2 entry daha
  • pessoa, kitabın* başlarında soares'i şöyle tanıtır:

    otuz yaşlarında oldukça iri bir adamdı bu; oturduğunda aşırı kambur duruyor, ayaktayken sırtı biraz düzeliyordu; üstüne başına pek özenmiyordu belki, ama tamamen kendini salmış da denemezdi. dikkat çekici bir tarafı olmayan solgun yüzünde, hatlarına herhangi bir özellik katmayan acılı bir hava seziliyordu. bunun altında ne tür bir acının yattığını anlamak kolay değildi – birçok ıstırabı kendinde toplamıştı adeta, mahrumiyet, bunalım, kayıtsızlıktan doğan acı, ki kayıtsızlık da zaten acı çekmekten olur.

    akşam yemeğini hep hafif geçiştiriyor, kendi eliyle sardığı sigaraları içiyordu. çevresindeki insanlara karşı olağanüstü dikkatliydi; kuşkuyla değil, özel bir ilgiyle inceliyordu onları; inceden inceye süzmeksizin onlarla ilgileniyor, gözünü yüzlerine dikip bakmaktan ya da kişiliklerini okumaya çalışmaktan kaçınıyordu. ona karşı ilgimi uyandıran da bu tuhaf hali oldu.
    giderek gözümde netleşmeye başladı. belli belirsiz de olsa, yüzündeki çizgilerde bir zekâ parıltısı yakalamıştım. ne var ki ifadesine öyle bir bitkinlik, yürek sıkıntısından ileri gelen öyle buz gibi bir durgunluk sinmişti ki, daha ötesini okumak zordu.

    (…) ve sonra utana sıkıla, yapacak daha iyi bir şeyi, gidecek bir yeri, gçrüşeceği dostları olmadığı, okumaktan da fazla zevk almadığı için, kaldığı pansiyonda, akşamları yazı yazarak vakit geçirdiğini söyledi.

    *

    yaşadığı iki odayı – ister istemez bazı temel ihtiyaçlardan vazgeçmek pahasına- pek ahım şahım olmasa da, gene de lüks döşemişti. üzerine oturulan eşyalara –derin ve yumuşak koltuklar almıştı-, perdelere ve halılara ayrı bir düşkünlüğü vardı. böylelikle “çektiği acıya saygınlık katacak” bir iç mekân yarattığını söylüyordu. modern tarzda döşenmiş bir odada olsa, sıkıntı insanın rahatını kaçırır, fiziksel bir acıya dönüşürmüş.

    o güne dek, mecburiyetleri olmamıştı. çocukluğunda insanlardan uzak durmuştu. ne bir gruba katılmış, ne de okula gitmişti anlaşılan. asla sürüye dahil olmamıştı. onun başına, başkalarının da (belki de kim bilir, herkesin) başına gelen gelmişti: hayatındaki beklenmedik olaylar, içgüdülerine göre, içgüdülerinin çizdiği yolda şekillenmişti – hiç kıpırdamamak, hayattan kopmak yönünde.

    devletin ya da toplumun dayattığı zorunluluklarla uğraşmak zorunda kalmamıştı hiç. içgüdüsel ihtiyaçlarını bile görmezden gelmişti. sevgili ya da dost olabileceği insanlara hiçbir nedenle yakınlık duyamamıştı. onun iç dünyasında bir ölçüde de olsa, kabul edilen tek varlık oldum. bununla birlikte –baştan beri ödünç bir kişiliğin; onun kişiliğinin ardına gizlenerek yaşamış olmam bir yana, dostluğunun samimiyetinden de şüphe duymama rağmen-, günün birinde kitabını emanet etmek üzere birine ihtiyaç duyacağını sezmiştim, nitekim böyle oldu. ilk başta, onun belli bir niyetle, kitabı yayınlansın diye bana yanaşmış olduğunu fark edince biraz kırıldım doğrusu; gene de bir psikoloğa yaraşan biricik kıstasın penceresinden baktığımda, ilk baştaki umudu boşa çıkarmadığımı ve hep onun dostu olarak kaldığımı düşününce keyif alıyorum şimdi.
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap