• ardında iki bine yakın tablo bırakmış, tüm zamanların en üretken ressamlarından biridir. aşağıya sevdiğim eserlerini ekledim. az bilinenlerden meşhur olanlara doğru sıraladım:

    1- eroticsm on a summer evening - konuştuklarını duymasın diye yaşlı kadından uzaklaşan bir çift. kadın ve erkek birbirine temas etmiyor, hatta birbirlerinin yüzüne bile bakmıyorlar fakat aralarındaki çekim inkar edilemez. munch gösterdikleri kadar göstermedikleriyle de öne çıkar.

    2- ovre foss in winter - nbc filmlerinden fırlamış gibi. elinde çantasıyla erzurum'a gelen bir kadın varoluşsal sancılar geçirmeye hazırlanıyor.

    3- night in nice - bu tablodaki mavi tonlarına bayılıyorum. nice gibi dibine kadar akdenizli bir şehri vurgulamak için ideal. tabloda hiç insan yok fakat tek tük yanan lambalar sakin ama canlı bir yerde olduğumuzu hatırlatıyor.

    4- landscape in moonlight - deniz, gök, çatılar, evin perdeleri, kısacası her yer mor, hatta yer yer ağaçların gövdesi bile. mora eşlik eden tek renk yapraklar ve evin duvarındaki yeşillik. huzur verici bir akşam.

    5- the fairytale forest - hansel ve gretel'i hatırlatan iki çocuk, gizemli ve büyüleci aurasıyla içine çekildikleri uçsuz bucaksız "peri masalı ormanı"na adım atmadan önce duraksıyor. munch yaptığı bir geziden ilham almış ve günlüğüne şöyle yazmış: “sabahları ormana gittim. önce yol boyunca küçük huzurlu evlerin sıralandığı patikada, kiraz ağaçları ve yeşilliklerle çevrili alandaki sevimli tüm küçük çocuklara selam verdim. onların sesleri, hastalıklı ruhum için taze bir içecek gibiydi, büyük gözleri ve güzellikleriyle, benim de bir zamanlar bulunduğum kaybolmuş bir dünya... onların zarif, baharı andıran hareketleri görmeye değerdi. ve sonra orman geldi - küçük çocukların ormanı - kilise kuleleri gibi açık yeşil dallar, gittikçe yükseğe güçlü bir şekilde tırmanıyordu, ta ki orman kocaman bir katedral gibi ortaya çıkana dek.”

    6- kiss by the window ve the kiss - munch'un birçok tablosunda afedersiniz öbüşen çiftler bulunur, ben bu ikisini almayı tercih ettim. iki tablodaki ortak unsur odanın içiyle dışı arasındaki kontrasttır. pencereden gözüken dış dünya canlı ve hareketliyken odanın içi zamandan çekip koparılmış ve birbirinde kaybolmuş sevgilileri gösterir. ilk tabloda erotizm baskındır. çiftin yüzleri görülmez, kadın keskin bir açıyla ters dönerek öpüşür ve ellerinin nerede olduğu belli değildir. üstelik perdeler neredeyse sonuna kadar açıktır. ikinci tabloda aşk ön plana çıkar. erkek ve kadının açısı daha doğaldır, kadın ellerini erkeğin boynuna şefkatle dolamıştır. dış dünyanın renkleri ilk tabloya nazaran daha canlıdır fakat çiftimizin etrafını algılayacak hali yoktur. yüzleri ve ruhları iç içe geçmiş, iki iken bir olmuşlardır.

    7- head by head - kadın yanağını erkeğin yanağına dayamış, güvende hissettiğinin nişanesi olarak gözlerini kapamış, sevgiyle ellerini partnerinin boynuna dolamış. fakat bu dengesiz bir ilişki. erkek orada bile değil, bakışları dalgın, kadının dokunuşlarını hissetmiyor, kafası başka yerde. tabloda “biz” yok, bir başına iki insan var. unutmayın, birlikteyken de yalnız olabilirsiniz.

    8- cupid and psyche - tablo, adından da anlaşılacağı üzere mitolojik bir öyküye dayanır. psyche milet kralının kızlarından biridir ve güzelliği dillere destandır. psyche'nin güzelliği karşısında hasedinden çatlayan aşk tanrıçası afrodit bu duruma daha fazla katlanamaz ve birgün oğlu cupid (yunan mitolojisinde eros) ile konuşur, hedefini ıskalamayan oklarından birini psyche'ye diğerini de dünyanın en çirkin canavarına atmasını ister. mahir okçu, kızı aramaya başlar. sonunda onu bir ağacın altında uyurken görür ve oracıkta aşık olur. eros, afrodit'in gözünden uzak kalsın diye psyche'yi bir kaleye götürür ve geceleri psyche'yi ziyaret etmeyi ihmal etmez. geceleri birlikte olan çift mutlu mesut yaşar ama eros psyche'ye şart koşmuştur, kim olduğunu sormayacak, gündüz gözüyle yüzüne bakmayacaktır. hayatından memnun olan psyche, eros'un yüzünü görmeyi dert etmez, ta ki ailesi kalede kendisini ziyaret edene dek. psyche'nin prensesler gibi yaşadığını gören kıskanç kız kardeşleri "nasıl yani birlikte olduğun adam neye benziyor bilmiyor musun, çirkin mi çirkin biri olmasın sakın" diye verirler gazı. merakına yenik düşen psyche, ertesi gece eros uyurken gizlice yanına yaklaşır ve gaz lambasının yardımıyla yüzüne bakar. gördüğü güzellik karşısında afallayan psyche'nin eli ayağına dolaşır ve lambayı eros'un üstüne düşürür. psyche'nin sözünü tutmadığını gören eros hayal kırıklığına uğrar ve ada ben ayrılmak istiyorum, der. pişmanlık içinde kıvranan psyche, bir şans daha vermesi için eros'u arar durur ama bulamaz. sonunda çaresizlik içinde aşk tanrıçasına yalvarır. zaten kıza gıcık olan afrodit ona üç adet imkansız görev verir. ilk ikisi samanlıkta iğne arama tarzındadır. müthiş yorularak, yara bere içinde kalarak da olsa ona acıyan tanrılar sayesinde bu görevleri tamamlar. son görev için yeraltı dünyasına iner, persephone'u ikna ettiğini sanarak güzelliğini bir kutuya koymasını sağlar. dönüşte bu kutuyu afrodit'e teslim edecektir fakat içinde yine bir şeyler uyanır, persephone'nun güzelliğinden bir tutam da kendine ayırmak ister. ne de olsa görevleri tamamlamıştır, artık eros'la buluşacaktır. böyle yorgun, sağı solu morarmış çıkmak istemez karşısına. kutunun kapağını aralar ve güzellik bulacağı yerde ölüm uykusuna yatar, persephone tarafından kandırılmıştır. eros, psyche'nin sonsuz uykuya daldığını öğrenince hatasını anlar, onu yüzünü bile görmeden seven kadını böylesine acımasız tanrıların / tanrıçaların fink attığı bir dünyada nasıl yalnız bırakmıştır? psyche'nin yanına uçup uyanması için olimposluların en yücesine yalvarır. aşıkların durumuna acıyan zeus eros'a seslenir, büyüyü kaldırmak ve ölümsüzlük bahşetmek için psyche'ye ambrosia içirebileceğini söyler. işte tablo tam olarak bu anı, psyche'nin uykusundan uyanıp eros'u karşısında gördüğü sahneyi betimler. psyche'nin morarmış gözü ve omzundaki kan lekesi dikkat çeker. ikisinin de pişmanlıkları vardır, sanki bir süreliğine konuşamazlar. yaşanmışlıkların getirdiği yorgun fakat kavuşmanın getirdiği huzurlu gözlerle birbirlerini incelerler. bu anı great gatsby'nin daisy ile buluşma sahnesine benzetiyorum: "elleri hala ceketinin ceplerinde, yanımdan koridora doğru yürüdü, sanki bir ipin üzerindeymişçesine aniden döndü ve oturma odasına doğru gözden kayboldu. yarım dakika boyunca hiç ses çıkmadı. ardından daisy'nin sesi geldi, seni tekrar gördüğüme kesinlikle çok sevindim." hem kitapta hem de filmde tam yarım dakika süren o sessiz bakışma... hemen sonrasında eros şefkatle eğilir psyche'nin üstüne. sol arka planda bir merdiven görürüz, ambrosia içip ölümsüzlüğe kavuşan psyche, eros'la birlikte buradan yükselecektir göklere.

