular, kollarını dizlerine dayamış, başlarını alayla sağa sola eğmiş alttan alttan gülüyorlardı. boşuna heves etme ihsan bey, bu çocuğun işe güce ayıracak vakti yok diyorlardı. ihsan bey bu edepsiz kuşkulara bu sefer yüz vermedi, cevap bile vermedi. her nasıl olduysa olmuş, ilhan’ın sözünü tutacağına inanmıştı. eleni’nin sabrının sonuna gelmesi de etkili olmuştu. çünkü eleni.. eleni’ydi işte. ilhan’ın işi zordu artık. ihsan bey gülüyordu. ilhan’nın yüzüne yüzüne keyifle gülüyordu.

    “tamam o zaman ilhan bey, yarın sabah erkenden sizi tophane’ye bekliyorum. yeni şirkette yapılacak çok iş var.”
    “siz nasıl isterseniz ihsan bey” dedi ilhan, ve böylece baba oğulun şirket hukuğu da belirlenmiş oldu. ihsan bey oğluna sevgiyle bakarken birden aklına gelmiş gibi ahmet’e dönüp “ahmet evladım ne zamandır aklımdaydı ama artık bu güzel güne kısmetmiş, söyleyivereyim gitsin” dedi. peri’nin kulakları küçük kızıl bir tilkinin kulakları gibi dikiliverdi. neredeyse ahmet’ten önce atılıp ne söyleyecektiniz nedir ne oldu diyecekti. merakla babasına bakarken, ahmet su bardağına uzanıp “buyurun ihsan amca” dedi.

    “seni çok takdir ettiğimi söyleyecektim ahmet oğlum. azimli, çalışkan bir gençsin. gönlümden geçen, ilhan ile birlikte senin de gelip şirkette çalışman. çok memnun olurdum ahmet, ne dersin evladım?”
    ahmet’nin bardağı havada kalmıştı. sanki bütün şaşkınlığı cisimleşmiş, kum kum tane tane erimiş ve camdan bir bardak halini almıştı. ahmet şaşkınlığını zapdetip masaya usulca koydu. ihsan bey’in böyle bir şeyi neden düşündüğünü anlayamıyordu. ihsan amca yıllardır tanıyordu onu, ne yapmak istediğini çok iyi biliyordu. bir özel şirkette çalışmak ahmet demir’in yapacağı en son işti, en son! hatta o bile değil. tamam ihsan amcayı çok seviyordu ama patronların dünyasına aile saflarından bile olsa katılmak, olacak şey değildi. ne diyeceğim şimdi diye düşündü o kısacık anda. peri’nin bakışlarını fark ettiğinde aklı başından iyice gitti. peri ona heyecanla bakıyordu, merakla bakıyordu. peri ne cevap vereceğimi önemsiyor! ne diyeceğimi merak ediyor. gerçekten merak ediyor hem de! peri?

    “ahmet kardeşim, bak bugünü unutulmaz kılmak senin elinde. kabul edersen ben de çok sevinirim.”

    ilhan babasının teklifine hiç şaşırmamıştı. ihsan bey’in kaç yıldır aklındaydı bu fikir. açık açık söylemese de arada sırada sorduğu sorularla niyetini belli etmişti. iyi bir işadamıydı ihsan alkan, ahmet’in değerini anlaması da uzun sürmemişti. ancak bugüne kadar bir şey söylememiş olması çok manidardı. muhtemelen, ilhan olmadan ahmet’in şirkette çalışmaya başlaması içine sinmemişti. ahmet’i ne kadar severse sevsin, ne kadar takdir ederse etsin, evlat başka bir şeydi. şimdi o evlat, babasının yanındaydı. artık ahmet de gelebilirdi, neden olmasın? ilhan babasını biraz tanıyorsa şayet, o neden olmasın’ın, gençlikte olur öyle sosyalizm devrim falan filan sonra geçer ezberinden beslendiğine emindi. ihsan alkan’ı hiçbir kuvvet, bir insanın ömrü boyunca devrim peşinde koşacağına inandıramazdı. herkes bir gün gerçeklerle yüzleşirdi. tartışmaya gerek yok diye düşündü ilhan, hem zaten ne sıkıcı konulardır bunlar öyle? ahmet gelsin birlikte takılalım işte, çok da iyi olur, okul yıllarında olduğu gibi..

    “evet de be oğlum!”
    ahmet’in kafasında minik kızıl bulutlar uçuşuyordu. içlerinden güneşin ışıkları geçiyordu. bazıları kayboluyordu, sonra hiç ummadığı bir anda gözlerinin önünde puf diye beliriyordu. serin, tatlı bir rüzgar bulutların arasında dolanıyor, kaçıp gitmek isteyen olursa kulağından tuttuğu gibi geri getiriyordu. uzaklardan gelen sesleri, uzaklarda bırakıyordu rüzgar. çoook uzaklarda..

    “ahmet?”
    ilhan ahmet’in uzaklara dalan gözlerini batıp gitmeden önce yakalamıştı ama çok da garipsemişti arkadaşının şu halini. ne vardı bu kadar şaşıracak? ama belli ki hiç beklemiyordu, belli ki hazırlıksız yakalanmıştı, belli ki..

    “belli ki biraz düşünmek istiyorsun, düşün taşın kardeşim, illa hemen bir şey söylemen gerekmiyor. değil mi baba?”
    ihsan bey o değil mi baba’nın arkasına koca gövdesiyle saklanmaya çalışan asıl mesajı oğlunun bakışlarına maruz kalmadan önce görmüştü zaten: adamı rahat bırak baba, düşünsün biraz.

    “haklısın oğlum, ani bir teklif oldu, ahmet de şaşırdı haliyle.”
    ahmet aklını peri’nin ilgisinden yaka paça koparıp başına yerleştirmeyi başardı. düşünmek mi diye düşündü sonra, düşünecek ne var ki? olacak iş değil. ben gazeteci olacağım. yazacağım, araştıracağım, anlatacağım. benim yapmak istediğim tek iş budur, başka bir yolum yok.
    “başka bir yolum yok” dedi ahmet. kendi sesini duyunca, o düşünce akışının neresinden itibaren konuşmaya başladığını anlamaya çalıştı, başaramadı. kimse de çıkıp bir şey söylemiyordu ki! sonunda eleni imdanına yetişip gülümsedi.

    “ahmet ne alem bir çocuksun sen, hangi yolmuş o öyle?”
    eleni elbette cevabı biliyordu. ahmet’in yazıp çizmekten başka bir isteği yoktu. gönlünde yatan aslanın kükremelerini duymamak için ya küp gibi sağır olacaktınız, ya da o aslana saygı duymayacak kadar vurdumduymaz. eleni biliyordu ama söylemek ona düşmezdi, ahmet pek güzel anlatırdı derdini.

    “gazete” dedi ahmet. bunu öyle bir ifadeyle söylemişti ki, saatlerce anlatsa bile şu tek kelimenin yaptığı açıklamayı toparlayamazdı. “pek güzel” dedi eleni de, ve kimsenin tek kelime etmesine izin vermeden devam etti: “bakın ne diyorum, bu cumartesi gecesi köşkte büyük bir parti verelim. ilhancığımın işe başlamasını kutlayalım! ne dersin ilhan? bütün arkadaşlarını, dostlarını herkesi herkesi çağır gelsinler. bu arada ahmet sen de etraflıca bir daha düşünürsün ha benim güzel çocuğum? ihsan beycim, hayır diye bir cevap duymak istemiyorum şimdiden söyleyeyim. cumartesi gecesi herkes burada olacak! anlaştık mı?”

    “anlaştık” dedi masanın başındaki herkes. ihsan bey tabağının kenarına koyduğu ekmek dilimini didiklerken yarın melahat’ı arayıp cumartesi planını iptal edeyim bari diye düşünüyordu. ilhan’ın aklı çoktan davetli listesine takılıp kalmıştı. asuman’ı mı çağırsam neşe’yi mi.. yoksa, dur bir dakika şu yeni kız, adı neydi? sevda? sevgi?
    ahmet’in ise parti umurunda değildi. hem yapacak çok işi vardı hem de zerre hoşlanmıyordu öyle ortamlardan. kendini rahat hissetmiyordu, konuşacak konu bulamıyordu, başına ağrı giriyordu sonunda. ancak umurunda olsun olmasın, cumartesi geleceğini de biliyordu. ilhan için değil, onunla zaten her gün ayrı bir partiydi, peri için geleceğini biliyordu. peri için. bir de tabii, eleni’ye anlaştık demişti. isterse gelmesin!

    ve şimdi, o geceden üç gün sonra peri, elinde boş torbalarla köşke dönerken söyleniyordu: neden hayır demedim ki eleni’ye? sanki o yeni elbise, esansın yapamadığını mı yapacak? neymiş efendim, giyinip süslenecekmişim, kokuyu da sürecekmişim, sonra müzikmiş dansmış derken ahmet.. of eleni! of! yarın gece son, haberin olsun!

    istanbul, 26 kasım 2019

    zeynep emre’nin odasından çıkarken kendi haline gülüyordu. gecenin bir yarısı kimselere görünmeden şu odaya girmeyi başarmıştı ama şimdi sabahın bu ilk ve en sessiz saatlerinde nasıl süzülüp gideceğini hiç bilmiyordu. “emre sen delirdin mi? bu yaştan sonra saklı gizli buluşma oyunu mu oynayacağız?” demişti köşke gelirken.
    emre de çok ciddi bir ifadeyle “ben semiha hanım’dan korkuyorum. gece odama gizlice kız arkadaşımı alırsam çok kızacakmış gibi geliyor bana. elimde değil zeynep, kadın çok acayip” demişti, hem de bunu öyle ciddi ve öyle gözlerini büyülterek söylemişti ki, zeynep gülmeye başlamış, “tamam öyle olsun madem” demişti, “biz de kaçamak yaparız.”

    emre iki parça eşyasını alıp köşkteki odasına yerleşmiş ama iki gün sonra bunun tahmin ettiğinden de büyük bir saçmalık olduğunu anlayıp evine dönmüştü. şu bir ay içinde bir hafta bile kalmamıştı köşkte. arada bir doğan’ı kontrol etmek için geliyordu. çünkü doğan okuldan ve diğer mecburi işlerinden geriye kalan bütün zamanını semiha hanım’ın köşkünde geçiriyordu. nisan sinirden patlamak üzereydi. sabahtan akşama kadar emre’nin başının etini yiyordu ne oluyor bu adama diye. bir şey olduğu yoktu. doğan kendini yaptığı işe kaptırmıştı.

    zeynep’i köşke getirmek de emre için eğlenceli olmaya başlamıştı. sanki hasan çıkıp tek söz etmeden kaşıyla gözüyle ayıplayacakmış gibi, sanki semiha hanım huzuruna çağırıp biz bu evde böyle uygunsuz davranışları tasvip etmeyiz diyecekmiş gibi senaryolar yazıyordu kafasında. kimsenin bir şey dediği yoktu. herhangi bir şey söylemek akıllarından bile geçmiyordu elbette ama emre, bu saçma sapan köşk hayatını yerli filmlerin siyah beyazına, nayır nolamaz’ına yerleştirmeyi sevmişti.

    köşkte kaldığı ilk günün sabahında tanışmıştı semiha hanım ile. kahvaltı için yemek odasına indiğinde, masanın başında oturan yaşlı kadınla göz göze gelmişti. semiha hanımla müşerref olacağım galiba diye düşünüp, gülümseyerek ilerlemişti.
    “günaydın” diyen doğan’a başıyla selam verip, semiha hanım’a elini uzatmıştı:
    “günaydın hanımefendi, emre keremoğlu, nasılsınız?” uzattığı eli kısa bir süre havada kalmıştı, sonra birden semiha hanım gözlerini kaçırıp elini sıkmıştı: “çok memnun oldum emre bey, iyiyim ben, siz nasılsınız?”

    garip bir tanışma olmuştu bu, çok garip olmuştu hem de. semiha hanım elini emre’nin elinden hızla çekince yanındaki fincana çarpıp devirmiş, dökülen sıcak çayın üstüne masanın sarkan örtüsüyle atlayan emre, yaşlı kadının yanmasına son saniyede engel olmuştu. “iyi misiniz semiha hanım, yanmadınız değil mi?” diye sormuştu sonra.

    doğan da yerinden fırlayıp yardıma koşmuştu ama yapacak bir şey bulamamıştı. semiha hanım iki delikanlıya teşekkür edip hasan’ı çağırmış sonra da koluna girip ağır ağır odasına çıkmıştı. emre bakakalmıştı kadının arkasından. “abi ne oldu şimdi?” demişti doğan’a, doğan da “seninle tanıştığı için heyecanlandı emre” demişti. emre önce gülmüş sonra da “geç dalganı ama heyecanlandı işte sen de gördün” diye söylenmişti.

    semiha hanım’ı daha sonra bir kere daha, bahçede dolaşırken görmüştü. uzaktan selam verip odasına çıkmış, camı çerçeveyi açıp kendini yatağa atmıştı. cihangir’deki evleri üç gündür iki eski yaygaracı arkadaşının işgali altındaydı. adamlar evi üç günde gerçek bir tımarhaneye çevirmişlerdi. ankara’dan her gelişlerinde sanki yanlarında görünmezliği kazara keşfetmiş bir grup akıl hastasını da getiriyorlardı. evin içinde nereden çıktığı belli olmayan patırtılar vardı, kimin marifeti olduğu anlaşılmayan gümbürtüler vardı. kapılar sanki kendi kendilerine açılıp kapanmaya başlamıştı. çatıdan temele kadar evin her zerresi, geçmişten bugüne ne kadar anı biriktirmişse, hepsini bir ağızdan anlatıyor gibiydi. iki insanın bu kadar gürültü çıkarabileceklerine inanmak çok zordu, ama emre, bu iki haydutun her istanbul ziyaretinde o inancın kulaklarından girip beynini yiye yiye biat beklemesine artık alışmıştı. işe gitmeden önce şuracıkta birkaç saat kestirmek günü kurtarmaya yeterdi. bari bir işe yarasın şu oda diye aklından geçirirken uyuyup kalmıştı. öğleden sonra uyandığında ise koştura koştura işe gitmişti. sessize aldığı telefonunda başta nisan olmak üzere en az on tane kızgın arama kaydı vardı.

    daha sonra bir kere daha, yine kahvaltıda semiha hanım’ı görmüştü. doğan ile sohbete dalan semiha hanım emre’yi gördüğünde sessizleşmişti. günaydın ve nasılsınız’lardan sonra doğan’a dönüp “doğan bey restore edilen odalar hakkında hatırlayabildiklerim bu kadar, aklıma bir şeyler gelirse sonra anlatırım. şimdi izninizle ben gidip dinleneyim biraz” demiş, emre’ye de “afiyet olsun emre bey, iyi günler dilerim” dedikten sonra yine ağır ağır süzülüp gitmişti.

    “sevmiyor bu kadın beni.”
    emre özenle abarttığı bir kırgınlıkla semiha hanım’ın arkasından bakmıştı. doğan bu beslenmeye muhtaç abartının yanına yaklaşmadan “uğraşma yaşlı kadınla. eee ne yapıyorsun bugün?” diye sormuş sonra cevap beklemeden “istersen akşama görüşelim ne dersin?” diye ayaklanmıştı. emre “dur iki dakika” diye elini cebine atıp telefonunu çıkarmış ve nisan’nın aramalarını doğan’nın gözüne doğru hizalamıştı:
    “gördün mü bunu kardeşim? aramıyor musun kızı, ne yapıyorsun?”
    “yahu aramaz olur muyum, arıyorum elbette ama.. neyse işte biraz ihmal oldu tabii.”
    “ha tamam, sorun yok o zaman. akşam için de bilemedim ki şimdi. işe daha yeni gideceğim, bakarız akşama, ha?”
    “olur olur, konuşuruz sonra.”

    emre aceleyle odasına koşturan arkadaşının arkasından bakakalmıştı. doğan ilk defa bir işe böyle tutkuyla bağlanmıyordu, yeni bir huy edinmemişti ama o tutkunun derecesi, işte o başka bir meseleydi. nisan dellenmeden geçse bari diye düşündü emre, evdeki hengamenin üstüne bir de nisan, çekilecek dert değildi.

    emre semiha hanım’ı bir daha görmemişti. zeynep ile köşke geldikleri gecelerde semiha hanım çoktan uyumuş oluyordu, sabahları da zeynep kahvaltıya kalmadan ve emre’yi de inatla uyandırmadan kalkıp gidiyordu. hiç uğraşamam emrecim şimdi semiha hanım’la, öyle tören gibi kahvaltılarla demişti. işi başından aşmıştı zaten, uğraşacak hali yoktu, haklıydı. emre’nin de ısrar etmek hiç içinden gelmiyordu. sonuçta o, köşk sahibesinin hiç tasvip etmediği sevgilisini gizli gizli odasına alan..

    bu sabah da aynı şey olmuştu, zeynep erkenden gitmişti, emre’nin de uğrayıp doğan’a bir merhaba demek haricinde yapacak önemli bir işi yoktu. toparlanıp çıkarken zeynep’in gece çıkarıp bıraktığı giysileri gördü. iki cihan bir araya gelse, zeynep aynı kıyafetle işe gitmezdi. o dev çantalar böyle gecelerde dolup taşar ve bir çanta ne kadar mutlu olabilirse o kadar mutlu olurdu. ancak bu sefer değiştirdiği giysileri almayı unutmuştu zeynep. ben mi alsam acaba diye düşündü emre ama sonra vazgeçti. kalsın ya ne olacak, sonra alırız nasıl olsa.

    doğan’nın kapısını çalmaya niyetlendi ama kapı zaten aralıktı. “doğan ne haber" diye içeriye daldı ama yığınla kağıt, yığınla defter ve yığınla kitaptan başka bir şey yoktu odada. yatağın üstü bile neredeyse tamamen dolmuştu. doğan’nın kıvrıldığı köşe, işgal kuvvetlerine karşı sınırlarını korumaya çalışan küçücük ve çaresiz bir ülke gibiydi. ne yapıyor bu adam diye düşündü emre şaşkınlıkla.

    “ah! seda hanım görmedim sizi.”
    kapıyı kapatıp döndüğü anda seda ile burun buruna gelmişti emre. seda mı çok sessizdi yoksa kendisi mi çok dalgındı anlamamıştı.
    “neredeyse kafa göz dalacaktık, kusura bakmayın dalgınlık işte.”
    “neredeyse.. ama dalgınlığın büyüğü bende emre bey, asıl siz kusuruma bakmayın. kahvaltıya mı iniyordunuz? doğan bey de aşağıdaydı, buyurun isterseniz birlikte inelim.”

    seda bir yandan konuşmuş bir yandan da emre’yi merdivene yöneltmişti. emre ne olduğunu anlamadan seda’nın kolunda yemek odasına girmiş, doğan’ı çay fincanıyla cebelleşirken bulduğunda rahatlamıştı. fincanın incecik zarif kulpu sanki can korkusuyla titriyordu doğan’ın elinde.
    “günaydın seda hanım, emre ne haber ya? nerelerdesin?”
    “iyiyim hocam, sen nasılsın?”
    “iyiyim, iyiyim. okula gideceğim birazdan, birlikte çıkarız ha ne dersin?”
    “iyi olur. bir şeyler atıştırayım, çıkarız.”
    “tamam, ben de çıkıp toplanayım bari. seda hanım, iyi günler.”
    “iyi günler doğan bey, ben de çıkıyordum şimdi. emre bey afiyet olsun, görüşürüz.”

    emre bu köşkün halinden hiçbir şey anlamamıştı. üzerinde kafa patlattığı da yoktu ama bazen, tam da böyle zamanlarda ne oluyor burada diye düşünüyordu. bir aydır bizden başka kimse gelip kalmadı. diğer odalar daha boş. semiha hanım desen, kadın çok yaşlı, kendini zor taşıyor zaten, ama.. ama o kadında bir gariplik var! doğan dalga geçiyor ama içimden bir ses, emre bir acayiplik var bu kadında, dikkat et diyor. ya peki seda?

    seda hakkında düşünecek hiçbir şey yoktu ki. kadını tanıştıkları ilk günden sonra, bu sabah da dahil olmak üzere hepi topu iki kere görmüştü. doğan da geçen sefer laf arasında seda’yı bir iki kere gördüğünü söylemişti. köşkte kalmıyordu seda, sadece gelip anneannesiyle biraz sohbet ediyor ve sonra kimselerle konuşmadan çekip gidiyordu. seda’da bir gariplik yok, o gayet normal diye düşündü emre masadan kalkarken, ama semiha hanım başka bir hikaye, nasıl desem sanki bir şeyden çekiniyor gibi, sanki benden korkuyor gibi..

    “geliyor musun?”

    doğan kapıdan seslenip dışarı çıkmıştı bile. emre de peşinden çıkıp arabaya yürümeye başladı. daha iki adım atmadan aklından seda da, köşk de kaybolup gitti.

    “doğan bu adamlar daha bizdeler biliyor musun? can ile gökhan’ı diyordum, seni soruyorlar zaten, bu gece uğrasana..”

    üst kat koridorunun bahçeye açılan küçük penceresinden iki erkeğe bakan seda, düşünceliydi. elini alnına götürmüş, kafasında dikkat çekmek için bağıra çağıra tepinen düşünceleri hizaya sokmak istermiş gibi ovuşturup duruyordu. başına giren ağrının geçip gideceği yoktu. köşk yolundan uzaklaşan arabayı gözden kaybolana kadar izledi, sonra anneannesinin odasının kapısını çaldı, yavaşça açıp içeri girdi.

    istanbul, 26 kasım 1965

    ilhan üç gündür tam zamanında şirkette, işinin başında oluyordu. dakika sektirmeden o kapıdan giriyor, kendisine ayrılan masanın başına geçiyor ve hesap kitap işlerine dalıp gidiyordu. ihsan bey oğlunu muhasebe bölümüne yerleştirmişti. şık bir ofis ve güzel bir sekreter bekleyen ilhan, renk vermemek için azami gayret sarfetmiş ve babasının gösterdiği yeri memnuniyetle kabul etmişti. ihsan bey ne yapsa az gelirdi zaten. adam haklıydı. onca yıllık savsaklamadan sonra böyle en alt kademelerden başlamak müstehakıydı.

    ikinci gün ilhan, bildiği her şeyi unuttuğunu fark etti. aradan geçen zaman içinde sanki bütün bilgileri tası tarağı toplayıp başka bir kafaya göç etmişti. alenen sağdan soldan kopya çekiyordu. diğer muhasebe yardımcılarına danışıyor, evde kitap defter karıştırıyordu. istanbul iktisat şu halini görse verdiği diplomayı geri alır diyordu kendi kendine. utanmasa, tıpkı okul yıllarının tamamında olduğu gibi gidip ahmet’e soracaktı. ancak çok uzun yıllardır yapmadığı bir şeyi yaptı ve üçüncü gün, sorumluluğu kabul etti. kendisine bir plan yaptı. iş yerinde uzun saatler geçirecekti, geceleri odasına kapanıp bilgilerini tazeleyecekti ve her ne olursa olsun vazgeçmeyecekti. niyeti çok iyiydi ama sanki biraz kaşı gözü oynuyordu o niyetin, sanki fırsatını bulduğu anda kaçıp gidecek, sırra kadem basacaktı. sen elinden geleni yap hele, bakalım ne oluyor diye düşündü geç vakit işten çıkarken.

    son üç gün içinde olan en garip şey ise, ilhan’ın cumartesi akşamını unutmasıydı. unutmuştu. eleni’nin, hem de kendi şerefine vereceği partiyi unutmuştu. gece karanlığında köşk yolunda ilerlerken yavaş yavaş aklına geliverdi. hafta sonu evde kalıp biraz çalışayım diye düşünürken hatırladı verdiği sözü. eleni kim bilir ne hazırlıklar yapmıştı ama telaşla fark etti ki, daha tek bir arkadaşını bile davet etmemişti. yandık diye düşündü arabasını park ederken, yarın sabah ilk iş kim var kim yok herkesi ara hallet bu işi, ahmet zaten haberli, sonra bizim okul tayfası..
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    ahmet’in aklına parti geldikçe, sinirden gülecek gibi oluyordu. önce eleni’yi düşünüyordu misal: o ne saçma sapan bir nedendir eleni? ilhan işe başlıyor diye insanlar niye eğlensin? çok komik, çok çocukça, çok saçma! sonra aklına birden tahsin geliyordu: kazık kadar adam işe gidiyor diye parti mi veriyorlar? parti deyince aklına artık dans mı geliyor? lan oğlum sen nasıl manyak bir ailenin eline düştün böyle? deli misin ahmet haa? ve son olarak da sahneye peri çıkıyor ve perdeyi kapatıyordu: koluna girebilirim, beline sarılabilirim, gözlerine bakıp..

    gidecekti. yarın akşam kendi haline güle güle, kıza kıza gidecekti. hem bu kadar dert edecek ne vardı ki? altı üstü ilhan’nın çeke çeke götürdüğü o bir iki parti gibiydi bu da. tek bir farkı vardı: peri. ilk defa peri’nin de katılacağı bir partiye gidiyordu, ilk defa peri ile böyle bir ortamda olacaktı, ilk defa onu dans ederken görecekti ve ilk defa ahmet, aklının fikrinin bütün kumanda kollarını tek bir duygusunun insafına terk ediyordu: aşk.

    “ben peri’ye aşığım.”

    bir elinde çaydanlığın üzerine oturttuğu demlik, diğer elinde tabağında şangırdayan çay bardağı ile çalışma masasına iki adım kala durup, odasındaki eşyalara duygularını itiraf eden ahmet, şaşkındı. daktilosuna baktı, daktilonun sol yanındaki utangaç lambasına baktı, lambanın arkasında üst üste yığılı kağıtların arasında sıkışıp kalmış cetveline baktı, cetvelin üzerindeki o iki küçük çatlağa ve çatlakların arasına kırmızı tükenmez kalemle çizdiği küçük kareye baktı. karenin iki kenarı çatlaktı.

    onca yıl, onca uzun yıl boyunca peri’yi her gördüğünde, her konuştuğunda, sesini duyduğu her an, saçlarını açtığında, topladığında, kedilerini severken, o kedilere yazarların düşünürlerin söylenmesi zor isimlerini isim diye koyarken, eleni’nin yanında kuzu gibi sessiz sevimli otururken, elini uzatıp ahmet hoş geldin nasılsın derken, dudaklarını araladığında, gözlerini kırptığında, her gün her an biraz daha, biraz daha sevmişti. aşkın nasıl bir şey olduğunu tarif etmeye hiç yeltenmemişti. bir gün olsun midede uçuşan kelebeklere, ayakların yerden kesilmesine, uykuların kaçmasına inanmamıştı. evet karın ağrısına eşlik eden bir göğüs sıkışması oluyordu bazen ama aşk, birkaç organın tesciline ihtiyaç duyan bir şey değildi. bir duygu muydu, bir yanılsama mı, heyecan mı, tenin bas bas bağırması mı, hatta bazen öfke, bazen de kaypaklık mı, riyakarlık mı.. nedir nasıldır hiç bilmiyordu.

    “ben peri’ye aşığım” dedi çayını doldururken.
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    eleni kendini muzaffer bir general gibi hissediyordu. en ufak, en şeytani, en can alıcı ayrıntısına kadar bir harekat planlamıştı ve şimdi şafak vaktini bekliyordu. peri ile ahmet’i bir muhabere meydanına atacaktı. bu iki genç daha hiç birlikte eğlenmemişti. ellerine bir kadeh içki alıp daha hiç sağlığa mutluluğa dememişti. onca zaman geçmişti ama daha bir kerecik olsun birbirlerini farklı bir ortamda, farklı yönleriyle tanıma fırsatları olmamıştı.

    ahmet ilhan’nın parti arkadaşı değildi. düşündü düşündü ama ahmet’in de bulunduğu bir köşk eğlencesi hatırlayamadı. zaten hatırlaması da mümkün değildi. ilhan bir dönem, kafasına estiği anda arkadaşlarını toparlayıp eve getirmiş ve bitmek bilmeyen eğlenceler düzenlemişti. eleni o günleri hüzünle hatırlıyordu. ilhan’ın nasıl bir insan olacağının ilk ve en çekingen ipuçlarıydı o günler. umurunda olmayan o kadar çok şey vardı ki, sanki ilhan, kendisini yaşamın her darbesinden, her şaşırtmasından, her acısından eleminden ve en çok da öfkesinden muaf sayıyordu.
    çok şımarttım evladımı, biliyorum diye düşündü eleni. elinde değildi. ilhan dört yaşındaydı nükhet öldüğünde. dört yaş. hatırlayacak kadar yaşlı, unutacak kadar genç.

    annesizliği hissetmesin istedim. olmadı. ilhan hep hissetti. peri bile hissetti, biliyorum. annesine dair hiçbir şey hatırlamayan peri bile, yokluğunu hissetti. ama benim peri’m hep böyle sakin, hep ağırbaşlı, hep sanki bir şeyleri daha doğmadan önce görüp öğrenmiş gibiydi. onu şımartmama, pohpohlamama, pışpışlamama gerek kalmadı. benim kızım melek gibiydi hep. ama ilhan.. ilhan hiçbir zaman o eksikliğin yerine bir şey koyamadı. daldan dala uçup durdu evladım. çocukken her hafta ayrı bir sporla ilgilenirdi. her gün ayrı bir yemeği yememenin kavgasını yapardı. okula başladı, her gün başka bir çocuk en iyi en gerçek arkadaşı oldu. bir gün aşık olduğu kıza, ertesi gün dönüp bakmadı. hep bir şeyler gelsin, bir şeyler olsun, bir şeyler değişsin diye bekledi.

    eleni düşüncelerinin ucunu bir kaybedip bir yakalıyordu. odasında pencereden kapıya, kapıdan pencereye dolanıp duruyordu. arada bir boy aynasının karşısına geçiyor, daha yeni koyu kestaneye boyattıp kabarttığı saçlarına, ince kalem kaşlarına ve geçen yılların marifetmiş gibi tırpanlayıp geçtiği yüzüne bakıyordu. gözlerinin kenarlarına, dudaklarının yanından aşağıya doğru salına salına inen o iki lüzumsuz çizgiye, boynunda, artık kolyelerin saklayamadığı katlara, kıvrımlara bakıyordu.
    sonra yine pencereye yürüyüp, kapıya dönüyordu.

    ihsan bey de hiç sesini çıkarmadı ki. bir gün olsun ‘eleni çok şımartıyorsun bu çocuğu’ demedi ki. hoş demezdi de zaten. öyle iyi huylu, anlayışlı bir insandan da ceberrut bir baba çıkmazdı. yok canım, mümkün değil çıkmazdı. çocuklar iyi olsun, sağlıklı, mutlu olsunlar diye ne gerekiyorsa yaptı. sözünü geçirmek için hiç bastırmadı, sesini hiç yüksetmedi, hiç ceza vermedi, hiç küsmedi, hiç gönül koymadı. ah ihsan bey, ama yine de çocuklar çekindiler hep senden biliyor musun? boyundan posundan çekindiler belki de. sesinin tonundan, yürüyüşünden çekindiler. en çok da galiba çok şey söylemeni beklerken, hiçbir şey söylememenden çekindiler. ilhan’ı anlıyorsun ya ihsan bey, zaten başka bir şeyin de önemi yok. bak gör, çok iyi olacak artık. peri de iyi olacak, bak gör.
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    peri hiç de iyi değildi. bırakın çok iyi olmayı, en ufak bir rahatlık hissi bile yoktu içinde. kalbi sıkışıyordu. sanki çocukluğunda kalan ne kadar dev varsa toparlanıp gelmiş ve göğsünün üzerine ellerini koyup, kaldırmaya başlamıştı. bir anda daralan nefesi, iki solukluk gevşiyor sonra tekrar tekrar ve tekrar daralıyordu. eleni’nin bu parti işini niye icat ettiğini biliyordu. ilhan bahaneydi, iş güç bahaneydi! tam eleni’ye göreydi zaten bu oyunlar. tam! ilhan işe başlıyormuş! laf! sanki böyle herkese duyurunca ilhan canı istediğinde kaytarmayacak. sanki .. aman neyse ne işte!

    peri öfkeli olduğunu sanıyordu ama aslında, çok heyecanlıydı. düşündükçe daha da heyecanlanıyordu. şu geçen yıllar içinde bir kere olsun ahmet ile yalnız kalmamıştı ki. hep aile yemekleri, hep ortadan konuşmalar ve nezaket. sobetler ölçülü, gülüşler ölçülü, bakışlar ölçülü. onca yıl elde cetvel, boyunda mezura ile geçmiş gitmişti. yataktan kalkıp giysi dolabına gitti, dolabın kulpuna asıp saatlerdir baka baka öfkeyle söylendiği elbisesini alıp üzerine tuttu. aynanın karşısına geçip belini beline, yakasını göğsüne oturttu.

    dizlerinin bir karış üstündeydi desenli elbisesi. eflatunlu mavili kocaman çiçekler, su yeşili gökyüzünde uçuşup duruyordu, kolları da rüzgar gibiydi. eleni “parti için” demişti, yakası göğsüne kadar açık bu mini elbiseyi gösterdiğinde. izin büyük yerden çıkmıştı. hatta o izne, yüksek topuklu parlak bir çift uzun beyaz çizme de dahildi. üşenmeyip bir kez daha giyindi hepsini. aynanın karşısında utana sıkıla itiraf ki: çok güzel olmuştu.

    sonra saçlarıyla uğraşmaya başladı. uzun kızıl saçlarını önce açtı, omuzlarının üzerinden beline doğru kıvrıla büküle inip gitmesini hiç gözü tutmadı. yandan tokaladı olmadı. toplayıp topuz yaptı, beğenmedi. arkadan sıkı sıkı bağladığı kuyruğu, elbisesinin içine soktu, kısa olsaydı nasıl olurdu acaba diye düşündü.
    aynanın karşısında ayna dile gelip de cevap verecekmiş gibi bekledi, bekledi ve sonra gidip şifonyerin ilk çekmecesini açtı. eline ne geçerse koyduğu bir çekmeceydi bu. evrenin yönetildiği küçük tuhafiye dükkanı gibi, karışık, gizemli ve korkutucuydu. bir köşede keseceği çok önemli, hayırlı ve kibirli kurdeleleri bekleyen büyük, keskin makasını aldı ve aynanın yanına döndü.

    elinde makasla kendine doğru gelen peri’yi gören ayna, kaçabilecek halde olsa, kaçardı. iki adım geriye giderdi en azından. şaşkınlıkla baka kaldı makasa ve gözlerinde renkli parıltılar çakan peri’ye. çocukluğundan beri o parıltıları görmemişti. peri yaramaz bir çocuk değildi ki zaten. çok nadir, çok ama çok nadir zararlı bir iş yapardı. işte o zamanlar renkler dolaşırdı koyu gözlerinde. şimdi de eleni’yi delirtecek bir işin peşindeydi demek ki.

    saç kesilirken çıkan sesin bir tarifi yoktur. kırt kırt diyebilirsiniz ya da hışırtı gibi bir ses de diyebilirsiniz ama bunlar, arkadan sıkıca toplanmış bir kuyruğun kökünden kesilirken çıkardığı sesi anlatmaya yetmez. koparılıp bir kenara atılan yılların sesi olur mu? uçuşa uçuşa yere süzülen alışkanlıkların sesi olur mu? dönüp bakınca içinizin gitmesinin, o son pişmanlığın sesi olur mu hiç? olmaz. peri’nin de tam şimdi, tam şu anda yaşadığı buydu. sessiz soluksuz bir iç sızısı. kendini bildi bileli hep uzundu saçları. her fotoğrafta uzundu, anlatılan her çocukluk anısında, sakladığı tokalarda, taraklarda, renk renk fiyonklarda uzundu. babası saçlarını severken de uzundu, eleni tel tel tararken de.

    yerde şaşkınlıkla, küsünlükle ve büyük bir yürek yangınıyla yatan kuyruğuna baktı. gözleri doldu, eğilip topladı saçlarını. daha başını kaldırıp da marifetine bakmamıştı. masasının üzerine bıraktı, toplarım sonra diye düşündü. özür dilerim dedi sessizce. içinden bağıra bağıra ağlamak geçiyordu ama kendini tuttu. hayatında istediği ama bir türlü yapamadığı, yapmaya cesaret edemediği ne kadar değişiklik varsa, sanki şimdi masanın üzerine boylu boyunca serilmişti. bir yerden başlamak gerekiyorsa, ben de buradan başlamış olayım..

    dönüp aynanın karşısına geçtiğinde, ayna da cesaretle peri’nin karşısına geçti. birbirlerine gözlerini bile kırpmadan baktılar. ayna içinden “büyüdü sanki birden bire, güzel bir kadın oldu” dedi. peri de içinden “aman tanrım aman tanrım aman tanrım” dedi. sonra bir daha baktı, baktı ve kahkül olsa daha güzel olur, hem modaya da uyar diye düşünüp, mahcup bir görev aşkıyla bekleyen makası bir kez daha eline aldı ve özene bezene ayırdığı bir kısım saçını daha, dikkatle göz hizasından kesip attı.

    “eleni beni öldürecek” dedi, üstünü değiştirdi, elbisesini askıya takıp dolabın kulpuna astı, saçlarını eski bir derginin orta sayfasına süpürdü, su içti, ışığını söndürdü ve yatağına girdi.
    “yarın eleni beni yavaş yavaş öldürecek.”

    deryani, dima ran fatunna

    dima karşısındaki duvara sanki duvar o heybetli varlığıyla dile gelip konuşacakmış gibi bakıyordu. oysa dima’nın dünyasında bile bir duvarın, duvar olarak konuşması mümkün değildi. hayallerin çaresiz kaldığı, gerçeklerin sindikleri köşe bucaktan kafalarını çıkarıp dalga geçtikleri anlardı bunlar. konuşup da derdini anlatamayan ya da anlaşılamayan her ne varsa, orada kıs kıs gülen bir de gerçek vardı.

    şimdi bu gerçek, dima’ya çok iş çıkartacaktı. o duvarda ışıldayan her parçanın anlattığını tek tek dinlemesi, bir yerde toplaması ve sonunda tam olarak ne dediklerini anlaması gerekiyordu. o parçacıklar, iksirlerinden en azından birinin nerede olduğunu söyleyecekti dima’ya. başka bir zamanda mıydı iksiri yoksa başka bir dünyada mı? öncelikle çözmesi gereken problem buydu. sonrası sonra artık diye düşündü dima ve birden, “buldum! buldum sonunda!” diye zıplamaya başladı. çocukluğundan beri bunu yapmamıştı.

    çocukluğundan beri yapmadığı başka bir şey de, ellerini arkasında kavuşturup deryani boğazının kıyılarında düşüne düşüne yürümekti. aklına babası geldi birden. arayıp hal hatır sordu ve şaşkınlıktan ne söyleyeceğini unutan adama “baba gel birlikte yürüyelim ama söz ver, konuşmayacaksın. düşünmem gerekiyor” dedi. babası yine ne söyleyeceğini bilemedi. “tamam güzel kızım, sen nasıl istersen” diyebildi sadece. sonra hem mutluluktan hem de şaşkınlıktan eli ayağına dolanarak çıktı evinden. “selam söyle kırmızı’ma” diye bağırdı arkasından dima’nın annesi. kızının çocukluğundan beri hiç değişmeyen o komik kırmızı saçlı kafasına, şu hayaller dünyasında bula bula kırmızı lakabını bulan larun fatunna, eşinin arkasından kapıyı kapatırken gülümsüyordu.

    genisar fatunna, kızının atölyesine uçarak gitti. dima çok uzun bir zamandır insan içine çıkmıyordu. bütün hayatı o dört duvar arasında geçip gidiyordu ve farkına varsa da varmasa da sağlığı bozulmaya başlamıştı. o güzelim pembe beyaz teni solmuştu, pırıl pırıl kocaman gözlerinin ışıltısı sönmüştü. az konuşuyordu, az yiyordu, az gülüyordu. şimdi gel yürüyelim diye babasını çağırmış olması mucizeydi. bırak sessiz sakin durmayı, yanında tek ayağı üzerinde zıplaya zıplaya eşlik etmeye bile razıydı genisar fatunna. yeter ki kızı temiz hava alsın, yüzüne biraz renk gelsin.

    dima’yı kapıdan alıp, aldığı yere götürene kadar genisar’ın ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. dima yanında iki yana yaylana yaylana, arada bir dura dura, martılara dalgalara dala dala yürüdü. kaşlarını çattı, gözlerini bazen kıstı bazen açabildiği kadar açtı, saçları rüzgarda dev bir kırmızı balon gibi havalandıkça havalandı. genisar’ın dilinin ucuna kadar “annen selam söyledi sana” demek geldi, ama söylemedi. dima düşünüyordu. ne düşündüğü zerre umurunda değildi genisar’ın, kızının gözleri parlamaya başlamıştı. o eşsiz kafasında neyi çözdüyse, neyi yerli yerine oturtup huzur bulduysa, yüzü gülüyordu sonunda. önemli olan da buydu. atölyeye döndüklerinde dima babasının boynuna sarılıp “teşekkür ederim baba” dedi. “annen selam söylemişti sana” dedi genisar, boğazına takılan kelimelere kıza kıza. “sen de selam söyle babacığım, yarın eve yemeğe geleceğim zaten” dedi dima, ve genisar fatunna, o an, şu dünya tam şimdi kafasına yıkılsa bile daha fazla mutlu olamayacağını hissetti.

    dima’nın biraz olsun yaşama karışıp renklenmesi en çok kafasındaki sesin hoşuna gitmişti. uzun bir uykudan uyanmış gibi enerji doluydu şımarık ses. ancak üzerinde, onca zaman hareketsiz kalmanın hantallığıyla dima’yı istediği gibi darlayamamanın huysuzluğunu vardı. günler geçtikçe canlanıp kanlandı ve bıraktığı yerden sorularını sıralamaya başladı, fakat bu sefer dima onu hiç duymadı. uzaklardan gelen su sesi gibiydi, rüzgarın uğultusu gibiydi. aynı soruları defalarca kendi kendine sorup duran dima’nın bir de kafa sesinin her şeyi ben bilirim havasıyla uğraşacak hali kalmamıştı.
    annesinin gönlünü aldı, babasının içini rahatlattı, iki büyük kardeşine ayrı ayrı teşekkür etti, her söylediklerini dinledi, yanaklarından öptü, arkadaşlarıyla yemeğe çıktı, dans etti, güldü eğlendi, birkaç gün kaybolup gezip dolaştı ve sonunda atölyesine dönüp yine duvarın karşısına yerleşti. bu arada, çözmesi gereken her sorunu kafası onun yerine çözmüştü. şimdi yapması gereken tek şey, çözümleri birleştirmekti.

    önce, vena sidare’nin fırlayıp gittiğini buldu. çünkü parçacıkların anlattığı buydu. arkalarında bıraktıkları izler kesindi, aniydi, netti. bir yerde, birden aniden yok olmuşlardı. büyük bir ivmeyle harekete geçmişlerdi. tıpkı düşündüğüm gibi dedi dima ran fatunna, eğer başka bir dünyaya gittiyse, fırlayıp gider..
    peki nereye gitmişti ustası?

    işte bunu bulmak ayrı bir yetenek istiyordu. sadece bu dünyayı değil, içinde var oldukları sonsuz ya da sonsuza yakın boşluğun her bir zerresini dinlemesi, duyması gerekiyordu. ancak böyle bir dinleme, imkansızdı. üzerinde düşünülemeyecek kadar imkansız. öyleyse ne yapacaktı? morarıp ışıldayan her bir dinleme zerresinin, iletişim kurduğu her bir parçacıkla şu dünyadaki varlığını bağlayacaktı. hedef tahtasındaki orta nokta gibiydi şimdi o uzak parçacıklar. hedefe gidecek bir ok gerekiyordu ona. yeni ve hedefe kitlenmiş bir iksir yapması gerekiyordu. tam olarak o yere eski iksirlerinin kullanıldığı o ana gitmesi gerekiyordu. hatta biraz daha öncesine gitmesi gerekiyordu..

    “gerekiyor, gerekiyor..” diye söylenmeye başladı dima, “haydi o zaman başlayayım bir an önce. bir an önce!”
  • (bkz: #151176748) devam:

    istanbul, 26 kasım 2019

    nisan elindeki telefonu dikkatle toplantı masasına bırakıp arkasına yaslandı. dikkatle bırakmaya özen göstermişti. duygularının ucunu biraz salsa, toplantı salonunun uzun kenarının bir duvarından, diğer duvarına kadar alıp başını gitmiş olan heybetli masaya telefonunu, gözlüğünü, dosyalarını ve hatta on parmağının onuna da taktığı toplam on dört yüzüğünü çıkartıp tek tek fırlatacaktı. denizde taş sektirir gibi sektirecekti, bakalım öteki uçtan düşüyor mu diye bahis tutup kaydıracaktı. ama bunların hiçbirini yapmadı. şu son günlerde doğan’a her sinirlendiğinde bir şeyleri atıp kırmış olsaydı, ortada sağlam eşya ya da kafa kalmayacaktı.

    doğan yine telefonu açmamıştı. mesajlarına ya cevap vermiyordu ya da başından savarcasına kısa kısa bir şeyler geveliyordu. kendine sahip olup daha bir kere bile köşke gitmemişti. zeynep’ten dinledikleriyle yetinmeye çalışmıştı. kaldı ki doğan’ı zeynep de görmemişti daha köşkte. emre’den başkasını gördüğü yoktu ki zaten!
    koltuğunda öne arkaya sallanmaya başladı. masanın diğer ucundaki koltuğa gözleri takıldı kaldı birden. o koltuğa hiç kimseyi oturtmuyordu. mehmet selim karaman dahil. hiç kimse babasının son nefesini verdiği koltuğa oturamazdı. eşyaları değiştirmeye gönlü el vermemişti. bu masayı, uzaktaki şu koltuğu çıkarıp atsa şirketten, sanki babasının izlerini sonsuza kadar silmiş olurdu. üst kattaki odası, odasındaki her eşya, her kitap, her kalem ve içinde izmaritleriyle suçlu suçlu masanın üzerinde bekleyen kül tablasını bile kaldırmamıştı. o kül tablası müebbete mahkumdu zaten. öyle orada dünya durdukça duracaktı. kalbinden sıkıntısı olan bir adamın sigaradan vaz geçmemesini affedebilirdi, ama o kül tablasını asla affetmeyecekti. dünyada özlediği tek bir insan vardı, o da yoktu.

    doğan’ı özlüyor muydu peki? özleyecek kadar ayrı kalmış mıydı? bir hafta, hangi özleme ölçeğinde uzun zaman ederdi? özlemekten çok, özlenmemek canını sıkıyordu galiba. doğan’ın kendini yaptığı işe kaptırmasını anlıyordu. yorgunluk duymadan saatlerce çalışmayı, geçen her saati unutmayı anlıyordu. tutkuyla, heyecanla ve çok severek yapılan işlerin yabancısı değildi. ama böyle birden bire, esir alınmış gibi, başka bir aleme başka bir boyuta kayıp gitmiş gibi kaybolmasını anlamıyordu.

    “anlamıyorum” dedi ayağa kalkarken. “bu iş böyle olmayacak. eğer akşama kadar aramazsa kalkıp gideceğim o eski köşke. bakalım neymiş bu kadar aklını başından alan şey.”
    eşyalarını toplayıp çıkarken telefonu çalmaya başladı. heyecanla alıp baktı doğan mı diye, ama arayan emre’ydi.

    “emre ne haber?” diye açtı telefonu. emre iyiydi. bir sorun yoktu, nasıl olduğunu merak etmişti sadece. “doğan’ı gördün mü emre?” diye sordu, evet sabah görmüştü, fakülte’ye gitmişti doğan. sonra da köşke dönecekti. “ne yapıyor lan bu adam?” diye sinirlendi birden, yok canım sinirlenmesine hiç gerek yoktu. adam oturmuş kitabını yazıyordu. semiha hanım’dan köşk hikayeleri dinliyordu. bu arada, semiha hanım da zaten emre’yi hiç sevmiyordu. “neden sevmiyor arkadaşım seni?” diye sordu, bilmiyordu emre. bir gariplik vardı o kadında. sanki büyük bir sır saklıyordu da, sırrı sadece emre anlayabilirdi ve işte o yüzden emre’den uzak duruyordu. “nereden anladın?” dedi, hiçbir yerden anlamamıştı, öyle hissediyordu işte. “emre canım, kadın yüz yaşında neredeyse, onun her hali gariptir zaten” diye güldü, “doğan da öyle söylüyor” dedi emre. “belki bugün uğrarım şu köşke” diye söylendi, “iyi olur” dedi emre de.

    “iyi olur nisan, git gözünle halini gör de kafan rahat etsin.”
    “tamam emrecim, çok sağol. görüşürüz.”
    telefonu kapattığında kararını vermişti nisan. arasın aramasın, akşama köşke gidecekti. sürpriz olsun bari..
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    seda köşkün bahçesinde dolanıyordu. bahçenin her kenarını, her köşesini gezmişti. yıkık dökük kameriyenin içine girmiş, oturacak düzgün bir yer bulamayıp dışarı çıkmıştı. kameriyeyi tamir ettirmemişlerdi, daha sıra bile gelmemişti tamiri düşünmeye. roma’dan taşınıp geldikten sonra, uzun zamandır kapalı ve bakımsız kalan köşkü toparlamaya çalışmışlardı. oda oda, salon salon elden geçirmişlerdi.

    seda bir firmayla anlaşıp restorasyona başlatmış ve italya’da aldığı tasarım eğitimini öne sürüp, işin başına geçmişti. izin verildiği ölçüde tadilat yapılmıştı köşkte. dış cephe aslına uygun şekilde yenilenmişti, bazı yatak odalarına ise ayrı banyolar eklenip, mutfağın, kilerin, hizmetli odalarının ve iki büyük salonun bütün eksikleri giderilmişti. dekorasyonuyla tek tek ilgilenmişti seda. anneannesinin yönlendirmesiyle, eskiye dair her ne varsa bulunup depolardan çıkartılmış ve bakımı yapılıp yerlerine yerleştirilmişti. şimdi köşk, bakımlı bir eski köşktü.
    kameriyeye de sıra gelir herhalde diye düşündü seda. bahçenin çiçeklerine, belki bostana bile sıra gelir.

    anneannesi akşam yemeğine kadar odasında kalmayı istemişti. belki akşam yemeğini de odasında yerdi. bazen odasına çekildiğinde, bir daha dışarı çıkmayı yorucu buluyordu. bir günü diğerine uymuyordu ki hayli zamandır. kimi günler çok zinde oluyordu, kimi günler seksen küsur yaşının bütün yorgunluğu üzerine çöküyordu. gözleri iyi görmüyordu, kulakları iyi duymuyordu, yediğinin içtiğinin tadını eskisi kadar iyi almıyordu. belleği zekası ve aklı teklemeye başlamıştı. ağır ağır yürüyordu, ağır ağır oturup kalkıyordu. sanki yaşamı artık dev bir jöle kazanının içinde geçiyordu. tek bir şansı vardı, o da jölenin çilekli olmasıydı. bu gece çok iyi dinlenmesi gerekiyor diye düşündü seda, iyi dinlensin, kendine gelsin.

    bahçe kapısından dönüp köşkün çevresinde bir tur daha atmaya başladı. bahçenin taş duvarları yanyana dikilmiş ağaçların arasından hayal meyal görünüyordu. o duvarlara dokunmaya kıyamamıştı seda. en son, dedesi ihsan bey zamanında yenilenmişti ve gariptir, üzerinden yarım asır geçmesine rağmen hiç de öyle büyük bir hasara uğramamıştı. duvarın her iki yanında, köşkün çevresini boylu boyunca saran ağaçlar vardı. büyük çoğunluğu çam ağacıydı bunların. arada sırada bir ıhlamur, iğde ya da dut sırayı bozuyordu. araba yolunun verdiği mola haricinde, dışarıdan durup bakan birisi köşkü ancak o kadim ağaçların izin verdiği ölçüde görebilirdi.
    çevredeki çocukların uydurduğu hayaletleri, süpürgeli cadıları ve hatta vampirleri duymuştu seda. o yoldan her geçişinde merakla izlendiğini fark ediyordu. sanki köşkün cadılarından en eli yüzü düzgün olanı çıkıp kendini havalandırıyor ve bu arada da, o heyecanlı veletlere gözdağı veriyordu. kendisini neden perili köşkün perisi olarak düşünemediğini ise, hiç merak etmiyordu, kendini bildi bileli cadıydı zaten. bir gün sivri uzun bir şapka bulup takayım da şu çocuklara ‘neyi dilediğine dikkat et’ dersini erkenden vereyim diye düşündü. haline gülmeye başladı ve bir tur daha atmak için köşkün sol köşesinden dönüp gözden kayboldu.
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    zeynep elindeki çay fincanını sallaya sallaya nisan’ın odasında geziniyordu. bir yandan işle ilgili bir şeyler anlatıyor, diğer yandan dolaplara sehpalara çarpmamak için dikkat ediyordu. bu huyundan hiç vaz geçememişti. yürürken aklını daha iyi topluyordu. her ne anlatacaksa illa eliye koluyla destekleyerek anlatıyordu. elinde ne olduğu önemli değildi, çünkü zaten iki dakika sonra ne olduğunu unutuyordu. kaç kere o çaylar kahveler dökülmüştü, kaç kere ayağını bacağını, elini kolunu bir yerlere çarpmıştı. alışkanlıklar başa belaydı işte, yapacak bir şey yoktu.

    nisan zeynep’in anlattıklarını dinlemeye çalışıyordu ama aklı çoktan ortaköy yoluna düşmüştü. ayıp olmayacağını bilse başından savmak için zeynep’e “kuzum ne olur şunları yaz da ver bana” diyecekti, ama olacak şey değildi. zeynep zaten günler öncesinden ne gerekiyorsa hem uzun uzun hem de kısa kısa yazıp göndermişti. dosyaları göndermekle kalmamış, bir de çıktı alıp masasına koymuştu. ancak nisan okuyup okumadığını bile hatırlamıyordu.

    “zeynep?” dedi.
    zeynep duymadı, bir daha “zeyneep?” dedi ve sonunda zeynep sesini duyup, durdu. durduğu anda hızını alamayan fincanını havada süzülmeye başlamasına ramak kala zaptedip nisan’a “hı?” dedi.

    “kafam almıyor zeynep” dedi nisan. “şimdi sen konuşuyorsun, anlatıyorsun ama inan, hiçbiri bana ulaşmıyor. boşuna yoruyorum seni de, bugünlük bırakalım.”
    “tamam, sen bilirsin.”

    dosyalarını toparlarken “nisan iyi misin sen?” diye sordu arkadaşına. “iyiyim ya, evet iyiyim de.. zeynep ben şu köşke gideceğim şimdi.”
    “sonunda!” zeynep gülmeye başladı, “nisancım ne zamandır diyorum sana, git bir gör diye. çok iyi olur.”
    “emre de aynı şeyi söylüyordu. haklısınız böyle kafama takacağıma gidip göreyim bari.”

    toparlanıp çıkmaları bir iki dakika sürdü. nisan ortaköy’e yollanırken, zeynep de odasına gidip masasını toparlamaya başladı. daha yapacak işi vardı ama akşam annesi geliyordu. gidip onu karşılayacak, eve götürecekti. birkaç hafta yanında kalacaktı annesi. kadının dinlenmeye ihtiyacı vardı. nisan’a da daha bir şey söylememişti ama belki bir iki gün izin kullanıp, annesini gezdirir, daha çok vakit geçirirdi. emre’ye söylediğinde hiç ummadığı bir tepki almıştı. hatırlayınca gülmeye başladı. “boğaz’da gezdirelim mi anneni? istersen nişantaşı şişli falan da olur, ha? bak istersen emirgan’a da götürebiliriz ama zaten doğanın içinden geliyor ne yapacak börtü böceği değil mi, ne dersin zeynep?” çok sevimliydi emre. çok komikti.
    annesiyle tanışmak istiyordu ya da en azından tanışmayı sorun etmiyordu. her durumda, çok sevimliydi.
    sağda solda bıraktığı ne kadar eşyası varsa çantasının kuytularına, dehlizlerine yerleştirdi. tam çıkacakken aklına dün gece çıkarıp bıraktığı giysileri geldi. amaan boş ver dedi, alırız bir ara..
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    nisan köşk girişine döndüğünde şaşkınlığını gizleyemiyordu. semiha hanım’ın köşkü öyle git git bitmeyen yolların sonunda değildi. şehrin orta yerinde sayılırdı hatta, ama sanki onca yıl bütün gözlerden ve iştahlardan saklanmanın sihirli formülünü bulmuştu. ağaçların arasında kaybolup gitmişti iki katlı bina. yanlış mı geldim diye bütün yol iz tarif eden araçlarını kontrol etmişti, emre’yi arayıp bir daha sormayı düşünmüştü ama sonra yol, ağaçların üç adım geri çekilip arabaların geçişine izin verdiği açıklığa çıkmıştı. bahçenin demir kapısı ardına kadar açıktı. görünürde hiç kimse yoktu. herhalde gizli kameralarla kontrol ediyorlar diye düşündü nisan. sağa sola bakındı ama hiçbir şey göremedi, dikkatini biraz uzakta tam karşısında beliren beyaz köşke verdi.

    doğan’ın arabasını görünce çok sevindi, yanına park edip köşkün kapısına dayandı. elini zile uzatırken aklından geçen de buydu zaten. gelip sonunda kapıya dayanmıştı. baskına çıkmış gibi hissediyordu kendisini. şu meseleyi büyütebileceği kadar büyütmüştü. yıllarını drama kraliçesi ihtisasıyla geçiren ve sonunda mükemmel bir kraliçe olan annesi bile, bu abartı seviyesine ulaşamazdı. parmağı zilin üzerindeyken yaptığı bu yersiz zamansız ve sinir bozucu iç hesaplaşmayı, arkasından gelen ayak sesleri bitirdi. “merhaba, kimi aramıştınız?” dedi bir kadın sesi.
    nisan suçüstü yakalanmış gibiydi. elini zilden çekip arkasına döndüğünde kısacık saçlarını parlak bir maviye boyatmış, koyu renk gözlerini merakla kocaman açmış genç, güzel bir kadınla karşılaştı. gamzeli yanakları kızarmıştı kadının, sanki aceleyle bir yerden koşturup gelmişti. “merhaba, doğan’a gelmiştim, nisan ben” dedi.

    “ben de seda” dedi güzel kadın.
    içi gitti nisan’nın birden. sanki, tırnakları şu yapraklarını dökmüş ağaçların ince dalları kadar sivri ve uzun bir el boğazından girmiş, midesine kadar kıra döke ilerlemiş ve midesini çaresiz bir eleğe döndürene kadar her yerini delmişti. doğan bu kadınla mı kalıyor burada? günlerdir haftalardır bu kadınla mı kalıyor burada? ha? sen telefonlarımı açma, mesajlarıma dönme, mıy mıy iki satır bir şey yaz.. nasıl ya? onca zaman bu kadınla mı? yok artık yaa yok artık!

    “memnun oldum seda hanım, ben..”
    nisan ne söyleyeceğini bilemeden sustu. zaten daha şimdi ne söylediğini de bilmiyordu. memnun mu olmuştu ne? öyleydi galiba. neden memnun olmayacakmışım ki diye düşündü. hayır yani bunda memnun olmayacak ne var? altı üstü benim sevgilim bu güzelim kadınla bir aydır aynı evde kalıyor. ne olmuş yani?
    “memnun oldum!”
    seda gülmeye başladı. rahatlamış gibiydi, “ben de, ben de” dedi ve kapıyı açıp nisan’ı içeriye buyur etti: “nisan hanım buyurun gelin içeriye, doğan bey odasındadır şimdi.”

    içinden doğan’a, doğan ile ilgili her şeye, köşke, tarihine, yazdığı kitaba çizdiği deftere söylenen nisan, seda’ya dönüp gülerek “yukarıda, sağdaki ilk kapı değil mi?” diye sordu. “evet” dedi seda, eliyle karşısındaki merdiveni göstererek. nisan başıyla teşekkür edip, merdivenlere attı kendini. her basamakta midesindeki el sağa sola saldırıyodu, her basamakta ayrı bir sancı, ayrı bir öfke hissediyordu. o kapıyı başına geçirecekti doğan’ın.

    kapının önünde durup biraz sakinleşmeyi bekledi. sakinleşmeyi beklerken, sakinleşmeyi akıl etmiş olmasını takdir etti. öfkeyle tepinmek kolaydı, bağırıp çağırmak, kırıp dökmek çok kolaydı. o kolay yolların hangi çıkmazlarda sonlandığını iyi biliyordu. kolayın nasıl zora, nasıl imkansıza dönüştüğünü çok iyi biliyordu. gerek yok dedi soluklanırken. hiçbir şey olmamış gibi davranacaksın nisan. kendine güvenen, sevdiğine güvenen sağlam bir insan gibi davranacaksın. olabiliyorsan zaten öyle ol ama olamıyorsan da rol yap, yapa yapa bir bakmışsın, olmuş. haydi bakalım, haydi..

    gözlerini kapatıp derin derin nefes alıp verdi, sonra yavaş yavaş kapıya vurmaya başladı.

    doğan kapıyı açıp karşısında nisan’ı görünce bir şeyleri fena halde unuttuğunu düşündü. nisan’la en son ne zaman konuşmuştu? sözleşmişler miydi? şu saatte gelirim mi demişti nisan? işe dalıp unutmuştu demek ki.. “nisan?” dedi biraz mahçup, “hoş geldin, ya kusura bakma işe daldım unuttum geleceğini.”

    “gelirim dememiştim ki. sürpriz yapmak istemiştim ama.. doğan şu haline bak! “
    başka bir söz etmeye gerek duymadan içeriye girdi nisan. kapıyı kapatıp odaya göz gezdirdi ve o baş ağrısına benzeyen dağınıklığı kaldıramayacağını anlayıp kararını verdi: “doğan hayatım, haydi toparlan çıkalım şuradan. bana gidelim ne dersin? ha? haydi kırma beni, zaten özledim..”

    doğan masasına baktı, yatağın üzerine yaydığı çizimlerine baktı, yan duvarda asılı aynadan yansıyan yorgun yüzüne baktı ve “ben de özledim, haydi gidelim” dedi. toparlanıp çıktılar. nisan arabasını köşkün çıkışına sürerken mutluydu. iyi ki gelmişim diyordu, bak ne güzel oldu şimdi, böyle sakin sakin konuşunca.. işte böyle nisan, işte böyle!

    istanbul, 27 kasım 1965

    “herkesi çağırdım” dedi ilhan.

    sabah kalktığından beri aklına gelen bütün arkadaşlarını aramış, arayamadıklarına haber yollamış, davet etmekte geç kaldığı için özür dilemiş, ama illa ki her birini akşama beklediğini söylemişti. kızanı darılanı olmuştu ama hayır diyeni de çıkmamıştı. hem ilhan’ı seviyorlardı, hem de zaten köşk partilerinin kaçırılacak bir hali yoktu.

    ilhan’dan istediği cevabı alan eleni elindeki defterin sabahtan beri açık olan sayfasına bir çizgi daha çizip, mutfağa koşturdu. defter dünden beri elinde perişan olmuştu. ne zaman iki dakika soluk almak istese, bırakıldığı sehpadan, raftan, masadan hışımla alınıp başı dönene kadar sayfaları çevriliyordu. eleni o el kadar akıl defterine dünyaları sığdırmıştı. gelecek konuklar, hazırlanacak tatlılar tuzlular, içilecek içkiler, boy boy vazolar ve çiçekleri, ihsan bey’in kol düğmeleri, ilhan’ın son dakikada akla gelen ütü işi, ayakkabılar, takılar, üst dolaptan inecek çeşit çeşit kadeh takımları ve peri’nin yapacağı pasta, üzerlerine birer çizgi çekilmesini metanetle bekliyordu.
    böyle özel günlerde neriman hanım’ın mutfağında söz hakkı oluyordu eleni’nin.
    başka bir zaman olsa neriman hanım elini olabildiğince zarif bir edayla beline atar ve eleni’ye “eleni hanım dur şimdi hiç aklımı karıştırma, ben bilirim yapacağımı” der ve bildiğini okurdu. ancak şimdi o akıl çoktan karışmıştı. eleni ne derse desin “tamam eleni hanım, öyle yaparız” diyordu. o kadar iş nasıl yetişecekti, hiç bilmiyordu ki. daha peri gelip pasta yapacaktı! gözünün önüne peri’nin pasta yapma sahneleri geldikçe içine fenalık giriyordu. güzelim mutfağı perişan olacaktı yine, perişaan!

    “peri hanım ne zaman yapacak pastayı eleni hanım?” dedi sıkıntılı, üzüntü bir sesle. eleni’nin birden tek kaşı kalktı, gözleri kısılmaya başladı. uyandığından beri peri’yi hiç görmemişti. kahvaltıya da inmemişti. bırakalım uyusun, yüzü gözü dinlensin diye düşünmüştü hatta. ancak şu saate kadar ortada görünmemesi iyiye işaret değildi. daha yapılacak çok iş vardı. neriman hanım’a “dur ben bir bakayım” dedi ve merdivenlere koşturdu. peri’nin odası yukarı kata çıkınca hemen sağdaki ilk odaydı. nefes nefese kalan eleni, kapıyı çalarken odanın yakınlığına şükretti. içeriden ses gelmiyordu. “hayatım kalk artık, geç oldu” diye bir daha çaldı kapısını, ama yine ses soluk çıkmayınca açıp içeriye girdi. peri pencerenin önünde oturmuş, sakin sakin dışarıyı seyrediyordu. kapının açıldığını duyunca dönüp eleni’ye baktı, “birazdan gelirim dadı” dedi.

    eleni neye baktığını anlayamamıştı. peri’ye benzeyen bir kadın yamuk yumuk kesilmiş kısacık kırpık saçlarıyla kendisine dadı diyordu galiba.
    “peri?”

    eleni o geçmek bilmeyen iki dakikada başına geleni anlamış, çözüm yollarını araştırmış ve uygulamaya geçmişti. kafasının yönetim odasında hummalı bir faaliyet vardı. “hemen ilhan’a söyle arabayı kapıya getirsin” diyordu yetkili biri. peri’yi kolundan tuttuğu gibi aşağıya çeke çeke indirdi, ilhan’a bağıra bağıra seslendi. odasında eski kitaplarını karıştıran ilhan evde yangın çıktığını sanıp korkuyla kendini dışarıya attı. “ne oluyor eleni?” derken, kardeşinin yaptığı yaramazlıktan büyük bir keyif almış o çocuk yüzünü gördü, gülmeye başladı. “ne yaptın kızım saçlarına öyle?”
    “kırpmış!” dedi eleni sinirle. “ilhan gözünü seveyim oyalanma, şu arabayı getir, mücella’ya götür bizi.”

    kuaför mücella eleni’nin en eski arkadaşlarından biriydi. marifetli bir kadındı, onun gibi saç kesen şu koca istanbul’da yoktu. eleni başka kuaförlerin adını ağzına bile almazdı, arkadaşı dururken saçının teline hiç kimseyi dokundurmazdı. peri de gide gele alışmıştı mücella’ya. hoş artık yaşlanmıştı biraz, yanında yetiştirdiği gençler yapıyordu her işi ama eski dostları geldiğinde, makası tarağı hiç kimseye bırakmıyordu.

    ilhan bir koşu gidip arabasına atladı, eleni ile peri’yi sanki acil servise hasta yetiştirir gibi mücella’nın dükkanına yetiştirdi. eleni çıngıraklı kapıdan girerken “ilhan sakın bir yere kaybolma, bir saat sonra bizi al buradan kuzum” dedi. ilhan bir saat sonra geldiğinde iki kadını kaldırımda beklerken buldu. eleni kollarını göğsünde kavuşturmuş, peri’ye arkasını dönmüş yola bakıyordu. kardeşi ise iki tutam saçını kulağının arkasına sıkıştırmaya çalışıyordu. güzel olmuştu peri. onca zamanın gözlere belleğe ve anılara yerleşip mutlak hakimiyetini ilan etmiş görüntüsü yok olmuş ve geriye çok başka bir şey bırakmıştı. kısa saçla açıklanamayacak kadar değişik, başka bir ifadeydi bu. ilhan ne olduğunu anlayamamıştı ama güzeldi işte, önemli olan da buydu zaten değil mi?

    köşke dönene kadar eleni söylendi durdu. kuaförde tuttuğu çenesi artık baskıya dayanamamış ve kendini koyvermişti. o güzelim saçlarına nasıl kıyabilmişti? nasıl acımadan kesmişti? ne düşünmüştü de kökünden götürmüştü? hayır bari kısa saç istiyordu bu aptal çocuk, bari mücella’ya gitselerdi? şimdi böyle hoş mu olmuştu ha? mücella da nasıl şaşırmıştı, ayıplamıştı hatta! peri ise tek söz etmeden dinlemişti dadısını. ağzını açsa, daha günlerce haftalarca konuşurdu eleni. en iyisi susup sabretmekti. sonunda anlayacaktı nasıl olsa.

    eleni söylenmesini sadece en sevdiği pastanenin önünden geçerken bıraktı, inip pasta şiparişi verdi, sonra geri gelip bıraktığı yerden başladı. bakma yüzüme pericim, hiç bakma yüzüme! tanıyamıyorum ki zaten? ihsan bey görünce ne diyecek bakalım? adamcağız şaşkınlıktan küçük dilini yutmasa bari. ah peri ah! nasıl kıydın o güzelim saçlarına, nasıl!

    istanbul, 27 kasım 2019

    doğan’ı bırakıp işe gitmek nisan’a zor gelmişti ama yapacak bir şey yoktu. günlerdir o kazana dönmüş kafasıyla bir yana ötelediği işler, akça sigorta’da dört gözle kendisini bekliyordu. başında olmadığı her iş, her anlaşma nisan için büyük bir sıkıntı kaynağıydı.ne mehmet selim amcası ne de yıllarını şirkete veren onca insan yeterliydi nisan için. illa başında olacaktı işlerin. illa! babasından gördüğü neyse, öyle devam edecekti.

    doğan bile istisna olamıyordu. hem zaten dün gece aklına takılan hemen her şeyi cımbızla diken temizler gibi tek tek çıkarıp atmıştı. içi rahattı artık. doğan’ın işinden başka düşündüğü, takıldığı bir şey yoktu. başka bir kadın da yoktu! nereden çıkardıysa zaten.. hep yaptığı gibi doğan’ın başucuna kısa bir not bırakıp çıktı evden. yol boyunca aklında sadece işler, dosyalar ve zeynep’in günlerdir anlatmaya çalıştığı o yeni anlaşma vardı.

    zeynep’in aklında ise annesi vardı. gelmişti gelmesine ama ancak bir hafta kalabilecekti. ablasının doğurmasına altı hafta kalmıştı, dönüp yeni torun için hazırlık yapması gerekiyordu. torunlar boy boy dizilmişti ama her defasında sanki ilk kez torun sahibi olacakmış gibi heyecanlanırdı annesi. ablası da belli ki biraz nazlanmıştı, bırakma beni diye. olsun diye düşündü zeynep, bir hafta da az zaman değil, birkaç gün de izin alabilirsem..

    “zeynep, haydi şu işi bana başından bir daha anlat.”
    şirketin kapısında karşılaşmıştı nisan’la. “olur, olur anlatırım” dedi gülerek. “günaydın, nasılsın?” dedi sonra. nisan asansörü çağırıp arkasına döndü, zeynep’i yeni görüyormuş gibi biraz şaşkın “ha.. günaydın zeynep” dedi.
    “çok dalgın görünüyorsun, iyi misinnisan?”
    “aklımda o kadar çok iş var ki, sabahtan beri neyi düşüneceğimi şaşırdım. haa sabah demişken, doğan’ı alıp bana getirdim dün akşam. zeynep o odanın halini bir görseydin..”
    odanın halini havada iki kere dönen eli çok güzel anlatmıştı. dağınıklığın çapını çeperini emre’den dinlemiş olan zeynep kafasıyla onaylayıp, güldü. “bu sefer kendini çok kaptırmış demek ki.”
    “hı hıı” dedi nisan, sonra içinden söylendi “kaptıracaksa bir şeye, bari işine kaptırsın.”

    asansörden inip yürürlerken zeynep nisan’a annesinin ziyaretinden söz etti. izin istemeye sıra gelmeden nisan “zeynepcim sen bugün bana anlatacağın her şeyi anlat, sonra git birkaç gün gelme, annenle ilgilen. hem senin de beynin döndü kaç aydır iş iş..”
    zeynep çok memnun olmuştu, teşekkür edip “notlarımı toparlayıp odana geliyorum” dedi. emre’yi de arayıp haber veririm, bir gün çıkarız birlikte. bakalım artık..
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    emre bütün gününü ajansta bilgisayar başında geçirmişti. bir ara zeynep aramıştı, birkaç gün annesiyle vakit geçireceğini söylemişti. istersen bir gün de birlikte çıkarız demişti. emre nedendir bilinmez, zeynep’in annesini tanımak istiyordu. belki zeynep’i küçük bir mucize olarak kabul ettiği için, belki de bilinç düzeyinde kabul etmeye yanaşmasa da, arka odalarda harıl harıl çalışan bilinçaltının kabulüyle geleceğe dair planlar yaptığı için, zeynep’in çok değer verdiği bir insanı tanımak istemişti.

    çünkü zeynep annesini, annesi olma kalıplarının dışında, özene bezene severdi. ömrü bir köy, bir kasaba ve iki şehir arasında geçip giden bir kadının içinde büyüttüğü direnci, hiçbir ayrım yapmadan bütün evlatlarına sunduğu koşulsuz amasız sevgiyi ve ayçiçek tarlaları gibi ufuktan ufuğa yayılıp, her yeni güne umutla dönen o güzelim yüreğini seviyordu. emre de işte bu kadını tanımak istiyordu. onu tanıdığında zeynep’i de daha yakından, daha özünden tanıyacaktı.
    telefonu çaldığında ajanstan çıkmak üzereydi. kimdir nedir diye bakmadan açtı telefonunu. duyduğu ses ense kökündeki tüylerini anında diken diken etti. babasının sesini ne zaman duysa, o tüyler yangın alarmı gibi bas bas bağırarak dikiliyordu. kanı çekiliyordu, ruh emicilerin saldırısına uğramış gibi, içinde iyiye güzele dair ne varsa kayboluyordu.
    “ne istiyorsun?” dedi.

    düğününe gelmesini istiyordu babası. ne duyduğunu tam anlayamadığı için cevap veremedi emre. masasına yaslanmış, odasının kapısına bakıyordu. sanki kapının üzerinden birazdan ışıklı harfler geçmeye başlayacak ve emre’ye tek tek açıklayacaktı olan biteni. babası evleniyodu, bu kadarını anlamıştı. adam saniye ara vermeden ve duyduğu gururu sesinin her tınısına yansıtmaktan zerre utanıp sıkılmadan anlatıyordu. bir görsen sen de çok seversin emre diyordu, genç zaten anlaşırsınız diyordu, eskiden olan eskide kaldı be oğlum diyordu, benim deli zamanlarımdı şimdi o hoo öyle değiştim ki görsen şaşarsın diyordu, hay ellerim kırılsaydı da sana da nurşen’e de..

    emre annesinin adını duyunca telefonu kulağından çekip ağzına yapıştırdı “beni iyi dinle it herif” dedi. “iyi dinle beni, iyi! annemin adını ağzına alma demedim mi ben sana! lan sen ne arsız ne utanmaz bir adamsın! senin düğününden bana ne lan bana ne?? cehennemin dibine kadar yolun var hayvan herif arama beni bir daha! annemden de uzak dur kolunu bacağını bu sefer tek tek ben kırarım!”
    yumruğunu o arsız suratın orta yerine oturturmuş gibi kapattı telefonunu. sinirden elleri titremeye başlamıştı. onca yıldan sonra hâlâ bu adamın kendisini böyle etkilemesine kızıyordu. hayatından çekip gittiğinden beri solukları düzelmişti. sürüngenlerin yüzünde gözünde dolaştığı kabuslar bitmiş, insan gibi rüya görmeye başlamıştı. gözlerine ışık gelmişti, gülmeyi öğrenmişti.

    canı sigara içmek istiyordu. ceplerini yoklarken aklına geldi ki, bu mereti bırakalı neredeyse iki yıl olmuştu. iyi halt yemişim diye düşündü. oturup soluklansa fayda etmeyecekti, çıkıp yürüse hiçbir işe yaramayacaktı. doğan’ı aradı.
    “nerdesin?” dedi.
    “dersten şimdi çıktım” dedi doğan.
    “bekle beni akademi’ye geliyorum. bizim osman abi’ye gidelim” dedi ve pat diye kapattı telefonu.

    doğan elindeki telefona bakakaldı. bir şey olmuş diye düşündü. önemli bir şey olmuş..

    istanbul, 27 kasım 1965

    köşke girdiğiniz anda karşınıza büyük, zarif bir merdiven çıkar ve o geniş giriş holüne iki büyük salonun, çift kanatlı iki büyük kapısı karşılıklı açılır. sağdaki salon oturmaya, soldaki yemeğe ayrılmıştır. kapılar karşılıklı açılınca iki salon birleşir, insanlar ayrılır.

    gelen konukların bir kısmı yemek salonunda hazırlanan açık büfeden yemeklerini ve içkilerini alıp müzik sesinin kaynağına doğru yolculuklarına başlarken, diğer bir kısmı, boşalan tabaklarını ve kadehlerini doldurmak için geri dönüyorlardı. parti başladığından beri bu iki yönlü trafik hiç değişmemişti. eleni tıkır tıkır işleyen bir sistem kurmuştu. giriş kapısında karşılanan konuklar yemek salonuna buyur ediliyor ve sonra kendi hallerine bırakılıyordu.

    kendi haline bırakılmaması gereken peri, eleni’nin gözetiminde hazırlanmıştı. çok şık, çok güzel olmuştu. o kısacık kabarık saçlara gözü alıştıkça, eleni de gördüğünü beğenmişti. “hayatım esansını da sür bolca” demişti. bolca sürülen esansların akibetini çok iyi biliyordu ama bu gece, o geceydi. artık inceliklerin, ölçülerin, ayarların pek bir önemi yoktu. peri’nin çekmeceden çıkardığı şişeye gözü takıldı. küçük şişenin dibinde çok az esans kalmıştı. bir ay boyunca neredeyse her gün kullanılan esans sonunda yanına peri masallarını alıp, bitiyordu. yok aşk iksiriymiş, yok etkileme parfümüymüş, nereden aklıma geldiyse artık..

    peri son iki günün korkutan uysallığıyla esansı bileklerine ve boynuna damlattı. havaya dalga dalga leylak esansının ferahlatıcı kokusu yayıldı.
    “bu saçmalık da bu gece bitiyor neyse ki” dedi peri.

    sevgili kızım haklı diye düşündü eleni, ama düşündüğünü başarıyla kendine saklayıp, “despina’nın sihirlerini yabana atma şekerim. hiç ummadığın bir anda, her şey bitti derken çalışmaya başlayabilir” dedi.
    “haydi başlasın bakalım.”

    esans şişesini şifonyerin üzerine bırakan peri, başka bir söz söylemeden odasından çıkıp aşağına inmişti. daha gelip giden kimse yoktu. ihsan bey gazetesini alıp koltuğuna yerleşmişti. boş bulunup eleni’ye söz verdiği için kendini şöyle bir göstermeyi ve sonra kalabalığa karışıp kaçmayı düşünüyordu. bırakalım gençler eğlensin, ne işim var benim çoluk çocukla..
    “peri?? kızım?”

    ihsan bey salona giren peri’yi gördüğünde konukların gelmeye başladığını sandı. kibarca ayağa kalkıp hoşgeldiniz hanımefendi diyecekken, gözleri bir daha düşünmesini söyledi. gülerek kendisine yaklaşan kadına baktı ve gözlerine inanmama gibi bir seçeneğinin olmadığını hissetti. peri’ydi gelen kadın, küçük kızıydı.

