5 entry daha
  • iki kitabını okudum arka arkaya. “mahcubiyet ve haysiyet”i daha çok sevdim. kitaplarında karakterlerin hayatındaki kısa anlar küçük olaylar belli yönde bir değişimi tetikliyor. insanın kendi hayatındaki benzer anlara bakmasına vesile oluyor. belli bir an bir şey fark ediyorum, bir tercih yapıyorum... hayatın başka bir noktaya doğru savruluyor. büyük tercihlerden ya da büyük fark edişlerden bahsetmiyorum. bir kadın beni evine plak dinlemeye çağırıyor(romandan bir sahne) bütün hayatım değişiyor. bir öğrencim derste bir noktaya temas ediyor (yine romandan) daha önce görmediğimi görmeye başlıyorum. bir sabah uyandığımda kimseyle gerçekten konuşamadığımı yavaş yavaş toplum dışına atılmış bir fazlalık olduğumu anlıyorum. ( bu da romandan) gerçeklikle bağlantım o kadar kopmuş ki bir kurgu karakterine dönüşmek istiyorum. dönüşüyorum. “herkesin hayatında tek bir an var.” diyor borges, “kim olmaya karar verdiği an.” sonrakiler o anın doğrulaması. aslında tek andan çok daha fazlası var. ama dışardan bakmayı bilmiyor insan. küçük küçük binlerce an. anı. “hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” diyor ya kemal. füsun falan bahane. adam kendini seviyor aslında. kendini anlatının içinde anlatıya dönüştürüyor. çünkü hayatın içinde sıkışmış kalmış. solstad karakterleri gibi. hepimiz gibi. kendimizi anlatıya dönüştürmekten öte yol yoksa yaşamakla anlatmak arasındaki fark nedir? çizgi hangisinin lehinedir?
13 entry daha
hesabın var mı? giriş yap