    “peri?? kızım?”
    “babacığım lütfen kızmayın bana olur mu? biliyorum onca yıldan sonra büyük bir değişiklik yaptım ama alışırsınız siz de. nasıl peki, yakışmış mı?”

    ihsan bey ne diyeceğini bilemedi. kızının saçıyla başıyla uğraşacak hali yoktu. fikir beyan edeceği bir konu değildi ki bu? ancak peri çok şaşırtıcı bir değişiklik yapmıştı. bir şey söylemesi gerekiyordu kızına.

    “çok yakışmış peri, çok değişik olmuş. ne desem bilemedim kızım, dur bakayım, alışayım biraz. yakışmış yakışmış evet..”
    “teşekkür ederim” dedi peri gülerek. sanki can sıkıntısı bir anda geçip gitmişti.
    gözlerinin içi gülmeye başladı, yanakları biraz daha kızardı, burnunun üstündeki çiller mutlu mutlu yanaklarına doğru dağıldılar. ihsan bey de o dağılan çillerin peşine takılıp gitti bir süre. gözünün önüne nükhet geldi, içi parçalandı. özlemek değildi bu, hasretti. hasret kalmıştı nükhet’in gülüşüne.

    peri’nin neşesiyle kendine geldi, dönüp kızına bir daha baktı ve “güzel kızım benim, ne yaparsan yap yüzün böyle gülünce sana yakışmaması mümkün değil ki zaten” dedi. peri uzanıp babasına sarıldı. içinden geldiği gibi davranmıştı, tıpkı yıllar yıllar önce küçük bir kız çocuğuyken yaptığı gibi. ihsan bey mutluydu ama içinden bir ses bu kızın bir derdi var diyordu. eleni bir şey söylemiyor ama bu kızın bir sıkıntısı var. dur bakalım şu gece geçsin de yarın bir daha konuşayım..

    köşk yolunda arabalar görünmeye başladığında giriş holünden eleni’nin sesi duyuldu: “sabri efendi! misafirler gelmeye başladı! haydi şu kapıları açalım artık.” sabri efendi, neriman hanım’ın her işe koşan yorgun kocasıydı.

    ihsan bey’in rahmetli babasının zamanında, bu köşkte doğmuştu sabri. babası köşkün emektarıydı. sabri de babasının işini devralmıştı. sanki yazıya dökülmemiş çok güçlü bir yasanın emirlerini yerine getiriyordu. başka bir iş yapmayı, başka bir yerde yaşamayı hiç düşünmemişti. ihsan bey’in de aklının ucundan geçmemişti böyle bir şey. alışkanlıklarına bağlı kalmayı yaşamının temel direklerinden biri yapan ihsan bey için zaten sabri’den vaz geçmek olacak iş değildi. sabri gitti annesinin uzak bir akrabasının marifetli kızıyla evlendi ve köşkün hizmetilere ayrılan odaları neriman hanım ile yeniden hayat bulmaya başladı. bir de oğulları oldu. sabri efendi oğluna babasının adını verdi: hasan. hasan şimdi beş yaşının olanca sevimliliğiyle, köşkün girişinde gelen arabaları el sallayarak karşılıyordu.

    hasan’ın karşıladığı arabaları sabri bir hizaya sokuyor, kapının yanında gülücükler saçan eleni de her birine güzel sözler söyleyip, içeriye buyur ediyordu. parti ilhan için veriliyordu ama ilhan’ın kapıda bacada bekleyip misafir karşılaması hiçbir koşul altında mümkün olmadığı için, gelenler de eleni’nin bu tantanalı karşılama törenine şaşırmıyorlardı. eleni, muhtemeldir ki, canı sıkılıp biraz eğlence istediği için ilhan’ı bahane etmişti. ihsan bey’in bir köşede her an buhar olup havaya karışacakmış gibi durması da misafirlerin bu kanısını güçlendiriyordu. böyle toplantıların zaten bitip tükenmeyen en kıymetli üretimi, aylarca tepe tepe kullanılacak dedikodular ve mış’lı muş’lu tespitlerdi.

    peri eline aldığı buzlu meyveli hafif içkisini ufak ufak yudumlarla içiyordu. gelenlere hoşgeldiniz diyor, tanıdıklarına hal hatır soruyordu. tanımadığı pek çok insan vardı. ilhan abisinin iç içe geçmiş renkli çemberlerden oluşan çevresi, bu akşam, hem de böyle kısa bir süre içinde toplanmış ve köşke akın etmişti. uzun zamandır yapmıyorduk böyle bir şey diye düşündü peri, ondan herhalde..
    ahmet’i kapıda gördüğünde yüzüne basan sıcaklığın tarifi yoktu. ahmet eleni ile konuşuyordu, ilhan yemek salonunun bir ucundan el salayıp arkadaşını karşılamaya geliyordu. böyle güvenli bir mesafeden sevdiği erkeğe bakmak, peri’nin o ufak yudumlarına cesaret vermişti. ahmet’in gür, kumral saçlarına bakarken, hafif yan döndüğünde daha belirgin olan geniş omuzlarına ah ederken kalp atışları hızlanmış, yudumlar da o hıza ayak uydurmuştu. kalan içkisini başına dikip girişe doğru yürümeye başladı peri. güya içkisini tazelemeye gidiyodu. aaa ahmet de gelmiş demek sonunda? içinden merhabaları nasılsınları prova ede ede giden peri’nin aklına artık nasıl insafsız bir izanın marifetiyse, bir kere olsun o kısacık saçlarının yaratacağı şaşkınlık gelmemişti.

    kapıdan girdiği andan itibaren ahmet’in gözleri peri’yi arıyordu. içine düştüğü kalabalığın zaten tahammül edilebilir tek hali, peri’yle konuşma umuduydu. çevrelerinde yumuşak yastıklar misali mırıltılar olarak kalacaklardı birazdan. peri’yi bir köşeye çekecek, hatta belki gel biraz bahçede dolaşalım diyecek ve sonra..

    “merhaba ahmet, hoş geldin.”
    ahmet’in aklından geçen en son şey, kameriyeye giden yoldu. hatta o yolun geniş taşları bile gözünün önünde canlanmıştı. merhaba ile başlayan cümlenin devamına şimdi bir çift parlak beyaz uzun çizme hakimdi. başını kaldırdığında ince, düzgün bacakları, tül gibi uçuşan eflatun çiçekli elbiseyi ve peri’yi gördü. ne olmuştu o güzelim uzun kızıl saçlara? neden peri olmaktan vaz geçmişti, neden böyle değişmişti, ne istemişti, ne düşünmüştü, ne olmuştu hayatında bu kadar farklı, bu kadar..

    “peri? merhaba. kusura bakma birden tanıyamadım.”
    peri’nin eli kahkülüne gitti, düzeltirken umutla, neşeyle sordu: “yakışmış mı ahmet? beğendin mi?”

    ahmet beğenmişti. biraz durup düşünecek olsa, bilinçaltının beynini dürte dürte anlatmaya çalıştığı bu gerçeği vakitlice fark ederdi. ama fark edemedi. çünkü aklından geçen şey, değişiklik isteğinin nedeniydi. çok mu önemliydi sanki bu? hayır. o an öyleydi sadece, ama işte o an da, peri’nin gözlerini aça aça hevesle evet çok beğendim cevabını beklediği andı.

    “değişik olmuş” dedi ahmet. burnuna yine keskin leylak kokusu gelmişti. bu aralar nedense sürekli bu kokuyu sürüyordu peri hanım! daha önce hafif hafif vanilya kokan peri, aslında istediği değişikliği belli ki leylak parfümüyle yapmaya başlamıştı. neden diye düşündü yine ahmet. ne olmuştu da böyle birden.. yoksa hayatında bir erkek mi vardı? yoksa..

    “içki almaya gidiyorum ben” dedi peri. hızla geri dönüp ilhan ile çarpıştı, “önüne bak abi!” diye kızdı ve eleni’nin kaşına gözüne hareket imkanı tanımadan bir hışım çekip gitti. ahmet arkasından bakakalmıştı. ilhan “ne olduysa artık..” dedi, eleni’ye dönüp devam etti: “eleni sen bilirsin, neyi var bu kızın?”
    “bir şeyciği yok merak etme ilhancım, ama benim kafam daha şimdiden kazana döndü, gidip biraz dinleneyim şuracıkta.”

    ahmet de bir köşeye çekilmek istiyordu. birbirleriyle bağını koparmış gibi duran aklı ile gönlü sürekli bir şeyler anlatıyordu. kafasının içi nasılların, acabaların, amaların savaş alanına dönmüştü. ilhan ahmet’in kolundan tutup yemek salonuna sürükledi: “gel gidip bir şeyler alalım. ne içersin?” ne olursa diye düşündü ahmet kalabalığa karışırken, ne olursa..

    eleni ise gözüne boş kanepeyi kestirmiş, başka hiçbir şeye bakmadan ilerliyordu. her yerde kar var diyordu adamo, adım adım sesi yükseliyor, eleni’nin çatlayan kafasına derman olmaya çalışıyordu. kanapeye yayılıp kendini müziğin seyrine bırakacakken, birden irkildi. tanıdık bir gülüş, omuzuna dokunmuştu. eyvah! diye aklından geçirdi, eyvah, ziya bey!

    “eleni!”

    ihsan bey’in çocukluk arkadaşı ziya karadağ, eleni’nin korkulu rüyasıydı. eleni’ye olan ilgisini onca zaman boyunca bilmeyen, anlamayan kalmamıştı.
    “ziya bey! hoşgeldiniz, nasılsınız?”
    ziya bey iyiydi. eleni’yi görünce daha da iyi olmuştu. ne iyi etmişti de ihsan köşke bir uğra demişti. acaba bu vesileyle eleni hanım ona bahçede bir gezinti için eşlik etme lütfunda..

    “başka bir zamana ziya bey, peri’ye bakıyordum ben de. haydi size iyi eğlenceler, aa bakın ihsan bey de şurada oturuyor bir başına..”
    bir başına koltuğunda otururan ihsan, ziya’yı görünce sevinçle ayağa fırladı. artık gitme bahanesi gelmişti. bahaneyi davet etme tedbirini düşünmüş olmanın verdiği neşeyle ziya’nın yanına gelip koluna girdi.
    “nasılsın ziyacım? gel şu gürültüten çıkalım, sana anlatacaklarım var.”

    eleni ihsan bey’in kaçış manevrasını takdirle karşıladı, adam sıkılmakta haklıydı. bu gece için ince ince planladığı her şey uçan balon misali elinden kaçıp gitmişti. şimdi kim bilir nerelerden kendisini izleyip haline gülüyordu. onca insanı boşuna mı toplamıştı peki? bu iki çocuk neden bir araya gelemiyordu ki? ne oluyor hiç anlamıyorum diye düşündü eleni, birlikte eğlenmeleri gerekirken şu hale bak! ikisi de evin başka bir ucunda!

    ahmet salonun bir ucunda ilhan’ın varlığından bile haberdar olmadığı arkadaşlarıyla tanışıp konuşurken, diğer ucundaki peri üzüntüyle öfkenin tatsız tuzsuz bir karışımıyla cebelleşerek ahmet’i izliyordu. gözünden bir damla yaş akmaya başladığında birden burnuna leylak kokusu geldi. o saçma sapan esansın saçma sapan kokusu! bir insan ancak bu kadar salak, ancak bu kadar çaresiz bir aptal olabilirdi! neye nasıl kızacağını şaşıran peri kendini merdivenlere attı. bir dakika bile şu uğultuya, ahmet’in koluna gülerek dokunan kızın dişlerine, burnuna gelen kokuya,
    eleni’nin radar gibi gezinen ve hayli zamandır kendisini izleyen gözlerine dayanamayacaktı. odasına istanbul’un lodosu gibi girip, kapıyı öfkeyle ardından kapattı.

    deryani, dima ran fatunna

    “sevgili dima ran fatunna, biraz canım sıkılıyor. çıkacağın yolculuğun sonu belli değil. dönecek misin yoksa her nereye gittiğini sanıyorsan orada kalacak mısın bilmiyorum. bilen hiç kimse de yok zaten. mümkün değil ki böyle bir şey, mümkün değil! ancak, her olasılığı düşünüp ona göre hareket edebilirsin, aklına gelen her türlü önlemi alabilirsin, son bir kez güzelim deryani’ye bakıp iç çekebilirsin ve sonra.. peki öyleyse neden gidiyorsun? bırak o iksirler oldukları yerde kalsın. ne olduysa oldu artık, neyi düzelteceksin ki? hem nereden biliyorsun belki hiçbir işe yaramadılar?
    unuttun mu çocuktun onları yaptığında. heyecanlı, yaptığı işin önünü arkasını düşünmeyen aceleci bir çocuktun. belki de yok oldular, belki gittikleri o yabancı dünyalarda iletişim kurabilecekleri tek bir zerre bile bulamadılar? belki her şeyi bırakıp gitmen hiçbir işe yaramayacak, sen de yok olacaksın, belki..”
    dima kalemi kağıdı masasına bırakıp kalktı, karşı tezgahın üzerinde masmavi ışıltısıyla kendisine bakıp duran iksirine arkasını döndü, sıkıntıyla bir aşağı bir yukarı dolanmaya başladı. kafası dağılsın diye mektup yazmaya başlamıştı. hem aklından geçenleri bir hizaya sokuyordu hem de dönüp o mektubun devamını yazmanın ve aferin sana dima, başardın demenin hayalini kuruyordu.

    iksirini bitireli tam on iki saat olmuştu. on iki saattir tezgahın üzerinde bekliyordu o mavi, kıvamlı ve ışıltılı sıvı. keşke nereye gideceğini bilseydi, keşke nasıl bir dünya ile karşılaşacağını, nelere hazır olması gerektiğini bilebilseydi. acaba vena sidare’nin gittiği yere mi gidecekti? acaba o mor iksirleri harekete geçiren, burada duvarındaki parçacıkların iletişim kurduğu zerreleri açığa çıkaran vena ustası mıydı?

    ışıldayan parçacıkların bir kısmı hiçbir bilgi iletmemişti. o kadar güçsüz, o kadar soluk ve zayıflardı ki, daha canla başla ışıldayanları varken onlarla uğraşmayı gereksiz görmüştü dima. hem uğraşsa bile kendisine bir adres oluşturmaları imkansızdı o ışıltıların. şimdi elinde bir hedef vardı, bir de onu hedefine yollayacak mavi bir ok.
    öyle büyük bir bilinmezliğe kendini atıyordu ki, kendisi dahil hiç kimseye düzgün bir açıklama yapamıyordu.

    ailesine bir süre yolculuğa çıkacağını, biraz kafa dinlemek istediğini ve eğer hoşgörürlerse, yalnız kalmak istediğini söyledi. atölyesine devam eden bütün öğrencilerini topladı ve onlara çözüme ulaşmaları aylar sürecek ödevler verdi. ben dönene kadar çözersiniz bunları dedi, gelince bakarız dedi, eğer takıldığınız bir şey olursa diğer ustalara danışırsınız dedi ve en fazla bir ay sonra dönerim ama gecikirsem merak etmeyin, işim uzamıştır dedi. kendisine merakla ve endişeyle sorulan her soruyu sevimli sevimli geçiştirdi ve sonra, dört yardımcı ustayı alıp bodruma indirdi. onlara üzerinde çalıştığı projeyi başından sonuna kadar anlattı. hiçbir şey saklamadı, üzerini örtmedi, olanı biteni tek tek açıkladı. öğrencilerime şimdilik hiçbir şey söylemeyin dedi, olur da dönemezsem şayet, tıpkı vena sidare gibi, işte o zaman bugün burada size anlattığım her şeyi, herkese anlatın dedi.

    aslında isteklerinin kabul görebilecek bir hali yoktu. dima’nın yerinde kim olsa, diğer ustalar hemen büyük konsey’in toplanmasını talep ederdi. ama şu dünyadaki herkes biliyordu ki, büyük konsey toplansa bile gelip dima ran fatunna’ya soracaklardı ne yapabiliriz diye. bu kadın, bu dünyanın en acayip, en anlaşılmaz, en sıradışı ama en zeki, en yaratıcı parçasıydı. şimdi, benim bunu bunu yapmam gerekiyor diyorsa, yapması gerekiyordu.

    “nasıl döneceksin dima?” dedi en yaşlı usta. “vena sidare dönemedi, sen nasıl döneceksin?”

    “aklımdan geçeni anlatayım ustam,” dedi dima. “vena sidare gittiğinde, yanında götürdüğü iksirlerin burada bir parçası yoktu. bağlantı kuracakları hiçbir şey yoktu. belki de vena ustam, dönüş için o iksiri kullanması gerektiğini düşünmedi bile. hoş düşünseydi de, geri gelemezdi. zaten o iksirler ne yazık ki çok eksik ve çok yetersizdi.
    bu dünyanın bir parçası olarak harekete geçip vena sidare’yi götürdüler ama gittikleri yerde hiçbir işe yaramamış olmaları çok büyük bir olasılık. ne o dünyanın bir parçası oldular ne de bizim dünyamızla iletişim kurabildiler. ancak benim şimdi yaptığım iksirin burada kalan parçalarıyla bağı var. dönmek istediğimde o bağı kurup beni bu dünyaya, bu zaman çekecektir. öyle olmasını umuyorum en azından.”

    “dilerim dediğin gibi olur dima, dilerim şu dünyanın hayal gücü senin yanında olur kızım” dedi en yaşlı usta. diğer ustalardan konuşan olmamıştı. ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı zaten. sadece ezelden ebede birbirine bağlanmış zerrelerinde, tek ve muhteşem bir canlılığın parçası olduklarını bilerek, adına dima ran fatunna dedikleri şu güzelim parçalarının sağ salim dönüp gelmesini diliyorlardı.

    “aklın burada kalmasın dima, dönüp geleceğini biliyorum kızım, yolun açık olsun.”

    dima artık son hazırlıklarını yapıyordu. üzerine rahat bir pantolon ve üst giyindi. renksiz, düz giysiler hazırlamıştı yolculuk için. büyükçe bir sırt çantasına giysilerini, biraz yiyecek ve suyu, işine yarayacağını düşündüğü ufak tefek aletleri, bulabildiği en sağlam taş şişeye doldurduğu iksirini, defter kalem ve aklına son anda gelen küçük kayıt eklentisini yerleştirdi. elinin üstüne tıpkı bir yüzük gibi yerleştireceği bu kayıt eklentisiyle gittiği her yerde görüp duyacaklarını, kendi dünyasının zerrelerinden yapılmış belleğe depolayacak ve zarar görmeden saklayabilecekti.

    son bir kez atölyesine baktı, yazdığı yarım mektubu masasının üzerinde olduğu gibi bıraktı ve tıpkı vena sidare gibi çıkıp eski günler harabeleri’ne yürüdü. ustasının izini kaybettikleri o yıkık duvarı buldu ve bir kere daha düşünmeden çantasındaki iksirin daha önceden ayırıp küçük bir şişeye koyduğu iki damlasını bileğine boşattı.
  • (bkz: #151219096) devam:

    istanbul, 27 kasım 2019

    doğan akademi’nin çıkışında bekliyordu. fındıklı parkına doğru yürüdü, sonra geri döndü. emre belli ki trafiğe takılmıştı, geç kalmıştı. ne oldu acaba diye düşündü, sesi iyi değildi, hiç iyi değildi. osman abi’nin meyhanesine gitmeyeli de aylar olmuştu. nereden esti aklına kim bilir?

    parka doğru tekrar yürümeye başladığında emre’nin geldiğini gördü. ellerini ceplerine sokmuş, omuzlarını kaldırmış, sağa sola hiçbir yere bakmadan, hiç kimseyi görmeden hızla yürüyordu. doğan’ın gözünün önünde birden çocukluğuna döndü emre. sanki biraz önce öfkeyle evinden çıkmıştı. sokağın üstünden aşağıya, doğan’ların evine doğru yürüyordu. ağlamamak için kendini tuta tuta kaskatı kesilmişti. ellerini ceplerine sokmuştu ki, sinirle sağa sola saldırmasın diye. başını kaldırıp hiçbir yere bakmıyordu ki, biri görüp de bir şey sormasın diye.
    yıllardır arkadaşını bu halde görmemişti doğan. ne olduğunu o yürüyüşten, o burnunun dibine kadar gelip de, tanımadan yanından geçip giden boş bakışlardan anlamıştı.

    “emre?” diye seslendi arkasından.

    emre yürümeye devam etti. doğan peşinden koşturup bir daha “emre!” dedi. emre geriye dönüp baktığında gözlerinden yıllar geçiyordu. eşref denilen o adi herifin gölgesi saçlarının dibinden alnına, burnuna yüzüne yürümüştü. doğan bu gölgenin her tonunu adı gibi biliyordu. “gel haydi gidelim” dedi.

    başka da bir söz söylemesine gerek yoktu. yan yana kazancı yokuşuna doğru osman’ın meyhanesine kadar ses etmeden yürüdüler. havaya karışıp yol alan kelimeler yoktu ama doğan o sessizlikte çok şey duymuştu.

    eşref keremoğlu ciğeri beş para etmez bir ayyaştı. zevkinden keyfinden zerre taviz vermeyen bir ayyaştı. bazı ayyaşlar, ayyaşlığın, insan gibi ayyaş olma sınırları içinde dolanır dururdu ama eşref, o sınırların adamı değildi. onun işi sınırların dışında gönlünü eylemekten ibaretti. iki çocuğu varmış, evde nurşen beklermiş, umurunda değildi. emre bir gün annesinin “gezip tozması bir yere kadar ama ah o eve sarhoş gelip esip gürlemesi yok mu!” dediğini duymuştu. doğan’ın annesiyle oturmuş konuşuyorlardı. annesinin sol yanağı morarmıştı. gözünün ucuyla görüyordu epey zamandır. esip gürlemesi diyordu ama o esip gürlemenin ne olduğunu bütün mahalle biliyordu.

    “çocuklarım var aysun, ayrılıp ne yapacağım?” diyordu. neyi sineye çektiğini bilemeden geçip giden onca zamandan sonra bir gün eşref, annesini çırpı kollarıyla korumaya çalışan emre’ye saldırdı. çocuğu kolundan tutup duvara fırlattı. nurşen’in de o dakika aklı başına gelip oturdu. küçük kızı elif koltuğun arkasına saklanmış ağlıyordu. emre yuvarlandığı yerden kalkmaya çalışıyordu.

    nurşen o akşam oğlunun gözünde kötü bir ışık gördü. yemyeşil neonlar gibi, döne döne insanın beynini oyan, atarlı çakarlı had bildiren ışıklar gibi bir ışık gördü. böyle devam ederse bu çocuk kötüye gider diye düşündü. elif’in içini çeke çeke ağlaması eşliğinde düşündü ve sonra avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

    hayatı boyunca hiç öyle bağırmamıştı. gerektiği zamanlarda bile sesini yükselten bir insan değildi zaten, bağırmak nedir bilmezdi, ama o akşam öğrendi. sesine çevredeki herkes koştu. sanki yıllardır böyle bir yardım çağrısını bekliyorlarmış gibi, hemen, anında koştu herkes. “eliiif kapıyı aç yavrum!” diye bağırıyordu nurşen. eşref neye uğradığını şaşırmıştı, çünkü o güne kadar ne yaparsa yapsın, kol kırılıp yen içinde kalmıştı.

    zulmetmeye alışmışların arsızlığı hiç kimsede yoktur. hele ki o arsızlık sessizlikle ödüllendirilmişse. bahane her ne olursa olsun sessizlik ödüldür zalime. eşref de ödülünü aldıkça şişen, şiştikçe oburlaşan ve ödüllere doymayan bir zalimdi. sessizliğe alışkın bir zalim. şimdi bu zalim herif evinin bir köşesinde sinmiş kalmıştı. “ulan hayvan herif yetti be yetti!” diye koluna yapışmışlardı komşuları. sırtına yediği tekmeyle kapının önüne atılmıştı. nurşen “bir daha bu eve gelirsen öldürürüm seni!” diye bağırıyordu. nurşen’i tanımayanlar kadın aklını yitirdi herhalde diye düşünürlerdi ama tanıyanlar biliyordu ki, nurşen delirmemişti. aksine, o çığlıkların ardında çok soğuk çok gerçek bir ciddiyet vardı.

    nurşen’e sadece eşref inanmamıştı. hele iki gün geçsin ben gösteririm o kahpeye diyordu. ulan beni evimden atacak adam mısınız siz! diyordu. ağızlarını burunlarını yer değiştirmezsem bana da eşref demesinler diyordu. iki sokak aşağıdaki kahvehanede okey taşlarını ıskataya çarparken söylüyordu bunları. tanıyan tanımayan herkese bağıra bağıra söylüyordu. pisliğe bulaşmamanın, hayatta kalmak için pratik bir yol olduğunu tecrübe ile sabitleyen karayağız mangal yürek erkekler he he diye geçiştiriyorlardı eşref’i. içlerinden sadece biri çıkıp “eşref, yengeye laf söyleme ayıp oluyor. kes artık!” demişti. eşref de sonunda sesini kesmişti.
    kahvede sesini kesmişti ama ertesi gün evin kapısına dayanmış bağırıyordu:

    “aç ulan kapıyı! aç! nurşeen! o değiştirdiğin anahtarları yutturacam sana! aç diyorum şu kapıyı!”

    o günü emre nisan’a, asansörde kapalı kaldıkları zaman anlatmıştı. kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek bir şey yapmıştı. nisan galiba babasının öldüğünden, onu çok özlediğinden söz etmişti, emre de birden bire, sanki içindeki gizli odaların kapılarını açan kayıp anahtar nisan’nın babamı özledim demesiymiş gibi, içini dökmüştü.

    “o gün doğan’la karnelerimizi almış eve dönüyorduk” demişti. doğan’dan ilk söz edişiydi.

    “hiç unutmuyorum, yıl 2005. ilkokul bitmiş, koskoca sekiz yıl! doğan’la birlikte sınavlara hazırlanmışız, elimizden tutan öyle kimse de yoktu haa. iki öğretmen ile bir de doğan’ın annesi. benim annem o zamanlar canının derdine düşmüştü. niye mi? boş ver uzun hikaye ama bak o karne gününü unutmuyorum çünkü o gün, babam olacak o insan ziyanı herif hayatımdan çıktı gitti. nisan görecektin halini.. bir görecektin öyle yolun kenarında kemik çuvalı gibi yatışını. gelip çöp toplar gibi kazıyıp götürdüler hastaneye. aylarca yatmış inleyerek. hiçbir şey içimi böyle soğutmamıştır haa.. hiçbir şey.”

    kudurmuş gibi kapıya dayanan eşref’i nereden çıktığı belli olmayan üç adam yaka paça tutup götürmüştü. sokağın biraz aşağısındaki boş arsada evire çevire, dinlene dinlene dövmüşlerdi. adamlar nereden çıkmıştı, kimdi neydi hiç kimse anlamamıştı. mahalleden değillerdi, tanıyan bilen yoktu. belki öteki mahallelerin kahvehanelerinden duyup gelmişlerdi, kim bilir?

    sonunda bu adamlar işlerini bitirdiklerinde eşref tanınmayacak haldeydi. adama her vuruşlarında, her tekmede her yumrukta sakin sakin uyarıyorlardı, bir daha bu sokağa bu mahalleye bu semte gelirsen seni gebertiriz diye. sen bugün kendini ölmüş bil diyorlardı. öldün sen tamam mı lan! diyorlardı. geberdin gittin. leşini gerçekten şu arsaya ite köpeğe atmamızı istemiyorsan yok olacaksın diyorlardı.

    polis günlerce mahallede adam kovaladı. görene görmeyene herkese olanı biteni sordu. kim dövmüştü bu adamı? birileri “polis bey böyle çok uzun boylu iki genç vardı bir de daha yaşlı bir adam vardı ama inan olsun yüzlerini görmedim. göstersen vallahi tanımam” demişti. başka biri de “komserim ne desem yalan olur. galiba dört kişiydi. bodur esmer bir adamla üç tane de gençten çocuk. kimlerdendir nedir bilemem, hiç görmedim daha önce” demişti. birinin dediği diğerini tutmuyordu. saldırganlar iki adım arasında uzuyor kısalıyor, esmerden sarışına dönüyor, sayıları bir artıyor bir eksiliyordu.

    sonunda polis soruşturmadan vazgeçti. faili meçhul ilan edip işin ucunu bıraktılar. eşref keremoğlu da konuşacak hale geldiğinde hiçbir şey hatırlamadığını söyledi. muhtemelen doğru söylüyordu. çünkü eşref kendisini dövenleri unutabilirdi, hatta yediği dayağı bile unutabilirdi ama neden yediğini unutması söz konusu olamazdı. hasta yatağında alçılar içinde kıpırtısız yatarken ulan hakikaten öldüm ben diye düşündü.

    nurşen, babasından kalan iki küçük daireyi eşref’in keyfine yem olmaktan kurtarmıştı. yediği onca dayağın sebebi de zaten o iki evi satmaya yanaşmamasıydı. girdiği hiçbir işte tutunamayan, açtığı ufak marketi afiyetle batıran eşref, nurşen’in kira geliriyle çocuklarına baktığı evlere gözünü dikmişti. eşref’in isteğine uymamak ağırına gidiyordu ama çocuklarının geleceğini düşündükçe nurşen direniyordu.
    eşref’in varlığı hayatlarından silinince, nasıl doğru bir karar verdiğini çok daha iyi anladı. artık ele güne muhtaç olmadan çocuklarını okutabilir, acı ve korku duymadan huzur içinde yaşayabilirdi. hemen boşanma davası açtı. eşref kabul etmez, yıllarca süründürür sanıyordu ama tek celsede eşref’in yüzünü bile görmeden boşandı. eşref’in herhangi bir şeye itiraz edecek hali kalmamıştı.

    emre yeni okulunda mutluydu, doğan’la kendilerine ayrı bir dünya kurmuşlardı. elif sakin sakin, neşeyle büyüyordu. yıldan yıla, her gün her ay biraz daha iyileştiler. eşref’in sesini, kokusunu unuttular. arada bir uzak bir akrabadan ya da birilerinin eşinden dostundan haber aldıkları oluyordu. başka bir şehre gitmişti, kardeşiyle yine dükkan açmıştı.. sonra o haberler de kesildi ve herkes için eşref keremoğlu son nefesini vermiş oldu.

    “evleniyormuş lan? evleniyormuş, tutmuş beni arıyor gel diye!”
    emre uzun zamandır, çok uzun zamandır böyle çok, böyle hızlı içmemişti. ne kadar içerse içsin, ne kadar söylenirse söylensin, içindeki öfkeyi atamıyordu.
    “telefonunu nereden bulmuş peki?”
    “ne bileyim abi bulmuş işte. iş yerinden falandır herhalde.”
    “aramaz daha, merak etme.”

    doğan söylenebilecek her şeyi söylemişti zaten. saatler geçip gitmişti ama emre bir türlü sakinleşmemişti. kim bilir kaç yılın gömülmüş acısı ve öfkesi açığa çıkmış, güneş görmüş vampirler gibi bağıra çağıra yanıyordu. yana yana tükeneceklerdi bu gece, yapacak bir şey yoktu.
    osman altı masalık meyhanesinin tezgahına kollarını dayamış emre ile doğan’a bakıyordu. bu iki adamı daha el kadar bebeyken, sahildeki sanatçı mektebine başladıkları yıl tanımıştı. o okuldan meyhanesini keşfeden yeniyetmelere yer yok yeeer diye kapıyı gösterirdi.

    daha iki günlük akıllarıyla gelip tepesinde sanat sepet işlerinden bahsetmelerine, yok efendim kime göre post bilmem ne şöyledir böyledir diye ahkam kesmelerine sinir olurdu. eli cetvel kalem tutan da boyalı parmaklarıyla herkese akıl satacağını sanıyor derdi. bıkmıştı çoluk çocuktan. meyhane dediğin ağırlık ister. edep ister. çene yarıştırılacak yer mi lan meyhane?

    onca surat asmaya, onca kapıdan kovalamaya rağmen bazen birileri çıkıp inat ediyordu ve kenardaki lüzumsuz, sonradan eklenmiş masada kendilerine yer buluyordu. seslerini ayarlamayı öğrenmişlerdi, ders vermeyi, boş boş konuşmayı unutmuşlardı. efendi gibi şu mekana girip, efendi gibi içip, efendi gidip ayaklarıyla çıkıp gidiyorlardı. emre ile doğan okulu bitirmelerine yakın anca geçmişlerdi osman’ın sınavından. hem zaten artık şu rahmetli ayhan ışık’ı andıran oğlan okulda hoca olmuştu. onların her zaman başının üzerinde yeri vardı. ama o öğrenciler yok mu..

    osman’ın bakışlarını burgu burgu beyninin kıvrımlarında hisseden doğan, sus diye baktı osman’a. sus be osman abi, bu gece sen sus, bakma öyle.
    emre’nin dili dolanıyordu ama zembereği boşalmıştı bir kere. ne çocukluk kalmıştı ne annesinin göz yaşları ne de elif’in ürkekliği. elif iyiydi hoştu ama sanki hep arkasına bakıyordu yürürken, sanki hep, ağzından çıkacak her sözü iki kere düşünüyordu. kuş gibi diyordu emre, koskoca kız kuş gibi abi.

    “elif çok iyi emre, boşuna dert ediyorsun.”
    “ne bileyim ben? bana hep sanki bir zarar görmüş gibi geliyor. hep böylee.. osman abii osman abii bir ufak daha verirsin mi? ha? bak şimdi diyorum ki doğan buradan çıkıp..”

    emre o gece olan biteni pek hatırlayamadı. hele bir ufak daha’dan sonrasını hiç hatırlamadı. doğan osman’ın olur bazen böyle bakışlarını yorgun argın kabul edip, arkadaşını yüklendi. çıkıp yürüyelim biraz, temiz hava iyi gelir dedi. sallana sallana dolana dolana yürüyen emre’yi bir taksiye attı, “ortaköy’e” dedi.

    istanbul, 28 kasım 1965

    peri yine penceresinin önündeydi. yine sandalyesini çekmiş, bahçeyi seyrediyordu. aşağıda sesler bir yükselip bir alçalıyordu. başka bir yerde eğlenenler, evde toplananlar, işi gücü olup da daha yeni kurtulanlar, şöyle bir uğrayıp ben de oradaydım şekerim demek isteyenler, şu saatte bile davet beklemeden geliyordu.
    peri için eğlence çoktan bitmişti. bir saat önce sinirden ağlayarak odasına dalmış ve eline geçen her şeyi sağa sola fırlatmıştı. her şeye öfke duyuyordu. tarağına, küçük aynasına, çıkarıp bir köşeye yığdığı tokalarına, yatağının üzerine attığı iki kitaba ve o lanet olası esans şişesine. dibinde kalan iki damla, sanki kendisiyle alay ediyordu.

    eleni kapısını telaşla açıp içeri girerken, peri de şifonyerin üzerindeki şişeyi alıp hırsla pencereye doğru atmıştı. camı kırıp gitsin mi istemişti, ne düşünmüştü hiç bilmiyordu ama şişe pencerenin çerçevesine çarpıp yere düşmüş ve yuvarlana yuvarlana köşede kaybolmuştu. nereye gittiğini anlayamamıştı bile. komodinin arkasına mı kaçmıştı, yatağın altına mı girmişti, umurunda değildi. gözü görmesin, yeterliydi.

    eleni koşup peri’nin ellerini yakalamış, sonra da sakinleşsin diye sarılıp yavaşça yatağa oturtmuştu. ağlaması hafifleyip, burnunu çekmeye başlayana kadar beklemiş ve sonra “pericim, iyi misin canım?” demişti. fırlattığı her eşyayla içindeki öfkeyi, hayal kırıklığını ve utancı atan peri, artık iyiydi. “nasıl bu kadar aptal olabildim eleni?” diye sordu. en çok buna üzülüyordu, en çok bunu dert ediniyordu. nasıl olmuştu da yarım akıllı bir fotoroman karakteri gibi kokulardan esanslardan medet ummuştu?

    “zaten hep senin yüzünden oldu bunlar! despina’nın iksirleriymiş de, yok aşk..”
    aşk dediğinde tıkanan nefesi yine gözlerini doldurmuştu ama eleni bu sefer o yaşları koyvermesine izin vermedi. “haydi haydi.. aptallıkla ne ilgisi var bunun hayatım? insanlar böyle şeylerden hep etkilenmiştir. hep! tarih böyle hikayelerle dolu ayol. ne olmuş yani biraz da biz denemek istediysek? haydi sil gözlerini. şimdi senin sinirlerin bozuldu biraz ama hiç merak etme bir tanem, yarın hepsi geçmiş gitmiş olacak. güleceksin ay ben ne yaptım diye, bak gör. gel aşağıya inelim canım, ne dersin?”

    peri aşağıya inmek istemiyordu. odasından bile çıkmak istemiyordu. “ben biraz daha kalmak istiyorum eleni, belki sonra inerim” dedi, sandalyesini alıp pencerenin önüne çekti. eleni “peki canım, sen bilirsin” deyip kapıyı kapatırken, peri camdan dışarıya bakmaya başlamıştı.
    aşağıda sesler bir yükselip bir alçalıyordu.. birden arkasında bir ses işiterek geriye döndü.

    istanbul, 28 kasım 2019

    yol boyunca saniye susmadan konuşan emre, taksi köşkün kapısında durduğunda dışarıya bakıp “hımm” dedi ve sustu. susmasının nedeni, köşkün daha yeni elden geçmiş bahçe aydınlatması olabilirdi ama asıl neden, her türlü takdirin üstünde bir zamanlamayla başını koltuğa düşüren sızmasıydı. doğan arkadaşının haline bakıp gülmeye başladı, bu geceye de böyle bir son yakışırdı zaten dedi, emre’ye sarılıp kapıya kadar taşıdı. kapıya yaslayıp anahtarlarını buldu, içeriye güç bela girip odasına kadar yarı yüklenip yarı sürükleyerek götürdü. yatağa yatırıp üstünü örttü, tam çıkacakken geri dönüp ayakkabılarını çıkardı, başını yan çevirdi, bir şey olursa sesini duysun diye kapısını aralık bıraktı, karşıya, kendi odasına girdi, kapısını aralık bırakıp..

    pencereden içeriye ışık doluyordu, odası yarı aydınlıktı. hasan ne zamandır söylediği işi yapmış, araba yolunu, bahçeyi ve giriş kapısını ışıl ışıl aydınlatmıştı ve sanki şimdi her bir lamba doğan’ın penceresine tırmanmaya çalışıyordu. montunu çıkarırken hasan’la konuşayım da biraz azaltsın şunları diye düşündü. perdeleri çekmeye başladığında birden gözüne ilişen ışıltıyla durakladı. ışığın yolunu izleyerek döşeme tahtalarının arasındaki küçük bir kırıkta takılı kalıp parıldayan şeyi buldu. küçük bir esans şişesiydi bu. eline aldığında ışıltı kaybolmuştu ama kristal şişenin zarif çizgileri çok hoşuna gitmişti.

    pencerenin yanında şişeyi incelemeye başladı. üzerine ışık vurdukça renkleniyordu şişe. dibinde kalan bir iki damla esans da o renklerden payını alıp canlanıyordu. doğan şişenin ne kadar eski olduğunu çıkaramamıştı. ince ince nakış gibi işlenmiş, neredeyse şişenin kendisi kadar büyük bir kapağı vardı. renk renk boyanmıştı o nakışlar. tek başına kapak bile bir sanat eseriydi. doğan şişeyi daha iyi incelemek istedi. perdeleri kapatıp odanın bütün ışıklarını açtı, şişenin o güzelim tasarımına dalıp gitti. yarın bir ara semiha hanım’a göstereyim bunu diye düşündü, belki o bilir neyin nesi olduğunu.

    sonra kokusunu merak etmeye başladı. acaba onca zaman dayanmış mıdır diye düşünürken kapağını açıp biraz çekinerek kokladı. çok hafif bir leylak kokusu aldı, parmağının ucuna bir damla damlatıp hafif yoğunluğunu hissetti ve kokuyu içine çektiğinde, sanki pencereye tırmanmaya çalışan bütün lambalar gelip üstüne atladı. çevresinde dönüp durmaya başlayan renkler gözlerine dolmaya başlamadan hemen önce yaptığı son şey, kapağını aceleyle kapattığı şişeyi yatağının üzerine atmak oldu. sonra her şey, akıp giden bir renk ırmağının içinde kayboldu.

    istanbul, 28 kasım 1965

    peri duyduğu sese dönüp baktı ve odasının ortasında sersem sersem dikilen adama “daha da neler!” diye bağırdı. belli ki aşağıda ziyadesiyle sarhoş olan bir aptal, yolu şaşırıp taa odasına kadar gelmişti.

    “yanlış yere geldiniz beyefendi!” dedi.

    beyefendiden hiç ses çıkmadı. sesi soluğu bir yana bırakın, gözleri iyice kaydı ve olanca sersemliğiyle peri’nin yatağının üzerine kendini bıraktı, yığılıp kaldı.

    “hah şimdi tam oldu!” dedi peri kızgınlıkla, “şimdi tamam oldu, oh ne güzel iş ya.. ne güzel. geldi sızdı odamda. ah ilhan!”

    nerede kendini bilmez serseri varsa zaten ilhan’ın arkadaşıydı. bir ahmet farklıydı ama ahmet de az salak değildi hani.. neyse bari gidip ilhan’ı bulayım, gelip alsın arkadaşını diye düşünüp elini kapının koluna attığında birden durakladı peri. “şuna bak” dedi, “bir de içeri girip kapıyı kapatmış. utanmaz adam!”

    merdivenlerden aşağıya, müziğin sonuna kadar açıldığı, sigara dumanının her yeri istila ettiği ve her kafadan ayrı bir sesin çıktığı o curcunaya inerken, ben de amma dalmışım cam önünde, odama adamın biri giriyor, ruhum duymuyor diye düşünüyordu.

    tam bu sırada eleni ise, yastığına damlattığı lavantanın insafına sığınarak uyumaya çalışıyordu. yine başı tutmuştu. ahmet saatler önce izin isteyip gitmişti. ilhan kalsın diye çok söylenmişti ama ahmet nedendir bilinmez, canı sıkkın, morali bozuk bir halde “yok gideyim ben artık” demişti. ilhan da sonunda “öyle olsun madem, dur sabri’ye söyleyeyim bıraksın seni” diye etrafına bakınmış ama ahmet “rahatsız etme adamı, bir taksi bulur giderim ben. zaten yürümek istiyorum biraz” diye itiraz edince arkadaşını uğurlamıştı.

    ahmet gittikten sonra parti de çığrından çıkmıştı. sanki ipten kazıktan kurtulmak için bu ağırbaşlı, bu efendi genç adamın gidişini gözlemişti. müziğin sesi dayanılacak gibi değildi. sallanmayan, bir yerlere çarpmadan yürüyebilen kimse kalmamıştı. ihsan bey ziya ile kaçarken “beni bu gece beklemeyin artık” diye seslenmişti eleni’ye. eleni de durduğu yerde çevresine bakmış, bu insanlar sabaha kadar buradalar belli ki demiş ve peri’nin de aşağıya inmeyeceğinden emin olunca, odasına çekilmişti.

    ve yine tam bu sırada doğan, gözlerini açmış, tavanı seyrediyordu. burnunda hiçbir anlam veremediği leylak kokusu, başında akşamdan kalmaya yorduğu hafif bir ağrı ve mide bulantısıyla, sızıp kaldım herhalde diye düşünüyordu.

    emre’yi yatağına yatırdıktan sonra odasına gelmişti. peki sonra ne olmuştu? yatakta doğrulup oturduğunda neye uğradığını şaşırdı. yatak yanlış yere bakıyordu, oda daha genişti, banyonun yerinde büyük bir dolap vardı ve.. bu kadar ayrıntıyı fark edebildiğine göre sarhoş da değildi. zaten emre’nin halini görünce iki dublenin etrafında dolanıp durmuştu bütün gece boyunca.

    “ne oluyor?” dedi yüksek sesle.
    yatağın örtüsü değişmişti, duvarın rengi değişmişti, çalışma masasının yerinde kanatlı aynaları olan bir şifonyer vardı. en garip şey ise, yatağın üzeri boştu, masaların sandalyelerin üzeri boştu. doğan’ın ortalığa yaydığı ne kadar kitap defter kağıt kalem varsa, yok olmuştu.

    “ne oluyor?” dedi, yine yüksek sesle.

    cevap beklediği yoktu ama sorusu, evin her yerinden gelip odaya dolan müzik sesini fark etmesine yaramıştı. pencereye gitti, perdeler açıktı. ne gördüğünü anlayamadan uzun uzun bahçeye baktı. dışarıda insanlar vardı. bir kısmı şu serin kasım gecesinde çimlere oturmuş konuşuyordu. bir kısmı dans ediyordu! içeriye girip çıkan, kahkahalarla gülen, birbirine bağıra çağıra seslenen bir sürü insan.

    doğan ne düşüneceğini bilmiyordu. belki de hayatında ilk defa, kafası tamamiyle boşalmıştı. gözleri soğuk, tarafsız bir kamera gibiydi. nereye bakıyorsa, ne görüyorsa onu olduğu gibi kaydediyordu. büyük bir olasılıkla beyninde bir yer, korumakla mükellef olduğu aklı savunmaya çekilmiş ve bir süreliğine düşünme taşınma işlerine son vermişti. kaydet diyordu gözlere, kaydet, sonra başa sarar izleriz ne oluyor diye.
    neyi niçin yaptığını bilemeden yerinden kıpırdayan doğan kapıya ulaşıp kendini dışarıya attı. tam karşısında emre’nin odası vardı. daha yeni belki bir iki saat önce emre’yi yerine yatırmış, kapısını da aralık bırakmıştı. şimdi elini uzattığı kapı kapalıydı.

    “emre?” diye seslenip girdi odaya. karanlığa gözleri alışınca el yordamıyla ışığı bulup açtı ve yine aynı kaybolmuşluk hissi kafasının içinde tepinmeye başladı. odanın her hali başkaydı. ne eşyalar, ne şu ne bu. aynı oda, farklı farklı eşyalar ve.. birden asıl görmesi gerekeni göremediğini fark etti: emre yoktu. yatakta yoktu, odanın herhangi bir yerinde yoktu. banyoda mı acaba diye kafasını çevirdi, banyo, olduğu gibi yoktu. tıpkı kendi odasındaki gibi yerinde dolaplar vardı.

    “emre?” diye bağırarak koridora çıktı. artık iyiden iyiye şaşkınlığa teslim olan aklı, sanki benden bu kadar deyip köşesine çekilmişti. merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. basamaklarda oturmuş bir kadının yanından geçti, kadın elindeki kadehi kaldırıp, gülerek “ah seni yaramaz seni! ne yapıyordun yukarıda bakalım?” dedi.
    doğan kadının ne dediğinden çok, o acayip saçlarına takılıp kaldı. tepesi kabardıkça kabarmış, kalemle çizilmiş gibi omuz hizasından dışarıya doğru kıvrılmış ve hafif kaymış gözlere inat, tek bir teli bile bozulmamıştı.

    doğan’ın aklı çekildiği köşeden laf yetiştiriyor, bu kadının halinde bir gariplik mi var acaba diyordu. her adımda tıpkı biraz önce peri’nin yaptığı gibi, dumanın ve gürültünün içine dalan doğan salon kapılarının önüne geldiğinde, her şey garip diyordu, her şey! o kadar sersemlemişti ki, düşmemek için en yakın duvara yaslanıp durdu. çevresinden akıp giden insanlara, müziğe, açık giriş kapısından gelip sakin ol sakın bayılayım deme diyen serinliğe dalıp gitti.

    bu sırada peri, ilhan’ı asuman’ın belinde bulmuş , sesini duyurmaya çalışıyordu: “ilhan abi?? ilhan abii?”
    “ilhan!”

    ilhan sonunda sesi duyup ne oluyor diye dönüp baktığında, peri’nin sinirden kızarmış yüzüyle, öfkeden yaşarmış gözleriyle karşılaştı. kardeşiyle dalga geçtiği, hafife aldığı çok zaman olmuştu ama şu an, o zamanlardan değildi. bir şey olmuştu peri’ye. hemen elindeki kadehi en yakındaki sehpaya bırakıp kardeşinin boynuna kolunu sardı: “burdayım burdayım, ne oldu peri?”

    “odamda sarhoş arkadaşlarından biri var ilhan. olan bu!”
    “ulan!” dedi ilhan. başka birinin başına gelmiş olsa belki o kafayla biraz gülerdi ama şimdi hakikaten sinirlenmişti. şu evde onca zaman, onca eğlence tertip edilmişti, onca insan girip çıkmıştı ama kardeşinin odasına girecek kadar kendini yitireni hiç çıkmamıştı.

    “kim o densiz aptal?”
    “tanımıyorum abi, sızdı kaldı yatağın üzerinde.”
    “ağzıyla içmeyince işte.. neyse peri, sen kal biraz burada, ben ilgilenirim şimdi.”

    asuman’a kaş göz ederek ilgilen peri’yle dedi, sonra hızla merdivenlere attı kendini ilhan. doğan’ın önünden koşturarak geçip yukarıya çıktı ve kardeşinin odasına “kalk lan oradan! başlarım sarhoşluğunuza haa!” diye hışımla daldı.

    yatakta kimse yoktu. ancak yarıya kadar kayıp ucu yere değen örtü, üzerinde sızıp kalan adamın ayıldığını ve belli ki ilhan’dan biraz önce odadan çıktığını söylüyordu. ilhan üst katta kimseyle karşılaşmamıştı ama yine de diğer odalara bir bakıp emin olmak istedi. eleni’nin odasına gelene kadar her odaya baktı, hiç kimse yoktu. eleni ise yatağında uyuyordu. ses etmeden kapıyı açtığı gibi yavaşça kapatıp, banyoları dolandı ve sonra aşağıya indi. yine doğan’ın yanından geçip peri ile asuman’ın yanına gitti.

    “gitmiş serseri!”

    peri abisinin yüzündeki sinirli ifadeye bakıp “tamam artık yapacak bir şey yok, sızıp kalmıştır bir yerde” dedi. ilhan’ın daha fazla sinirlenmesini istemiyordu, yapacak bir şey yoktu hakikaten. çıkıp odasının kapısını kilitleyecek ve sabah, birer birer ay nasıl da dağıtmışız diye ayılacak olan sersem tayfayla kahvaltı yapacaktı. bir daha da böyle bir parti fikrini hiç kimse aklının ucundan bile geçirmezdi zaten. gençlik yıllarıyla birlikte arkada kalması gereken ağır yüklerdi artık bu eğlenceler. peri bir yandan böyle söyleniyordu ama diğer yandan içindeki küskün bir ses keşke saçma sapan davranacağına sen de eğlenseydin diyordu. ahmet ahmet diye kendine kahretmişti kaç gündür. al gördün işte ahmet’i dedi sinirle gülerek, adamın umurunda bile değilsin, aklını başına topla artık!

    doğan serin havanın içine işlemesiyle birlikte kendine gelmeye başlamıştı. gözleri görüyordu, kulakları duyuyordu. parmakları dokundukları yerlerin tarifini ona düzgün düzgün veriyordu. başındaki ağrı, bir başı olduğunun kuşku götürmez kanıtıydı. gözlerini açtığı andan beri gördüklerini çok iyi hatırlıyordu. kolları yerindeydi, bacakları sağlamdı. midesindeki bulantı geçmişti ama onun da yerli yerinde olduğundan emindi. peki öyleyse, doğan ne cehennemdeydi?

    hiçbir yerine bir şey olmamıştı, muhtemelen aklı da başındaydı. böyle kapsamlı bir hayal ya da rüya gördüğünü hiç hatırlamıyordu. hayır, bu başka bir şeydi. semiha hanım ve seda, gece yarısından sonra eve bu insanları çağırıp kostümlü parti mi vermişti? çevresindeki insanların giysileri, babaannesinin gençlik albümünden çıkmış gibiydi. gördüğü herkes, duyduğu müzik, kulağına çarpan konuşmalar, her şey sanki.. sanki her an şu salonun kapısından pos bıyıklarını hoplatarak hulusi kentmen çıkacak ve herkesi önüne katıp kovalayacaktı.

    semiha hanım değildir dedi sakin kalmaya çalışarak. ya peki seda? seda mı doldurdu bu insanları buraya? emre nerede peki?
    yine aklı başından gidecek gibi oldu doğan’ın. kendini toparlayıp, bahçeye çıktı. o serinliğin orta yerinde kalıp, şu köşke ve şu akıl almaz hengameye dışarıdan bakıp, düşünecekti. ancak ondan sonra, ancak kendine iyice geldikten sonra dönüp insanlarla konuşmaya ve neler olduğunu sormaya başlardı. daha önce değil.
    köşkten uzaklaşıp bahçe yolunun ortasına kadar yürüdü. sağında solunda park etmiş arabalar vardı. elini alnına koyup arabalara bakmaya başladı doğan. gözleri, şişşt baksana bir, bunlar çoktan emekli olan dolmuşlar değil mi? diye aklının omuzuna pıt pıt vuruyordu sanki. aklı ise omuz silkip, sen de böyle her gördüğüne inanıp beni rahatsız etmesen artık? diyordu. başa çıkılacak gibi değildi ama sonunda izanı, orta bir yol buldu: dönem partisi gibi bir şey bu, 60’lar partisi?

    ancak doğan’ın gözleri vazgeçecek gibi değildi. köşke baktığında gördüğü şey, bir aydır kaldığı yerin değişik bir haliydi. köşk aynı köşktü, bundan şüphe yoktu ancak çizdiği onca detaya, onca cephe eskizine ve sağlam belleğine güvenerek söyleyebilirdi ki, gece yarısından sonra bu yere bir haller olmuştu. gece emre ile döndüklerinde her yanı ışıl ışıl parlıyordu köşkün, şimdi sadece açık kapıdan ve pencerelerden gelen ışık ile kapının iki yanına monte edilmiş iki lambanın çekingen aydınlatması vardı. çok emin olmasa da, sanki dış cephenin boyası daha eskiydi, rengi daha kirlenmiş daha kırçıllanmış bir beyazdı. yeni restore edilmiş gibi durmuyordu.

    bahçe yolundan ayrılıp köşkün deniz tarafına doğru yürüdü. aklından geçen, bir de o cepheden dönüp bakmaktı ama daha adımını ön bahçeye atar atmaz, boğaz’da.. boğaz’da bir eksiklik vardı sanki? yıllardır inatçı bir baş ağrısı gibi aydınlatılan köprü..

    “köprü nerede?” diye bağırmaya başladı doğan.

    şu durduğu yerden sanki elini uzatsa tutacakmış gibi ışıl ışıl bahçeye dolan boğaz köprüsü, yok olmuştu. köprünün bütün ışıklarını söndürmüş olsalar bile, tepesindeki ışıklar yanardı. yahu sen ne saçmalıyorsun dedi yere çökerken, ne saçmalıyorsun sen? sıra tepesindeki ışıklara gelene kadar.. üzerinden geçen bir tane bile araç yok mu şimdi?

    “köprüye ne oldu lan? köprü nerede?” diye önündeki ağaçlara, arkasındaki köşke, boğaz’a, kendine, istanbul’a, duyan duymayan herkese bağırmaya başladı doğan levent. kendini bildi bileli, hiç bu kadar aklından ve varlığından şüphe etmemişti. köşkün her tahtası iki saat içinde şu alemde mevcut her renge boyanabilirdi belki, ama köprü hiçbir iz bırakmadan yok edilemezdi. delirdim galiba dedi, sakinleşmeye çalışırken. eğer delirmişse bağırıp çağırmanın bir gereği yoktu ki, sakin sakin deliliğini yaşardı.

    “kes be saçmalamayı! emre nerede peki? haydi ben delirdim, emre’ye ne oldu?”
    aklına emre gelince çöktüğü yerden kalkıp köşke dönmeye karar verdi. gidip konuşayım bari, ne olduğunu sorayım, ne bileyim artık ne olacaksa olsun..

    peri tam merdivenlere adımını atacakken, kapıdan giren adamı gördü. evet oydu işte! boş boş etrafına bakınıyordu ama belli ki odasından çıkacak kadar ayılmıştı. sinirle dönüp karşısına dikildi. tam parmağını burnuna kadar kaldırıp bu ne utanmazlık diye sallayacakken, genç adamın bakışlarındaki çaresizliği okudu. bir kitap sayfasını okur gibi, kelime kelime okudu. o kadar bariz bir çaresizlik anlatıyordu ki o gözler, koluna dokunup “iyi misiniz? neyiniz var?” dedi.

    “bilmiyorum” dedi doğan.

    bilmiyordu gerçekten. kendisine samimi bir merakla bu soruyu soran genç kadına baktı. kısacık kabarık kızıl saçlarına, hafif çilli yüzüne, kocaman kapkara gözlerine baktı. üzerindeki giysiye baktı sonra, uzun parlak beyaz çizmelerine baktı. burnuna gelen o tanıdık leylak kokusuyla gözleri karardı birden, kadına tutunup merdivenin alt basamağına oturdu.

    “dikkat edin, dikkat edin.. tamam yavaş, hah şöyle” diyerek peri yardım etti oturmasına.
    “hatırlamıyorsunuz bile, değil mi?” dedi yanına otururken.
    “neyi?”
    “odama geldiğinizi? yatağıma düşüp sızıp kaldığınızı?”
    “odanız mı? orası sizin..”
    “evet! her neyse artık, belli ki ne yaptığınızın farkında değilmişsiniz. nasıl, iyi misiniz şimdi?”
    “bilmiyorum” dedi doğan yine. artık hiçbir şey bilmiyordu. hangi odaya girdiğini, hangi evde kaldığını, köprüye ne olduğunu..
    “köprüye ne oldu?!” diye sordu birden ayağa fırlayarak. peri kolundan çekip oturttu yine yanına doğan’ı. haline hem acımaya hem de gülmeye başlamıştı.
    “hangi köprü?” dedi anlayışla gülerek.
    “boğaz köprüsü? boğaziçi köprüsü? 15 temmuz şehi.. off neyse ne işte köprü diyorum, ne oldu ona? neden yerinde değil? yahu ne oluyor burada, siz kimsiniz ne zaman geldiniz köşke?..”

    doğan kendine sahip olamamıştı. aklını yiyip bitiren ne kadar soru varsa hepsini aynı anda sorup kurtulmak istiyordu.

    “bir dakika, bir dakika.. sakin olun önce. sırayla gidelim mi? önce, siz kimsiniz? benim adım peri, ilhan’ın kardeşiyim.” peri yine gülerek elini uzattı doğan’a.
    “doğan”
    “hah şöyle işte! doğan bey, memnun oldum. ilhan’ı nereden tanıyorsunuz peki?”
    “ilhan kim hanımefendi? ben ilhan diye birini tanımıyorum.”

    aman ne güzel diye düşündü peri, kim bilir abimin hangi arkadaşı alıp getirdi bu adamı partiye..
    “dedim ya, ilhan benim abim. burası da bizim evimiz. eleni ilhan için parti vermişti bu gece..”
    “eleni mi? o da kim? ne diyorsunuz siz, inanın hiçbir şey anlamıyorum.” birden aklına emre geldi doğan’ın. “emre nerede?” dedi heyecanla.
    “emre mi? ah tamam, demek emre getirdi sizi, ama ben emre’yi tanımıyorum. ilhan’ın bütün arkadaşlarını tanımam mümkün değil ki zaten..”

    doğan’ın tek kelime söyleyecek hali kalmamıştı. ne sorsa, ne söylese sanki yanında oturan ve kendine peri diyen bir duvara çarpıyor ve anlamsız sesler olarak geri geliyordu. yok eleni, yok ilhan.. semiha hanım’a ne olmuştu peki? hasan vardı hani, ona ne olmuştu?

    “bu gece odama girdim peri hanım, kendi odama girdim!” doğan nefesinin tıkandığını hissediyordu ama sanki kalan aklının selameti şimdi konuşmasına bağlıymış gibi devam etti.
    “odaya bahçenin ışıkları dolmuştu, her yerine! köşede bir parıltı gördüm, orada tam odanın köşesinde ışıldıyordu. merak ettim! döşemenin içindeydi, kaplamanın ucu kırılmıştı sanırım, her neyse artık, baktım orada küçük bir şişe.. peri hanım elime değdiğini hatırlıyorum, zaten son hatırladığım da bu oldu. sonra..”

    doğan bir şeyi unuttuğunu, çok önemli bir şey unuttuğunu düşünüyormuş gibi sustu birden. peri her ne duyduysa her bir kelimesinin çok yorgun ve sarhoş bir zihnin saçmalaması olarak düşündü.

    sonra doğan, “benim gidip emre’yi bulmam lazım” dedi ayağa kalkarken. peri de ayağa kalktı. bu sefer otursun diye ısrar etmek istememişti. gitsin emre kimse onu bulsun, arkadaşı ilgilensin madem diye düşünmüştü.

    “peki doğan bey” dedi, “daha iyisiniz değil mi?”
    “evet, evet” dedi doğan, “teşekkür ederim.”

    peri oturma salonuna tutuna tutuna giren doğan’ın arkasından baktı, neyse artık birileri ilgilenir nasıl olsa diye düşünüp odasına çıktı. ilhan’a odasına giren adamı bulduğunu söylemeyecekti. ne gereği vardı ki? zaten kafası bulut gibi olmuştu adamın, hatırladığı bir şey yoktu. bilerek yaptığı bir terbiyesizlik de yoktu. hatta aslına bakarsan, çok da efendi bir gence benziyor dedi peri gülümseyerek, hoş adam..

    dışarıda gün aydınlanana kadar doğan iki salon arasında dolandı durdu. koltuklara, sandalyelere yayılıp uyuklayan insanların yüzüne baktı birer birer. aklı kafasından havalanıp tüyecek gibi olduğunda bahçeye çıkıp serin havayı içine çekti. bahçede kimse kalmamıştı zaten. araba girişinin dışında bekleyen arabalar vardı, içerde park etmiş arabalar vardı, akla mantığa uyan birçok şey vardı ama misal, emre yoktu. onca insan vardı semiha hanım’ın şu sessiz, saklı köşkünde ama asıl olması gereken arkadaşı yoktu. olması gereken hiçbir şey yoktu. köprü yoktu lan? defalarca ön bahçeye gidip gözleri boğaz’dan geçen her bir gemiyi seçecek hale gelene kadar kalıp bakmıştı. hava aydınlanmaya başladığında yaptığı ilk iş de bu olmuştu zaten.
    tıpkı çok ama çok uzun yıllar önce vena sidare’nin yaptığı gibi boğaz’a dalmış ve sanki benzer şeyleri düşünmüştü. “neresi burası? boğaz aynı boğaz, martı aynı martı ama.. sanki zaman aynı zaman değil. zaman değişmiş!”

    birden aklı başına gelmişti doğan’ın. durup kendine baktı. kıyafetlerine baktı, ayakkabılarına baktı ve elini cebine sokup cep telefonunu çıkardı. işte burada! dedi. aklımı yitirmiyorum, burada işte! bu telefon benim sigortam. aklımın sigortası.
    telefon kapalıydı. açmak istedi ama açamadı, gece boyu nazlanan şarj sonunda bitmişti demek ki. olsun dedi, sıkı sıkı tutunarak telefonuna, olsun. bu varsa ben kafayı yemedim. insana kafayı yedirtecek bir şeyler olmuş olabilir ama bunun sebebi benim aklım değil.

    telefonunu cebine koyup köşke döndü doğan. şimdi kendine daha çok güveniyordu. evet bir şey olmuştu dün gece. ne olduğunu düşünüp bulacaktı ama şimdi ayakta kalması gerekiyordu.

    istanbul, dima ran fatunna, 28 kasım 1965

    …dünya değişmişti. dima ran fatunna havada uçarken, altında dönüp duran dünya değişmişti…

    bileğindeki serinliği hissetmesiyle kendini havada bulması bir olmuştu dima’nın. çocukken tırmandığı ağaçlar geldi aklına, annesi korkuyla bağırırken dallarından atladığı bütün ağaçlar. kaç kere kolunu bacağını yaralamıştı, kaç kere çimenlerde zıplarken gözüne burnuna çiçekler böcekler kaçmıştı. hızla yere çarpıp yuvarlandığında aklından geçen, çocukken her şeyin çok daha kolay olduğuydu. çantasının ağırlığı hızını kesti ve karşısında selama durmuş gibi sıralanan çam ağaçlarına doğru savruldu.

    ağaçlar gecenin karanlığında, olduklarından daha büyük ve hiç olmadıkları kadar korkutucu görünüyordu. dima yanında durduğu ağaca dayanıp soluklarını düzene sokmaya çalıştı. hiçbir şey görmüyordu! yola çıkarken masmavi olan gökyüzü, şimdi simsiyahtı. gözlerinin karardığını sanmıştı ama hayır, geceye düşmüştü. gözlerin birazdan alışacak karanlığa, sabret biraz dedi kendi kendine, sabret.

    geçen her dakika, dima’nın yeni dünyasını biraz daha aydınlattı. arkasında neredeyse insan boyu yüksekliğinde taş bir duvar vardı. gözleriyle duvarı takip edince, içine düştüğü alanın büyük bir bahçe olduğunu anladı. duvar en uzak köşede dönüyor ve büyük, beyaz bir evin arkasında kayboluyordu. evi fark ettiğinde, neredeyse aynı anda evden dışarıya taşan müzik sesini de fark etti. evden dışarıya çıkan insanları gördüğünde ise kendini hemen en yakın ağacın arkasına attı.

    “kim bunlar?”
    sesleri uzaktan geliyordu. ne söyledikleri anlaşılmıyordu ama kahkahalar geliyordu kulağına. öyle zararsız öyle mutlu görünüyorlardı ki, dima elinde olmadan gülmeye başladı. nereye düşmüştü böyle?

    yavaş yavaş ilerlemeye başladı. dikkatle atıyordu adımlarını. biraz daha yakınlarına gidip izlemek istiyordu bu insanları. ne yaptıklarını görmek istiyordu, söylediklerini anlamak istiyordu. ancak attığı her adımla biraz daha belirgin hale gelen konuşmalar, dima için anlamsız seslerdi. görünmeden gidebileceği en yakın yere gidip kendini çimenlerin üzerine attı, kafasının her zerresini zorladı, anlamak için uğraştı didindi ama başarılı olamadı.

    çok uzun yıllar önce vena sidare’nin yaşadığı o yürek burkan hayal kırıklığını dima da yaşadı. başka bir canlının ne söylediğini anlayamamak, herhangi bir yaşamın başına gelebilecek en büyük kötülüktü! aklı almıyordu böyle bir kötülüğü, yüreği kabul etmiyordu. manfin dağının cinlerini bu yüzden yok saymışlardı, bu yüzden onları kendi hallerine bırakıp anlayamamanın yıkıcı etkisinden kendilerini korumaya çalışmışlardı. çünkü dima’nın dünyasında birbirine sevgiyle ve anlayışla bağlanan her zerre için, kabul etmesi de dayanması da çok zor olan bir haldi bu. ve bu hal, şimdi burada, bu hem tanıdık hem yabancı dünyada bir kez daha dima’yı sanki alnının orta yerinden vurmuştu.

    gözlerini kapatıp sakin sakin düşünmeye çalıştı. gecenin tanıdık sesleri kulağına doldukça sakinleşti. aklına birden son dakika çantasına attığı kayıt eklentisi geldi. sol elinin orta parmağının üstüne dikkatle yerleştirdi, bedeniyle ve şu acayip dünyayla bağ kursun diye bekledi. yeşim taşından yüzüğe benzeyen eklenti renklenip ışıldamaya başladığında, dima da yerinden kalkıp kalabalığa biraz daha yaklaştı. artık çevresinde olan biten her şeyi kaydediyordu. belki daha sonra çok işine yarayacaktı bu kayıtlar, kim bilir belki gözünden kaçan önemli şeyleri fark edecekti, belki ne söylediklerini anlamanın bir yolunu bulacaktı.

    gülüp eğlenen insanlara yaklaştıkça içi rahatlayarak farkına vardı ki, bu insanların kendisini tanımaları, tehlike olarak görmeleri mümkün değildi. büyük evin ardına kadar açık kapısının karşısına geçip, gölgelerin arasına oturdu. gördükleri duydukları her şeyi parmağının üzerindeki o yeşil ışıltılı küçük alana taşıyacak parçacıkların yola çıktıklarını hissetti. dima atölyesinde, duvarın karşısında beklerken düşünmüştü bu eklentiyi. eğer olur da iksirlerimi bulmak için yabancı bir dünyaya gidersem işime yarar demişti. şimdi kullanırken hatırlıyordu ki kimseye söz etmemişti, kimseye gösterip de fikrini almamıştı. daha doğrusu böyle bir aleti yaptığını bile unutmuştu. iyi ki yola çıkarken aklıma geldi diye düşündü dima, evden çıkan bir adama gözü takılırken, iyi ki aklıma geldi, çok da iyi çalışıyor hem..

    adam dima’nın önünden geçip bahçe yoluna doğru ilerledi. adamda bir gariplik vardı sanki. diğerleri gibi değildi. gülmüyordu, eğlenmiyordu. hatta gözlerinde büyük bir tedirginlik vardı, korku vardı. dima’nın dikkatini çeken de bu tedirginlik olmuştu ama daha ne dediklerini bile anlayamadığı bu insanların duyguları hakkında fikir yürütmenin gereksizliğini hissedince, dikkati dağılıverdi. adam da zaten girişe yakın bırakılan taşıtların arasında kaybolmuştu.

    “bu evde, tam burada, benim iksirlerimi kullanan biri var!”

    dima kendi kendine söyleniyordu. hiç kimsenin umurunda değildi, sesini duyan yoktu. madem kayıt eklentisi güzel güzel çalışıyordu, o zaman bunu da kaydetsin diye düşündü: “duvarımda ışıldayan parçacıklar bana burayı işaret etti. demek ki bu gece burada birisi iksirleri kullandı. açığa çıkan zerreler, duvarımdaki kardeşleriyle bağlantı kurdu ve sonra.. her neyse, buradayım işte. bulmam gereken iksirler de burada, ama nereden başlayacağım? nasıl olacak bu iş? nasıl?”
  • (bkz: #151243711) devam:

    istanbul, 28 kasım 2019

    nisan güne sevinçle başlamıştı. uzun zamandır içinde böyle kanatlanmış bir huzur hissetmemişti. tam şimdi kalkıp aynaya baksa, başının üzerinde ışıldayan bir hale görecek ve hiç şaşırmayacaktı. dün sabah işe gittiğinden beri doğan’ı görmemişti. aklından geçen, yine birlikte eve gelmekti ama doğan akşam arayıp, emre ile fındıklı’da buluşacaklarını ve osman’a gideceklerini söylemişti.

    osman’ın meyhanesini o kadar çok duymuştu ki nisan. sanki o meyhane bu iki adam için dünyanın enerji noktalarından biriydi. dokunulmazlığı vardı, söz söyleyen sabahı çıkaramazdı, kapısından destursuz girilemezdi. nisan da zaten o kapıdan daha bir kere bile girmemişti. orası, onlara özeldi. kabul edilmek için kim bilir hangi sınavlardan geçmişlerdi. ikisi de büyük bir ciddiyetle, gururdan kulakları kızararak anlatırlardı osman’ın meyhanesine kabul törenlerini. güleceği geliyordu nisan’ın. güleceği geliyordu ama ne kendisi ne de zeynep, yüzlerine gülmeyi akıllarından bile geçirmemişlerdi. kavgada bile yapılmazdı bu.

    telefonun sesiyle yerinden zıpladı. annesi arıyordu. hamiyet hanım yine neden gece eve gelmedin diye başlayacak ve hem dününü hem de o gün yapmayı planladıklarını tek tek kızına anlatacaktı. arada yine nisan’ın hiç sormadığı sorulara cevap verecek, yine akıl fikir bağışlayacak ve yine..

    “efendim annecim?” diye açtı telefonu. belli ki içindeki sevinç, her türlü darlamaya karşı koyacak kadar güçlüydü.
    işlerim yoğun annecim o yüzden kaldım burada.. hayır canım, gayet iyiyim, sesim de iyi.. hastalık mı? yok anne nereden çıkarıyorsun, çok iyiyim dedim ya.. hafta sonu mu? tamam söz gelirim bu hafta sonu.. aa ne güzel, demek fatoş teyzeyle buluşacaksın.. tamam anne, dikkat ederim kendime.. sen de dikkat et.. fatoş teyzeye selamlar..

    su gibi akıp gitmişti bütün konuşma. su gibi. muhallebinin içinde kulaç atmaya çalışmak gibi değil. bu sefer o ışıltılı halenin şerefine, su gibi akmıştı sözler. uzun zamandır bu kadar normal hissederek konuşmamıştı annesiyle. boğazına sarılan el yoktu, kafasını iki yandan sıkan mengene yoktu. iyi hissediyordu nisan, hem de hafta sonu tam iki günü yeşilköy’de geçirecek kadar iyi.
    toparlanıp evden çıkarken bugün zeynep’in işe gelmeyeceğini hatırladı. annesiyle birkaç gün geçirip mutlu olacaktı. nasıl özeniyordu böyle şeylere! insan annesini özleyebilmeli diye düşündü.

    özleyeceksin. bir zaman geçecek ve sen, evini barkını ayırıp, kendi hayatını kuracaksın. o hayat seni başka hayatların yoluna çıkaracak. yol arkadaşlığı yapacaksın. gün gelecek, en olmaz dediğinle bile yolunu ayıracaksın. sonra başka yollar izler patikalar katılacak sana. bazen ara yollara sapacaksın, arka sokaklarda korka korka gezeceksin ve seni o yollara hazırlayan insanlardan da ilgini sevgini eksik etmeyeceksin. ama böyle aldığın her nefeste hak iddia edeni çıkarsa da..
    bir an durup, boş ver dedi nisan, boş ver bugün bunları. hazır böyle neşen yerindeyken git işinin başına, akşam da doğan’la çıkarsın. hem belki şu osman’ın meyhanesine birlikte gitmenin de vakti gelmiştir artık.. arabasına binerken gülüyordu nisan.

    nisan’ın akça sigorta’nın kapısından girdiği dakikalarda emre de gözünü yavaş yavaş açmaya başlamıştı. dün geceye dair hatırladığı hiçbir şey yoktu. hatta dün de yoktu, şimdi de. sadece biri açılan diğeri açılamayan iki gözü ve burnuna dayanmış bir yastığın yumuşaklığı vardı. aklı geri gelmeye başladığında yastığı bir kenara itip doğruldu, ayaklarını yataktan aşağıya salladı, ayakkabılarının yerde durduğunu gördü. sanki ona bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı ama aynı anda konuştukları için hiçbir şey anlayamıyordu. uzunca bir süre yatağın kenarında oturup ne diyor bunlar diye düşündü.

    havada uçan yapboz parçaları gibi anılar gelip kafasına inişe geçmişlerdi. birbirlerini itip sarsarak bir düzene girmeye çalışıyorlardı. hangisi önceydi, hangisi sonraydı diye aralarında tartışıyorlar ve anlaştıkça ortaya uyumlu ve mantıklı bir resim çıkartıyorlardı. emre çıkan resme bakıp, evet ya böyle oldu dedi. gördüğü ona yeterli gelmişti.

    şu yatağa yatırılması gibi daha birçok eksik parça vardı ama ana hatlarıyla ne olup bittiğini, ne halde olduğunu hatırlamıştı. belli ki doğan onu yatağına taşımış, yatırmış, ayakkabılarını bile çıkarmış ve.. dönüp kapısına baktı, evet, ve kapıyı da aralık bırakıp gitmişti. tamam o zaman sorun yok diye kalkıp, kapısını kapattı emre. sonra kendini soğuk suyun altına atıp, hatırladığı her şeyi titreyerek bir daha unuttu.
    duştan çıktıktan sonra kendine gelmişti ama kahvaltıyı düşündüğünde midesi tuttu yine. boş ver şimdi yemeği dedi çekmeceleri açıp kaparken. köşe gelirken çantasına attığı bir iki parça giysiyi arıyordu. odadan çıkarken hiç kimseyle karşılaşmadı.
    doğan’ın kapısı aralıktı ama içerde kimse yoktu. dalgın dalgın çıkıp ya erkenden okula gitmişti ya da bahçenin bir yerlerinde çizim yapıyordu. belki de kahvaltıya inmiştir dedi kendi kendine, ama en ufak bir merhabayı bile kafası kaldıramayacağı için sessizce köşkten ayrılıp yola koyuldu.

    emre’nin bahçe yolundan yürüyüp gidişini izleyen seda, eliyle bir ucunu tutup arkasına mevzilendiği perdeyi bırakıp anneannesine döndü: “emre şimdi çıktı anneanne.” semiha hanım çay fincanını önüne çekip “teşekkür derim seda’cım, haydi sen hazırlıklarla ilgilen artık” dedi.

    keşke şu perde duyduğum heyecanı da örtebilseydi diye düşündü seda. gece boyunca gözüne uyku girmemişti. en ufak bir seste yerinden zıplayacak hale gelmişti ve anneannesinin bu çok acayip sakinliği, artık sinirlerini bozmaya balamıştı. nasıl bu kadar rahat olabiliyor? diye düşündü. nasıl? ben onun yerinde olsam şimdiye kadar elli ayrı parçaya ayrılmıştım heyecandan.

    “peki anneanne, görüşürüz sonra” dedi seda salondan çıkarken.
    semiha hanım ise o sırada çayından ufak yudumlar alıp, torununa hak veriyordu. seda’nın düşüncelerini okumak o kadar kolaydı ki. çocukluğundan beri böyleydi seda. en gizli sandığı hisleri, en ulaşılmaz diye saklayıp koruduğu düşünceleri, o büyük kapkara gözleri başta olmak üzere yüzünün her zerresinden okunurdu. sesinden anlaşılırdı. kaşlarını çatması, ellerini koyacak yer bulamaması anlatırdı birer birer aklından geçenleri. şimdi de anneannesinin sakinliğine sinir oluyordu işte. o kadar belliydi ki!

    semiha hanımın kızı filiz, seda’yı doğurduktan iki yıl sonra eşi hakan’dan ayrılmış ve kendini önce çocuğuna, sonra işine ve sonra da gezip eğlenmeye vermişti. ülke ülke, şehir şehir gezmeye başlamıştı. seda’yı bazen yanında götürüyordu, bazen babasına bırakıyordu. hakan bir çocuğun sorumluluğunu alabilecek halde değildi o zamanlar. işi başından aşmıştı, neredeyse her an sinirden patlayacakmış gibi dolanıyordu ve en önemlisi de, hayatına dahil ettiği insanlar, tımarhanelikti. zavallı çocuğun evim diyebileceği bir çatısı yoktu diye düşündü semiha hanım, sepet gibi taşıdılar oradan oraya..

    sonunda semiha hanım duruma el oymuştu. eski damadını ve kızını karşısına alıp “bu çocuk artık benimle yaşayacak” demişti. nedenlerini açıklama zahmetine bile girmemişti. anne ve babasıyla arası iyiydi seda’nın. yıllar geçtikçe ve akıllar başa geldikçe ilişkiler de düzelmişti. en azından semiha hanım’ın seda’nın gözlerinden okuduğu buydu. bazen kuşkuya düştüğü oluyordu ama seda hiçbir zaman bu konuda bir aşırılığa kaçmıyor, anne ve babasıyla fırsat bulduğunda memnuniyetle görüşüyordu. hatta birlikte roma’ya gittiklerinde filiz de onlarla gelmişti. onca yılın yorgunluğunu çıkarmak ister gibi, onca zamanın ihmalini telafi etmek ister gibi seda’ya kol kanat germişti. güzel yıllardı diye iç geçirdi semiha hanım, çok güzel yıllardı ama dönmemiz gerekiyordu. başka ne yapabilirdim ki?
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    nisan aklını işine veremiyordu. geldiğinden beri hem doğan’ı hem de emre’yi aramıştı ama ikisine de ulaşamamıştı. doğan’ın telefonu kapalıydı, emre de duymamıştı muhtemelen. daha ayılamadılar mı ne oldu diye söylendi nisan, hafta içinde yapmazlardı böyle ama artık neyse..

    kendini zorlayıp işlerle ilgilenmeye başladı. biraz bocaladı, kaşı gözü oynadı ama sonunda kaptırdı gitti. başka sigorta şirketleriyle yaptıkları anlaşmalar, yeni reklam kampanyaları derken zaman geçmiş, iki fincan kahveyle kandırdığı midesi isyan etmişti. bugün şu kampanyayla ilgili emre’yle görüşmem gerekiyor diye aklının bir köşesine not aldı ve sonra yemeğe gitmek için çantasını ceketini toparlayıp odasından çıktı. daha iki adım atmadan mehmet selim karaman ile burun buruna geldi.

    aceleyle “mehmet selim amca! nasılsınız? ben de yemeğe çıkıyordum..” dedi, devamını da getirecekti ama mehmet selim’in yüzünde öyle bir ifade vardı ki, tek kelime bile edemedi. adam sanki sabahtan öğleye kadar on yaş daha yaşlanmıştı.
    “nisan, yavrum gel içeri geçelim biraz” dedi.
    “ne oldu mehmet amca, iyi misiniz?”

    mehmet selim bir şey söylemeden nisan’ın kolunu tutup kapıyı açtı. dokunsan ağlayacak gibiydi koskoca adam. nisan’ın içinde bir yer, tam kalbinin üstüne gelen bir yer, içine çöktü birden. ensesindeki tüylerin ürperdiğini tel tel hissetti. çok kötü bir şey olmuştu, bedeninin her zerresinde hissediyordu bunu. koluna dokunan o el ile, sanki mehmet selim karaman’ın kederi nisan’a da bulaşmıştı. elleri titriyordu artık. midesindeki yangın bıçak olmuş göğsüne batıyordu. hiçbir şey söylemeden gidip en yakın koltuğa oturdu. mehmet selim, o kelli felli ağır adam, gelip önünde diz çöktü, ellerini avuçlarına alıp “nisan, yavrum” dedi.

    nisan birden ağlamaya başladı. aklına yıllar öncesi gelmişti. okuldan eve geldiğinde çok büyük bir kalabalık karşılamıştı onu. ev tanıdık tanımadık bir sürü insanla dolup taşmıştı. akrabalar, arkadaşlar, komşular, babasının şirketinden insanlar.. daha içeriye adımını atmadan dizlerinin bağı çözülmüştü nisan’ın, olduğu yere yığılıp kalmıştı. “ah nisancım” demişti biri, kimdi hiç hatırlamıyordu ama ne olduğunu anlamıştı. babasına bir şey olmuştu. çok kötü bir şey. mehmet selim amcasının ağladığını gördüğünde eli ayağı iyice boşalmıştı.

    neden hiç kimse kendisini aramamıştı ki? neden haber veren, biraz olsun hazırlayan birisi çıkmamıştı ki? hangi telaş böyle bir şeyi unutturabilirdi insanlara? belki de herkes, bir başkasının bu zor işi yaptığını sanmıştı. belki de nasıl söyleyeceklerini bilememişlerdi.. derken annesi yanına gelip eğilmiş ve kulağına “ayağı kalk nisan, şimdi seninle uğraşamam” demişti. kadının yüzüne bakıp, lan babam ölmüş şimdi uğraşmayacaksın da ne zaman uğraşacaksın benimle bencil kadın! diye haykırmak istemişti. o an, içine öyle büyük bir acı ve öfke yerleşmişti ki, bir daha asla bırakıp gitmemişti nisan’ı. asla kurtulamamıştı, asla unutamamıştı. kaldırıp bir yana koymuş ve sessiz sakin kalmasını sağlamıştı geçen yıllarla birlikte, ama her zaman, o içini zehirleyen öfkenin işgali altında kalmıştı.

    şimdi mehmet selim’in ne söyleyeceğini biliyordu. her “nisan, yavrum” dediğinde annesinin yüzü geliyordu gözünün önüne. neden gece gelmedin nisan? neden..
    derin bir nefes alıp “annem, değil mi?” diye sordu.
    hamiyet hanım, sabah kızıyla konuştuktan sonra kahvaltısını yapmış, sade kahvesini içmiş, yanında bir tanecik küçük naneli lokumundan yemiş ve yardımcısına “şirketten araç isteyelim lütfen” demişti. hayatı boyunca hiç araba kullanmaya heves etmemişti. ona göre değildi böyle işler. şirketin araçları ne güne duruyordu? çağırırsın, gelir. hatta mümkünse hep aynı sürücü istenir: vedat karakaya. vedat yoksa şayet, şu genç delikanlı kerem de olurdu. vedat şirketteydi, vedat geldi.

    hamiyet hanım yıllanmış arkadaşı fatoş kadıoğlu ile buluşacaktı. vedat arabayı evin önüne çekip bekledi. on dakika sonra hamiyet hanım ağır ağır kapıdan çıktı. saçlarını daha yeni açık kumrala boyatmış ve gençliğindeki gibi kat kat kestirmişti. omuzlarını geçip sırtına değen gür saçlarını çok beğeniyordu hamiyet akça. gözüne büyük, renkli gözlüklerini taktığında, şöyle usulünce şık bir makyaj yaptığında hiç kimse çıkıp da bu kadın altmışına merdiven dayamıştır demezdi. bakımlıydı, güzeldi.
    fatoş da süslenip bezenmiştir şimdi diye düşünüyordu arabaya binerken. diğer bütün arkadaşlarından ayrı tutardı fatoş’u. onun yanında rahat olurdu, onunla rahat olurdu aslında, belini sıkmayan bol hafif pantolonlar gibi. anıları, arkadaşları ortaktı. bir bir kapanan sinemaları, pastaneleri, gidip de yerinde bulamadıkları mağazaları birlikte özlüyorlardı. her birinde çok güzel anıları, sırları vardı.

    “vedat bey ben burada ineyim” dedi. fatoş’la buluşacakları galerinin önünden geçmişlerdi.
    “dönüp bırakayım istersen hamiyet hanım?” dedi vedat. daha sonra gelen polislere, “abi nereden bilecektim, keşke dinlemeyip dönseydim şuracıktan” diyecekti.
    “gerek yok, geçerim hemen karşıya.” son sözleri de bu oldu. vedat arabayı sağa yanaştırdı, durdu. hamiyet hanım sağ taraftan inip, arabanın arkasından yola attı kendini. o an ne düşünmüştü, kafası neredeydi, hızla gelen o beyaz otomobili fark edememiş miydi, ne olmuştu, kimse bir şey anlayamadı. fatoş’u galerinin kapısında görmüştü oysa. el sallamıştı ve adımını atmıştı yola. tam o sırada, yolun biraz boşalmasını fırsat bilen adamın biri, ışıklar kırmızıya dönmeden geçmek için gaza yüklenmişti. önüne atlayan kadını görmediğini söylüyordu. doğru söylüyordu belki de, çünkü gözlerini biraz ilerideki ışıklara dikmişti.

    hamiyet hanım hemen o anda, çarpmanın etkisiyle düşüp boynu kırıldığında ölmüştü. o kadar ani olmuştu ki, muhtemelen hiçbir şey hissetmemişti. ya da sonradan, geride kalanların biraz teselli olsun diye birbirlerine anlattıkları masum bir yalandı bu.

    nisan annesinin kaldırıldığı hastanenin kapısına geldiğinde zeynep karşıladı onu. yol boyunca mehmet selim olanı biteni bildiği kadarıyla anlatırken, ağzını bıçak açmamıştı. söyleyecek ne vardı ki zaten? vedat ambülans beklerken hamiyet hanım’ın evini aramış, hamiyet hanım’ın yardımcısı da haberi aldığında donup kalmıştı. sonra aklını toparlayıp şirketi, mehmet selim karaman’ı aramıştı. iyi ki beni aradın kızım demişti mehmet selim, nisan’a ben söylerim. hangi hastane demiştin?

    nisan’ı bulmadan hemen önce aceleyle zeynep’i arayıp kötü haberi vermişti. “hemen geliyorum!” demişti zeynep büyük bir şaşkınlıkla. daha duyduğunu tam idrak edememişti ama nisan’ın yanında olması gerektiğini çok iyi anlamıştı. “dur kızım dur, buraya gelme. ne gelcen buraya? astaneye git hemen, ben de nisan’ı alıp oraya geliyorum” demişti mehmet selim telaşla.

    şimdi hastanenin girişinde nisan’a sarılıyordu zeynep, ne söyleyeceğini bilemeden. saçlarını okşayıp, iyice sarıldı arkadaşına. nisan ise o anlarda zeynep’e hiç duymadığı kadar büyük bir sevgi duyuyordu. tek bir kelime bile duymak istemiyordu çünkü. anlatılan her şey gerçekti. şu hastane kapısı kadar gerçek.

    bazen sanki başka birinin başına gelenleri izliyormuş gibi izleriz kendi gerçeklerimizi. karşımızda biri konuşur, anlatır, üzülür, kendinden örnek verir, teselli olsun diye bir alay laf sıralar, ama sadece kısa bir filmdir o bizim için. sıkıcı, kötü, berbat bir film. bittiği anda çekip gidebileceğimizi düşünürüz, zaten ne demeye oturup izlediğimizi merak ederiz. sonra çok ilginç bir şey olur. bir yerlerde bir perde iner ve önümüzdeki boş sahneyle yalnız kalırız. gerçekle karşılaşma anıdır bu, ne izlediğimizin farkına varma anıdır.

    işte nisan’ın, zeynep’e sevgi ve minnet duyarken yaşadığı da böyle bir andı. hamiyet hanım ölmüş. annem ölmüş.

    istanbul, dima ran fatunna, 28 kasım 1965

    dima oturduğu yerden büyük evi ve insanları izlerken gece de alıp başını gitmişti. gördüğü her şey, tanıdıktı. gökyüzü tanıdıktı, bulutlar tanıdıktı. aklının sığınaklarında kötü günler için sakladığı izanı, bu dünyanın kendi dünyasının bir kopyası olduğunu fısıldamaya başlamıştı. ancak tanıdık gelen her ne varsa, bir o kadar da yabancı vardı. insanların hali tavrı yabancıydı. kendini ne kadar zorlarsa zorlasın tek bir kelime bile iletişim kuramadığı, tek bir duyguyu bile paylaşamadığı bütün bu canlı yaşamı, yabancıydı.

    çevresindeki insanlar bazen dima’nın farkına varıyorlardı. seslenen, bir şeyler söyleyen, elindeki içkiyi uzatan, havaya kaldıran, gülen, el sallayan oluyordu ama hiç kimse dönüp bir kez daha bakmıyordu dima’ya. insanların birbiriyle farkına vara vara ilgilendiği bir ortamda değildi belli ki. sarhoş olmayı dima da biliyordu ama buna sebep olan sıvıların dilinden anlamasını da biliyordu. burada olan ise, birbirinin halini bilmeyen zerrelerin iktidar savaşıydı ve görülen oydu ki, savaşı içkiler kazanıyordu. oysa benim dünyamda diye düşündü dima, benim dünyamda hakimiyet kurmak diye bir kötülük..

    birden parmağında yeşil yeşil keyifle ışıldayan eklentinin dikkat çekebileceğini fark etti. aceleyle çıkarıp, çantasına attı. çevreye yayılan toplayıcı kayıt parçacıkları şimdi derin bir komaya girmiş gibi sessizleşmişti. dima sıkıntıyla fark etti ki, sessizleşen sadece kendi parçacıkları değildi. bahçe boşalıyordu, insanlar taşıtlarına binip gidiyorlardı. bir kısmı eve girmişti, bazıları da bahçe kapısından çıkıp karanlığa karışmıştı. sesleri, yorgun kahkahaları perde perde uzaklaşıyordu.

    “burada kalamam artık” dedi dima.

    eve girmesi mümkün değildi, bahçede tek başına sabahı etmesinin de hiçbir yararı olmayacaktı. yol boyunca uzaklaşıp giden seslerin peşine takıldı. o insanlarla birlikte kendini güvende hissettiğini anladı, haline şaşırdı. insanların bir kısmı bekleyen taşıtlara binip gittiler. dima yürümeye devam eden bir grubu, yandaki ağaçlara sığınarak takip etti. gün ağarmaya başlamıştı. gökyüzü ilk adımlarını atan bir bebek gibi düşe kalka aydınlanırken, yol aniden yüzünü boğaza döndü.

    “deryani boğazı!”

    hayır değil dedi kafa sesi. dima yerinden sıçradı birden. şu yolculuk hazırlıkları başladığından beri sesi soluğu çıkmaz olmuştu kafasındaki kadim sesin. küsmüştü belki de. dima’nın umurunda olmamıştı, hatta geçen zaman içinde varlığını bile unutmuştu. biliyorum dedi kızgın kızgın. gelir gelmez bozdu yine sinirlerimi diye düşündü dima, biliyorum olmadığını, ama..

    aklına vena sidare geldi birden. neredeydi acaba? bu dünyaya gelmişti ustası ama tam olarak buraya mı gelmişti? peki ya bu dünyanın hangi zamanına gelmişti? iksirler bu zamanda kullanılmıştı, demek ki ustası ya bu zaman gelmişti, ya da.. ya da duvarında varla yok arası ışıldayan o sessiz parçacıkların yakalayabildiği daha uzak, daha eski bir zamana. bilemediği ve belki de asla bilemeyeceği o kadar çok şey vardı ki. içini çekip arayı gittikçe açan grubun arkasından baktı ve gözden kaybetmemek için hızlandı.

    bir süre daha yoldan aşağıya doğru yürüdüler. sonra dima grubun durduğunu ve ahşap bir binaya girdiklerini fark etti. gecenin bütün yorgunluğu artık yüzlerine, yürüyüşlerine yığılıp kalmıştı. sesleri çıkmıyordu, başlarının dev bir kazana dönüştüğünü dima şu mesafeden bile görebiliyordu. girdikleri binanın önüne gelince durup içeriye baktı. kendi dünyasında o kadar çok benzeri vardı ki gördüklerinin, sevinçle gülmeye başladı.

    burası, insanların oturup bir şeyler yiyip içtikleri, sohbet ettikleri yerlerden biriydi. o kadar aynıydı ki, masaların yerleştiği alanın bir köşesinden aceleyle dönüp gözden kaybolan kadınların nereye gittiklerini bile anlamıştı.
    dima ne yapıyorsun gitme sakın! diye bağıran kafa sesine aldırmadan açık duran kapıdan içeri attı kendini. kimsenin yüzüne bakmadan kadınları takip edip lavaboyu buldu, ve şu dünya ile insanlarının temel özelliklerinin birbirlerine bu kadar benzemesine içtenlikle teşekkür etti. elini yüzünü yıkarken iyice kendine gelmişti.

    artık bu dünyada hayatta kalabileceğini biliyordu. yapması gereken şey, biraz gezip dolanmaktı. insanları gözleyecekti. ne yaptıklarına nasıl yaşadıklarına bakacaktı. sonra o büyük beyaz eve dönüp iksirlerini kullananı bulacaktı. belki vena ustasını da bulurdu, kim bilir?

    sanki her gün buraya geliyormuş gibi bir rahatlıkla masaların yanından geçip, dışarıya çıktı. hiç kimse ilgilenmemişti kendisiyle, dönüp bakan olmamıştı. kimsenin kafasını kaldıracak hali kalmamış dedi kendi kendine, şanslıydın dima dedi kafası, her zaman böyle olacağını sanmıyorsun değil mi?

    istanbul, 28 kasım 1965

    peri biraz uyudu, biraz etrafı dinledi, biraz da döndü durdu yatağında. geç saatlere kadar aşağıdan gelen sesler kesilmemişti. önce müzik sesi sustu, sonra insanlar. en son da ilhan sustu. bahçeye her çıkışında sanki odasına gelip yatağının başında konuşuyormuş gibiydi. giden arkadaşlarını uğurluyordu, yahu bu saatte ne gereği var gitmeyin siz de kalın diyordu, bahçe kapısının dışında sabırla bekleyen taksilere sesleniyordu.. sonunda sesler kesildi, gün ağarmaya başladı. bu sessiz saatlerde peri yine biraz uyuma fırsatı buldu.

    sabah eleni’nin kapıyı vurmasıyla uyandı. hiç uyanacak hali yoktu ama eleni kilitli kapıya bir yandan vurup, bir yandan da “peri hayatım kalk artık. neden kilitli bu kapı? periii?” diye bağırdığı için uyanmak zorunda kaldı. “tamam tamam geldim, bağırma lütfen” diye kalkıp kapıyı açtı. eleni içeriye girerken “neden kilitledin kapını, bir şey mi oldu yoksa?” diye merakla sordu.

    “bir şey olmadı dadı, öylesine kapattım kapımı, ne olur ne olmaz diye. yok bir şey.”
    eleni, kaşlarından birini özene bezene yukarıya kaldırdı. ağır ağır. bu ağırdan almaların sebebi, söylediklerine pek inanmadım ama peki öyle olsun mesajını doğrudan vermekti. bir tür işaret dili gibiydi bu, tek bir kaş ile harf harf dokunan çok zengin bir lisan.

    “eleni inan şimdi bununla uğraşacak halim yok, bir şey olmadı diyorum. sen bana biraz izin ver, hazırlanıp aşağıya geleyim. neriman teyze’ye yardım ederiz ha? ilhan’ın gece ekibi ayılmıştır.”

    eleni kaşını indirmeden “peki hayatım, aşağıda bekliyorum” dedi, peri’yi baştan aşağıya süzerek odadan çıktı. zaten aşağıda yapılacak çok iş vardı. kim bilir şimdi ne haldedir diye düşünerek merdivenlerden inmeye başladı.

    “günaydın eleni, iyi uyuyabildin mi?”

    ilhan sanki merdivenin dibinde hazır bekliyormuş gibi birden fırlamış ve elindeki yorgun vazo çiçeğini eleni’ye uzatmıştı. eleni az daha kalpten gidecekti. “ay! ilhan ne yapıyorsun kuzum, yüreğim ağzıma geldi!”

    “teşekkür ediyorum eleni, gel bak sana ellerimle kahvaltı hazırladım. gel hadi.”

    eleni’nin hem şaşkınlıktan hem de az önceki yürek zıplamasından, ağzını açıp da tek söz edecek hali kalmamıştı. ilhan’ın uzattığı çiçeği alıp, koluna girdi ve attığı her adımda biraz daha şaşırdı. evde kimse yoktu, her yer derlenip toplanmıştı.

    “ilhan neler olmuş burada böyle? nasıl şaşırdım anlatamam! gece uyumadın mı sen yoksa? arkadaşların ne oldu peki, hepsi gece mi gitti?” eleni soruları peş peşe sıraladıkça ilhan gülüyordu. sandalyesini çekip eleni’yi yerleştirdi, çayını fincanına koyup, şekeri uzattı.

    “gece gitmeyenler de sabah gittiler eleni hanım, sizin saatten haberiniz yok mu?”
    saat on iki olmuştu çoktan, ama böyle bir sabah için erken sayılırdı. “saatte bir şey yok ilhan bey, neler yaptın anlat bakalım.”

    ilhan birkaç saat kanepede uyumuş ve iki arkadaşının erkenden kalkıp başına dikilmesiyle uyanmıştı. evde kalan diğer insanlar da bir bir ayıldılar. alt kat banyoları uzun bir süre işgal edildi, herkes iyice kendine geldikten sonra kahvaltı fikrine burun kıvıran midelerinin halinden anlayıp, gitmeye karar verdiler.

    adının doğan olduğunu söyleyen bir adam, emre diye birini bulamadığı için huzursuzdu. belli ki emre, gecenin bir yarısı yanında getirdiklerini geri götürmeyi unutarak çekip gitmişti. doğan’ı kimse tanımıyordu ama zaten tanımaları da gerekmiyordu ki? yalnız bir sorun vardı, o da doğan henüz tam olarak kafasını toparlayamamıştı.

    “doğan bey, isterseniz fatih sizi de bıraksın, melike’yi de bırakacak nasıl olsa?”
    doğan biraz düşünüp, “iyi olur, teşekkür ederim” demişti. fatih de kafasında güzergah çizerken sormuştu “nereye gideceksiniz?” diye. doğan yine biraz düşünüp, “taksim?” demişti tereddütle.

    ilginç bir adamdı şu doğan. emre diye birini de hiç çıkaramamıştı ilhan. o da birilerinin arkadaşıydı belli ki. sonra gitmek için ayaklandıklarında doğan bahçeye, o ayaza, üzerinde gömlekle çıkınca ilhan “sizin üstünüz buralarda bir yerdedir, bakayım hemen” demiş ve bir koltuğun arkasına atılmış kahverengi çizgili kadifeden yapılmış bir ceket bulmuştu. doğan kalın cekete sanki ilk defa görüyormuş gibi bakmıştı. ilhan galiba kafasından yana bir derdi var bu adamın, yazık diye düşününmüş ve “doğan bey bu sizindir, kimin olacak ki zaten? herkes kendininkini alıp çıkmış çoktan, bir bu kalmış” demişti. havaya ve gömleğine bakan doğan da ceketi giyinip fatih’in arabasına binmişti.

    “işte bunlar oldu eleni hanım. sonra da dedim ki kendi kendime: ‘haydi kalk kimseler uyanmadan ortalığı topla, güzel de bir kahvaltı hazırla!’ iyi demiş miyim?” eleni gülerek dinliyordu ilhan’ı. sadece yüzü değil, kalbi de gülüyordu. çok hoşuna gitmişti şu hali. ah güzel oğlum benim diye düşündü sevgiyle ve tam gözleri dolacakken peri’nin geldiğini gördü.

    “gel hayatım gel, bak ilhan neler neler yapmış!”

    peri şaşkın şaşkın etrafına bakınarak masaya kadar geldi, yine çevresine bakınmaya devam ederek “gitti mi herkes?” diye sordu. “çoktan” dedi ilhan gülerek, “gel otur haydi, bak hepsini ben hazırladım, nasıl olmuş?” peri bir şey demeden oturdu, düşünceli düşünceli çatalını eline aldı sonra tekrar yerine koyup, “ilhan abi, dün gece burada sersem sersem dolaşıp emre diye birini arayan bir adam vardı..”

    “doğan?”
    “hah o işte! sen tanıyor musun onu?
    “yok tanımıyorum da, sabah buradaydı. fatih dedi ki bu adam gece boyunca emre diye birini sormuş, bahçede dolanmış falan. sabah fatih’le yolladım ben de onu.”
    “nereye yolladın?”
    “taksim’e gitmek istedi galiba. giderken ceketini bulup verdim, aklı nasıl karışmışsa artık kendi ceketini bile tanıyamadı. garip bir adamdı. neyse sonra sorarım fatih’e ne oldu diye. sen nereden biliyorsun peki?” peri gözleri kazara eleni’ye kaymasın diye masayı inceleyerek “dün gece bahçeden girerken gördüm onu, sersem gibiydi. köprü nerede diye soruyordu.” aklına köprü gelince gülmeye başladı peri.
    “ne köprüsü?”
    “bilmiyorum ki ilhan abi, ne köprüsü” dedi peri çay doldururken, “ama hali hem çok komikti, hem de sanki aklı başında değilmiş gibiydi. sonra ‘emre’yi bulayım’ diye salona geçti, ben de odama çıktım zaten.”
    “oda dedin de, dün senin..”

    peri birden fincana doldurduğu çayı eline dökmeye başladı, canının acısından bağırınca eleni de ilhan da yerlerinden zıplayıp yardıma yetiştiler. “soğuk suyun altına tutayım, bir şeyciği kalmaz” diye koşturan peri, şu oda meselesinin kapanmasını istiyordu. eleni’ye anlatmak yorucuydu, ilhan’ın da o zavallı adama diş bilemesini istemiyordu. neriman hanım ahlanarak yoğurt çıkarmaya çalışırken, elini soğuk suya sokan peri, acısı hafifledikçe doğan’ın ne halde olduğunu düşünüyordu.
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    doğan da tam bu anlarda ne halde olduğunu düşünüyordu. fatih’in masallardan çıkmış gibi duran lacivert ford thunderbird arabasına binmiş, turkuaz arka koltukta tek başına oturmuştu. yol boyunca kendisine sorulan sorulara tek kelimelik cevaplar vermiş ve neye uğradığını anlamaya çalışmıştı. köşkten uzaklaşmak ona önce dayanılmaz gelmişti ancak sonra ne olduğuna dair duyduğu merak baskın çıkmıştı. boş ver demişti kendine, ne olacaksa olsun.

    gözünü yoldan ayıramıyordu. geçtikleri yerler ona hem çok tanıdık, hem de çok yabancı geliyordu. tepeden sahile doğru inmeye başladıkça boğaz gözlerinin önünde, bir zamanlar istanbul fotoğraflarından biriymiş gibi netleşmeye başlamıştı. karşı kıyının tepeleri, yeşili, ağacı, sadeliği görünüyordu. boğaz vapurları dumanlarını sala sala dolanıyordu ve bu ortaköy, doğan’ın bu sabah günün ilk ışıklarıyla birlikte aklına dolan o tarifsiz gerçeği tescilliyordu: zamanda geriye gitmişti!

    kafasını ne kadar zorlarsa zorlasın, odanın köşesindeki çatlakta gördüğü esans şişesinden öteye bir dayanak noktası bulamıyordu. her ne olduysa, o esansı kokladığında olmuştu. hayır! kokladığında değil, eline bir damla döktüğünde, parmağında kıvamını hissettiğinde olmuştu. akla ziyan bir açıklamaydı ama aynı zamanda akla mantığa en uyan açıklama da bu idi. köprünün yokluğu diğer her şeyi susturmuştu çünkü. her şeyi.

    “fatih bey?” dedi birden, kendi sesine şaşırarak, “hangi yıl..”
    devamını getiremedi. aklından geçerken çok makul gelen soru, söze döküldüğünde saçmalığın daniskası olmuştu. büyük saçmalık zaten her şey, çok büyük bir saçmalık..
    “son model doğan bey, 1965, daha yeni aldım sayılır.”
    “1965?”
    “evet, güzel araba değil mi?”
    “çok güzel” dedi doğan, sonra sanki ömrü boyunca biriktirdiği tüm klişeler hazrola geçmiş gibi ekledi: “iyi günlerde kullanın.”
    “teşekkür ederim” dedi fatih de halinden memnun. arabası ile çok büyük bir gurur duyuyordu.

    1965 diye içinden tekrarladı doğan. bin dokuz yüz altmış beş! nasıl olur? nasıl olur da bir damla esansla zamanda böyle bir yolculuk.. doğan bir an nefesinin kesildiğini hissetti. düşünme bunu dedi, düşünme, olduğu gibi kabullen şimdilik. nasılı niçini aklına bile getirme. bak burası beşiktaş! en azından memleketindesin? öyle çok uzak, çok imkansız bir zamanda da değilsin. sakin ol, sakin kalmaya çalış. ne olduğunu düşünecek zamanın olacak..

    “aaa inönü stadı!”

    doğan inönü stadyumunu gördüğünde dayanamamıştı. kafasında bir çocuk zıp zıp zıplıyordu. ön koltukta oturan melike gülmeye başladı. “ilk defa mı görüyorsunuz mithatpaşa’yı doğan bey?”

    doğan yanından geçtikleri stadyuma bakarak “evet, bu haliyle ilk defa” dedi.
    melike yan yan fatih’e bakıp omuz silkti, dönüp dışarıya bakmaya devam etti.
    “taksim’de nerede bırakayım sizi?” diye sordu fatih.
    “neresi olursa, benim için hiç fark etmez fatih bey, çok teşekkür ederim.”
    “rica ederim, meydandan dönerken bırakırım sizi o zaman doğan bey.”

    heykelin etrafından yolla birlikte dönmeye başladıklarında, doğan ağlamaklı oldu. o beton denizini görmemek için ne zamandır taksim’e çıkmıyordu. ne zamandır.. diye tekrar etti defalarca elinde olmadan. bir troleybüsün yanından geçip istiklal caddesinin girişine yakın bir yerde durdu fatih. doğan tekrar teşekkür edip indi arabadan. neye adım attığını bilmiyordu ama taksim’in o eski filmlerdeki, fotoğraflardaki hali aklını başından almıştı çoktan. olduğu yerde durup etrafını seyretmeye başladı.

    yüzüne çarpan rüzgar olmasa, tam arkasından geçen simitçi kulağının dibinde bağırmasa, heykelin bir yakasından başlayan yemyeşil alan, meydanın diğer ucuna doğru gözden kaybolmasa, caddeye arabalar girip çıkmasa.. belki o zaman yine kuşku duyardı varlığından. oysa şimdi burnunda simit kokusuyla caddeye doğru yürüyordu. acıkmıştı. buradaydı ve acıkmıştı. insan ölüp gitse bu kadar bariz bir açlık hisseder miydi acaba? hayaller, bu kadar asiti mideye doldurup yaşamın ayrıntıları arasında kaybolur gider miydi?

    “acıktım?” dedi istiklal’e doğru. yanından geçen bir kadın başını diğer yana çevirip hızlandı. doğan gülümsedi kadına ve dur iki dakika şurada dedi kendine, dur da bir düşün ne yapacağını.

    pantolonunun cebinde cüzdanı ve telefonu vardı. telefon burada hiçbir işine yaramazdı ama zaten onun, akıl sağlığını korumak gibi çok önemli bir görevi vardı. cüzdanındaki kartlar, kimlikler, nakit para.. hiçbiri bir işe yaramazdı. hatta hiç kimsenin görmemesi gerekiyordu artık onları. 1990 istanbul doğumlu doğan levent, burada, bu zamanda yoktu. bir an düşündü, annesi bile yoktu daha! babası ise..
    birden gözünden yaş geldi doğan’ın. çocukken yitirdiği babası daha yeni doğmuştu. 1965, temmuz 21
    temmuz? diye tekrarladı içinden, sonra hangi ayda olduğunu merak etmeye başladı. dün 27 kasım’dı. ya bugün?

    elini ceketinin cebine soktu alışkanlıkla. hareket alışkanlıktı ama çizgili kalın kadife, hiçbir alışkanlığına uymuyordu. birden sabah köşkteki adamın bu ceketi kendisine verdiğini hatırladı. birisi bırakıp gitmişti belli ki, ve doğan da alıp giyinirken söyleyecek söz bulamamıştı. yaptığı iyi bir şey değildi ama şimdi düşüneceği en son şey de bu olurdu zaten. sonra bir gün, her şeyin biraz daha anlaşılır olduğu bir gün, götürüp köşke bırakırım diye düşündü.

    ceketin ceplerini karıştırmaya, çıkan ufak kağıtları, küçük bir defteri, iki kalemi, ve boş buruşuk kent paketini, ganimetini sergileyen haramiler gibi apartmanın girişine dizmeye başladı. bulduğu en değerli şey, hiç kuşkusuz bozuk paralar, birkaç vapur jetonu ve dolu bir cüzdandı. cüzdanın iki gözü kağıt paralarla doluydu. ancak kimlik benzeri bir şey yoktu. kimin küçük servetine el koyduğunu bilemiyordu ama şu çaresiz durumda şans olmuştu ve doğan’ı büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı.

    “söz veriyorum, bu parayı sahibine ödeceğim” dedi. nasıl olacaktı, hiçbir fikri yoktu ama elinden geleni yapacaktı.

    ancak şimdi yapmak istediği şey, istiklal caddesinde yürümekti. tünel’e kadar gidecek, sonra geri dönecekti. bir de yemek yemek istiyordu! ah o eski tatlar diye geçirdi içinden, belli belirsiz bir mutluluk hissetti. sanki rahatlamıştı birden, korkusu geçmişti. madem şimdi buradaydı, her ne olacaksa yaşayıp görecekti artık. hayalmiş, rüyaymış, gerçekmiş çok da fark etmiyordu. ne hissediyorsa, neyi nasıl hissediyorsa, artık o olmuştu.

    istanbul, 28 kasım 2019

    zeynep hamiyet hanım’ın vefatını haber verdiğinden beri emre defalarca doğan’ı aramıştı. bir saat sonra artık ne yapacağını şaşırmış bir halde fakülte’nin yolunu tutmuştu. doğan hiçbir yerde yoktu. köşke dönmüş olabileceğini düşünerek hasan’ı aradı ama hayır, orada da yoktu. nisan doğan’ı sorup duruyordu ve her soruşunda biraz daha, biraz daha çileden çıkıyordu.

    “nerede?” diyordu, “emre bak bilip de söylemiyorsan çok fena olacak” diyordu, sonra içini çekip “yanımda olsun istiyorum emre, ne olur bul şu adamı” diyordu ve hiçbir şekilde “bilmiyorum”, “ulaşamadım”, “bulamadım” cevaplarını kabul etmiyordu. nisan’ın mantığı derin bir kuyuya ip sarkıtmış, o kör kuyunun dibine kadar inmiş ve sonra ipi çekip kopartmıştı. sanki asıl ulaşılmaz olan nisan’dı.

    mehmet selim karaman hastanede bütün yönetimi devralmış, nisan’a da rahatsız edilmemesi için bir oda ayarlamıştı. yapılması gereken her şey, nisan’ın ruhu bile duymadan yapılıyor, hamiyet akça son yolculuğuna en ufak bir ayrıntı bile atlanmadan hazırlanıyordu. zeynep’e “kızım cenazeyi yarın öğleye kaldırırız, ben her şeyi hallediyorum, sen de nisan’ın yanından ayrılma” demişti.

    nisan’ın yapabileceği hiçbir şey yoktu. mehmet selim, doğduğu günden beri tanıdığı çocuğun, neye ne kadar dayanabileceğini adı gibi biliyordu. hem zaten yakın akrabalar başka ne işe yarayacaklardı ki? evdeki hazırlıklar, cenaze sonrası için yapılması gereken her şey, teyzeler kuzenler yeğenler arasında paylaşılıyor ve sanki hamiyet hanım yattığı yerden kalkıp teftiş edecekmiş gibi disiplinle, özenle hazırlanıyordu. bir insan nasıl yaşadıysa, öyle uğurlanmalı diye düşündü mehmet selim, hamiyet titizdi, kuralcıydı, ayrıntılara hastalık derecesinde düşkündü ve evine gelen her insanı da büyük bir ihtimamla ağırlardı. şimdi de öyle olacak.

    nisan annesini görmek istememişti. o halde görmek istememişti.

    hamiyet hanım’ın hayattan azade olmuş bedeni, onun bakışını, gülüşünü, sırtını düzeltip başını arkaya atışını, saçlarını savuruşunu, gözlerinden ateş çıkarışını, ince zarif bakımlı ellerinin kavrayışını, unutmuştu. o beden şimdi hamiyet hanım’ın yaşamına, varlığına, onuruna duyulan saygıyla toprağa verilecekti. işte nisan da, artık toprağa ait o bedeni görmek istemiyordu. annesini, gözündeki ışıkla hatırlamak istiyordu.

    “zeynep” dedi, “bu hafta sonu gidecektim eve. iki gün. keşke geçen hafta gitseydim, keşke..”
    “nisan canım benim, artık düşünme bunu. şunu bil, her ne yaparsan yap, geriye hep yapamadığın işler, gidemediğin yerler kalıyor. söyleyemediğin sözler aylarca, yıllarca boğazına düğüm üstüne düğüm atıyor. sonra bir gün..”
    “biliyorum” dedi nisan.

    biliyordu. her birinin can yakan pişmanlıkları vardı. geride kaldığını sandıkları, bir daha bize yetişemez diye umursamadıkları keşkeleri vardı. şimdi zeynep’in hatırladığı can acısı da, kim bilir hangi zamanın ihmaliydi. belki bir gün sorarım zeynep’e diye düşündü, ama şimdi olmaz.

    “biliyorum,” diye devam etti, “elden gelen bir şey yok artık, biliyorum zeynep, ama bu böyle kalacak içimde, böyle olduğu gibi kalacak.”
    “haklısın, kalacak ama böyle olduğu gibi değil. daha hafif, daha çekilir olacak. hatta çoğu zaman hatırlamayacaksın bile.”
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    hasan tam üç kere gelip emre’nin aradığını söylemişti semiha hanım’a.

    “doğan bey’i arıyor semiha hanım, acil olduğunu söylüyor ama doğan bey burada yok. bütün bahçeyi gezdim. köşkün resmini yaptığı yerlere baktım, odasına baktım, yok. emre bey’e de yok diyorum, ama yine arıyor geldi mi diye. nisan hanım diye bir hanımın annesi kazada ölmüş, mutlaka ulaşmam lazım diyor. yok diyorum ama..”

    semiha hanım dalıp gitmişti. zaten son zamanlarda bu dalıp gitmeler iyice fazlalaşmıştı. duymadı mı beni acaba diye düşündü hasan. semiha hanım’ın bu sessiz, bu durgun hallerine hiç alışamamıştı. daha küçük bir çocukken semiha hanım ona kol kanat germişti. yanında büyümüştü, yetişmişti, koskoca bir adam olmuştu. çok büyük emeği vardı üzerinde, çok büyük. hem zaten çocukluğundan bu yana, daha bir gün bile yanından ayrılmamıştı ki. her yere götürmüştü onu, roma’ya bile!

    semiha hanım’dan ses çıkmayınca dönüp seda’ya baktı hasan. seda anneannesinin karşısında oturmuş, telefonuyla uğraşıyordu. başını kaldırmadan “çok yazık” dedi,
    “nisan hanım doğan bey’in kız arkadaşı hasan amca. çok üzgündür şimdi ama bizim yapabileceğimiz bir şey yok. doğan bey’den bir haber alırsak emre bey’i aramasını söyleriz, olur mu?”
    “olur seda hanım” dedi hasan.

    hasan mutfağa giderken seda başını kaldırıp gidişini izledi. hasan gözden kaybolmuştu ama seda’nın bakışları ardına kadar açık kalmış kapıya takılıp kalmıştı. aklı kapının çok ötesinde bir yerdeydi ve o aklın nerede olduğunu tahmin edebilecek tek insan da, karşısında oturmuş, kim bilir hangi yıllara hangi anılara dalıp gitmişti.
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    “nerede bu adam? hayır anlamıyorum emre, anlamak da istemiyorum ya! istemiyorum! nasıl bu kadar saat o telefon kapalı olur? nasıl kimseyi aramaz? bir şey söyle emre ya haksız mıyım? yoksa biliyor musun nerede olduğunu ha? bak biliyor da..”
    “nisan! ya arayıp annesine bile sordum! kadın boş yere meraklandı. hayır güzelim bilmiyorum nerede. şimdi yoldayım ben, gelince konuşuruz.”

    emre’nin artık tek bir kelime bile duymaya tahammülü kalmamıştı. telefonu kapattı ve doğan’ı aradığı onca saatten sonra ilk defa, gerçekten arkadaşını merak etmeye başladı. adam yok olmuştu sanki. aklına gelen gelmeyen her yere bakmıştı, herkesi aramıştı. köşkü defalarca aramıştı. hasan artık telefonu gelmedi emre bey diye açıyordu. bugün doğan’ı gören, duyan yoktu.

    nisan’ın hali ise çok kötüydü. annesini kaybetmişti. hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmeyecek bir kaza sonucu, aniden kaybetmişti. emre bu acıyı nasıl tanımlayacağını şaşırıyordu ama o acının sebep olduğu dengesizliği anlıyordu. nisan’ın marazi bir ısrarla doğan diye tutturmasının tek nedeninin de, bu acıyla ve annesine karşı hissettiği o kördüğüm olmuş duygularıyla yüzleşme korkusu olduğunu biliyordu.
    nisan’a şimdi bir bahane lazımdı. elinde olmadan hissettiği ve artık boynuna ilmik ilmik dolanan her kötü duygusuna karşı büyüttüğü öfkeyi yöneltip, kendini düze çıkartacağı bir bahane. o bahane de doğan’dı. doğan’ın yanında olmamasıydı.
    hastaneye geldiğinde zeynep ile mehmet selim karaman’ı, iki kadın ve bir erkekle konuşurken buldu. nisan sonunda hafif bir sakinleştirici almaya razı olmuş, hasta yatağının bir köşesine göstermelik kıvrılmıştı. ancak başını yastığa koyduktan sonra her şey yavaşlamıştı. öfkesi, üzüntüsü, beyin kıvrımlarına matkapla dalan bütün düşünceler bir bir ağırlaşmış, kendilerini sakin bir denizin üzerine sırt üstü bırakmışlardı.

    nisan’ın sakinleşmesi mehmet selim ile zeynep’e, hamiyet hanım’ın ailesi ile konuşma fırsatı vermişti. hamiyet hanım’ın iki kız kardeşi, üç kuzeni ve üç de yeğeni dışında yakın sayılabilecek akrabası yoktu. osman akça’nın kardeşleri ise zaten hamiyet hanım’ın işlerine karışmayı uzun zaman önce bırakmışlardı. hamiyet osman’ın kardeşlerini pek sevmezdi zaten. şimdi de istemezdi neyin nasıl yapılacağına karışmalarını, böylesi daha iyi diye geçirdi içinden mehmet selim, bir insan nasıl yaşadıysa, öyle uğurlanmalı.

    emre mehmet selim karaman’a selam verip, topluluğa başsağlığı diledi ve izin isteyerek zeynep’i kolundan tuttuğu gibi kafeteryaya götürdü. kahveleri alıp oturduklarında zeynep sırtını yaslayıp, gözlerini kapayıp başını biraz geriye attı, iki dakika kadar sesi soluğu çıkmadan kaldı öyle. emre kahvesini yudumlayıp zeynep’i seyretti o iki dakika boyunca.

    hafif pembeleşmiş yanaklarını, çıkık elmacık kemiklerini, sarı saçlarını.. doğal sarışındı zeynep’i. zaten her şeyi doğaldı bu kadının. yüzünde gözünde gülüşünde sarılışında ve öfkesinde oyun yoktu, rol yoktu, poz yoktu. hesapla kitapla konuşmuyordu, gülmüyordu, sevmiyordu. olduğu gibi görünebilen, yaşayabilen nadir insanlardandı. mış gibi yapmayan o güzelim insanlardan diye düşündü emre,
    zeynep’in açık kumral kirpiklerine sevgiyle bakarken. mış gibi yapmıyor, çünkü hem çevresindeki insanların zekasına saygı duyuyor, hem de kendi varlığına.
    “nasılsın?” dedi zeynep birden. gözlerini açıp emre’nin yorgun bakışlarıyla karşılaşınca, doğan’ı bulmak için saatlerce oradan oraya koşturduğunu hatırlamıştı.
    “iyiyim ben, sen nasılsın?”
    “ben de iyiyim ama nisan..”
    “biliyorum biliyorum.. çok zor, söyleyecek bir şey de yok ama.. zeynep?”
    “efendim?”
    “doğan yok. hakikaten yok! ne yapacağımı ne düşüneceğimi şaşırdım.”
    “çok garip” dedi zeynep. doğan’ı emre kadar tanıması mümkün değildi ama tanıdığı kadarıyla böyle iz bırakmadan çekip gitmezdi doğan. yine de..
    “belki de biz şimdi acil bulmamız gerektiği için çok büyütüyoruz yokluğunu. telefonu kapanmıştır, ne bileyim belki kaybetti bir şey oldu. gittiği her yeri haber verecek hali yok ya adamın.”
    “yok tabii de, bilmiyorum işte.. en azından dün geceden sonra arayıp beni sorardı diye düşünmüştüm.”
    “ne oldu ki dün gece?”

    emre birden zeynep’e dün geceyle ilgili hiçbir şey anlatmadığını hatırladı. fırsat bulamamıştı ki. “dün gece..” diye başlayıp anlattı olan biteni. babasının aramasını anlattı, osman’ın meyhanesini anlattı, galiba çok içtiğini ve galiba çok konuştuğunu anlattı. köşke nasıl geldiklerini tam hatırlamıyordu, nasıl yattığını, nasıl uyuduğunu.. sabah uyandığında hatırlamıştı pek çok şeyi. hatta doğan’ın kapıları aralık bıraktığını bile fark etmişti ama giderken baktığında, doğan odasında yoktu.

    “çok içmişim zeynep” diye bitirdi anlatmasını.

    zeynep, emre’nin babasıyla ne yaşadığını biliyordu. emre’nin anlattığı gibi biliyordu, kaldı ki emre de zaten tıpkı zeynep gibi anlatmıştı eskileri: tüm doğallığıyla, olduğu gibi.
    “iyi yapmışsın sevgilim” dedi emre’ye, “çok iyi yapmışsın. o kafa öfkeyle uyuşacağına alkolle uyuşsun, gerekiyor bazen.”

    emre uzanıp zeynep’in elini tuttu ve tam bu sırada mehmet selim karaman kafeteryaya bir acele girip etrafına bakınmaya başladı. zeynep ile emre’yi görünce elini sallayıp yanlarına geldi.

    “zeynep kızım ben de sizi arıyordum, nisan’ı alıp eve götürebilir misiniz? burada kalması sinirlerini mi bozuyor nedir bilemedim ama garip davranıyor” dedi. sonra bir an emre’ye bakıp yine zeynep’e dönerek: “doğan kim be ya?!” diye patladı.

    zeynep elinde olmadan gülmeye başladı. “kusuruma bakmayın mehmet selim bey, birden sinirlerim boşaldı siz böyle..” yine tutamadı kendini. emre hiç bozuntuya vermeden, “elbette götürürüz mehmet bey, siz hiç merak etmeyin” dedi. mehmet selim karaman, bir emre’ye bir zeynep’e baktı: “tamam o zaman, nisan size emanet. ben buradaki işleri bitireyim önce.”

    mehmet selim geldiği gibi aceleyle çıkıp giderken zeynep iyice kendisini koyverdi. nisan’ın mehmet selim taklitini hatırladı, daha çok gülmeye başladı. gülünecek yer değildi, hele zaman hiç değildi ama insanın sinirleri bazen böyle vitesi boşa alıp yokuş aşağı bırakırdı kendini. yapacak bir şey yoktu. emre de bunu çok iyi bildiği için sakin sakin kahvesini içip, zeynep’in de sakinleşmesini bekledi.

    istanbul, dima ran fatunna, 28 kasım 1965

    dima’nın günü ve gecesi hiç beklemediği kadar eğlenceli geçti. bu şehrin karmaşasını ilginç bulmuştu. saat saat artan kalabalığı, anlamsız dumanlar ve sesler çıkartan taşıtları, kendisine el sallayıp turist ! turist! diye sataşan çocukları biraz aklını çelmişti. turist ne demekti bilmiyordu ama yabancı olduğunu anlamışlardı galiba. çantam yüzünden diye düşünmüştü dima, şu koca çanta benim buralı olmadığımı söylüyor diye düşünmüştü. aklından aynı anda o kadar çok şey geçiyordu ki sanki birkaç saattir karıştığı şehrin kalabalığı, kafasının içini de ele geçirmişti.

    dima’nın alışık olduğu sakinlikten, az insandan, uyumdan ya da kendini hep güvende hissetmekten eser yoktu çevresinde. gördüğü, duyduğu ve anladığını sandığı her şey, telaşın ve tedirginliğin yaşama dönüşmüş haliydi. insanlar oradan oraya koşturuyordu. taşıtlar dolup dolup boşalıyordu, sokaklardaki kediler insanların ne istediğini anlamıyordu. insanlar dallardaki kuşların bütün o seslerden, dumanlardan ne kadar bıktığını bilmiyordu, duymuyordu. hoş dima’nın da iletişim kurabildiği tek bir canlı yoktu, ama gözünün ve gönlünün görüp anladığına da tercüman gerekmiyordu zaten. bu dünyanın yaşamı birbirini duymuyordu ve dima, duysalar bile umursamadıklarını hissediyordu.

    farkında değildi ama ortaköy’den beşiktaş’a kadar yürümüştü. beşiktaş’ta iskelenin karşısında bulduğu bir banka oturmuş, şehri izlemeye başlamıştı. yanına aldığı yiyecek içecek çok işine yaramıştı. çünkü anladığı kadarıyla, yuvarlak bir hamur almak için insanlar çantalarından ceplerinden maden parçaları çıkarıp veriyorlardı. bazen kağıt veren ve üstüne hem yuvarlak hamur hem de maden alan da oluyordu.
    dima’nın para bilmeyen dünyasının şekillendirdiği aklı, bu alış verişlerin sebebini uzun bir süre anlamadı. sonunda kafa sesi sinirlenip söylenmeye başladı: kızım ne seyrediyorsun öyle? belli ki bu insanlar yedikleri içtikleri için veriyorlar o madenleri?
    dima ses etmeden çantasından kayıt eklentisini çıkarıp parmağına taktı. yeni toplayıcı parçacıklar harekete geçti. şimdi bu dünya, bu kalabalık, dima’nın belleği için kendini küçük haplar gibi hazırlıyordu. öğrenmem gereken çok şey var dedi dima, dillerini öğrenmem gerekiyor, neden yiyecek için kağıt verdiklerini anlamam gerekiyor. eğer burada tahmin ettiğim kadar kalacaksam, o kağıtları nereden nasıl alacağımı bulmam gerekiyor.

    alışık olmadığı ve belki de hiçbir zaman alışamayacağı çok şey vardı ama bu dünyanın karmaşası dima’yı çekmişti. ilginç bir özgürlük duygusu hissediyordu burada. zihni hiçbir şeye bağlı değildi. yalnızlık gelip bedeninin her yerine yerleşmiş ve ayaklarının altına da bir uçurum sermişti. düşmemek için çabalaması gerekiyordu, çok dikkat etmesi gerekiyordu. korkuyordu çekiniyordu ama bu heyecanı sevmeye başlamıştı. içinde sanki küçük bir isyan ateşi yakılmıştı. kim yakmıştı, kim beslemişti bilmiyordu. ancak o ateş büyüyordu. sebepsiz ve mesnetsiz büyüyordu. güle oynaya, neşeyle ve hevesle büyüyordu.

    karanlık her yere çöküp sokaklardaki insanlar evlerine dönmeye başlayana kadar dolaşıp durdu dima. kalabalığa karışıp görünmez olmak kolaydı ama tenhalaşan sokaklar dima’yı ete kemiğe büründürecekti. dikkat çekmeden geceyi geçirebileceği bir yer bulması gerekiyordu. yer yok dedi kendi kendine, öyle bir yer yok ama ağaçlar var. aklına gelen ağaçlar, büyük beyaz evin ağaçlarıydı. orada saklanabilirdi yine. başka bir çözüm yolu bulamamanın çaresizliği ile geldiği yoldan geri dönmeye başladı. böyle olmaz diye düşündü tepeye tırmanırken, böyle hiçbir şey bilmeden, hiçbir şeyden anlamadan olmaz. kendi dünyama dönmem ve hazırlanmam gerekiyor. nereye geleceğimi biliyorum artık, nasıl geleceğimi de biliyorum. eğer geriye dönebilirsem hiç sorun kalmayacak. hiç! zaten geri dönüşü de dememem gerekiyordu. bakalım sağ salim..

    döneceksin, merak etme! dedi kafasının rahatsız sesi. hiç merak etme, seni buraya taşıyan zerrelerin kökleri zaten senin dünyanda. haydi şimdi eline koluna değdirmeden iki damla koy o yedek şişene, sonra telaşla boşaltırsın bütün iksiri.
    dima’nın güleceği geliyordu haline. annesinden bu kadar azar işitmemişti hayatı boyunca. “tamam tamam haklısın” dedi sinirlenmeden. yolun kenarına oturup çantasını açtı, taş şişeyi buldu. çantanın dibinde köşesinde küçük cam şişeler aradı. giysilerinin arasında iki şişe buldu, hazır giysileri ortaya çıkmışken üstüne kalın bir üst giyinip, kendini gecenin ayazına hazırladı. tam iki damlayı dikkatle, korkuyla cam şişeye aktarıp, iki iksir şişesini de sıkı sıkı kapattı. ufağını cebine, diğerini çantasına yerleştirip, uzaktan ağaçları seçilen eve doğru yürümeye devam etti.

    bahçenin dün geceki canlılığı, yerini şaşırtıcı bir sessizliğe bırakmıştı. çıt çıkmıyordu koca bahçede. giriş kapısının önünde dikilip ne yapıyorum ben? diye düşündü. böyle elimi kolumu sallaya sallaya giremem ki buraya? beni görürlerse ne derim, ne anlatırım? kapının önünden hızla çekilip bahçenin evden en uzak köşesine kadar duvarı izledi. karanlığa güvenip çantasını duvarın üzerine attı, sonra taşlara basıp kendini de diğer yana bıraktı.

    uzaktaki evden soluk bir ışık geliyordu. dün gece karşısında oturduğu kapıydı bu. şimdi oraya gitmesi mümkün değildi, zaten bu gece burada hiçbir şey mümkün değildi. evi ve girişini çok güzel gören ama öyle kolay kolay fark edilmeyeceği kadar da uzakta olan büyük bir ağaç seçti, sırtını gövdesine dayadı ve yorgunluğun getirip, gözlerine şu bahçe duvarının taşları gibi yığdığı uykuya teslim oldu.
hesabın var mı? giriş yap