    9- christmas in the brothel - genelevdeki kadınlar çam ağacını süslüyor. odak noktasındaki kadın bir eliyle sigarasını tutarken diğeriyle kitap okuyor. kitap büyük ihtimalle yeni ahit. arkadaki insanlarsa uğraşlarına devam ediyor. kutsal olan ve kutsal dışı ironik bir şekilde birleştirilmiş, yine de resimdeki insanlar için alışılmadık bir durum yok gibi.

    10- self-portrait with cigarette - zamanının sansasyonel eserlerinden. bilindiği üzere portre çizdiren insanlar cicili bicili kıyafetlerini giyer, efendi gibi otururlar ressamın karşısına. tablo sergilendiği vakit munch'un kendini elinde sigarayla ve rahat tavırlarıyla resmetmesi toplumsal çözülmenin ve ahlaksızlığın simgesi olarak görüldü. hatta bir tıp öğrencisi munch'un mental açıdan hastalıklı olduğunu, norveç gençliğinin ahlakını bozduğunu dile getirdi *. tam bir fin de siecle klasiği. dekadans… sosyal normlar öylesine sallanıyor, çıpa atacak değerler o kadar hızlı değişiyor ki insanlar neye tutunacağına, kime saldıracağına karar veremiyor. benim için bu tabloyu özel kılan nedense basit: ressamımız kendini film afişlerinden fırlamış, james bondvari bir jönlükte betimlemiş. bir yazarın da dediği gibi, munch lambadan çıkan bir cin gibi sigara dumanının arasından fırlıyor.

    11- inheritance - resimdeki kadın gözyaşlarına boğulmuştur çünkü frengi bulaştırdığı bebeği ölüm döşeğindedir. munch bu tabloyu hayatı boyunca kurtulamadığı melankolisinin nüksettiği bir sırada, paris'teki bir hastanenin bekleme odasında şahit olduğu olay üzerine yapar: “kadın, babaların günahları yüzünden enfekte olan çocuğun üzerine eğilir. çocuk annenin kucağındadır. anne onun üzerine eğilerek ağlar, böylece yüzü kıpkırmızı kesilir. kızarmış, gözyaşlarıyla dolmuş çarpık yüzü çocuğun keten beyazı suratı ve yeşil arka planla güçlü bir tezat oluşturur. çocuk, istemeden geldiği bu dünyaya iri gözleriyle derin derin bakar. hasta, endişeli ve sorgulayacı bir şekilde odaya göz gezdirir, içine doğduğu ıstırap diyarını merak eder ve sorar: neden, niçin?”
    son cümlede bahsedilen hasta aslında munch'un kendisidir, var olmak zaman zaman ağır gelir ressama. ek olarak şunun altını çizmekte de fayda var, günümüzde bile toplum içinde cinsel yolla bulaşan hastalıkları konuşmak tabuyken, 19. yy'ın sonunda ödipyen bir damardan, hem de meşhur meryem ve isa formu üstünden bu konuyu anlatmak cesur bir iştir.

    12- bathing girls - nehir kenarında yıkanan insanlar munch'un sık tekrar ettiği temalardan biridir. birbirine su sıçratan kızlar fantezilerini gıdıklamış olmalı.

    13- bathing boys - bu tabloyu ne zaman görsem gülüyorum. sağ üstteki çocuğun duruşuna bakın*

    14- night in saint-cloud- favori resimlerimden biri. fötr şapkalı bir adam pencerden dışarı bakıyor, sen nehri'nde tekneleriyle ilerleyenleri izliyor. evet bakıyor ama görüyor mu şüpheli. sanki kafası başka yerlerde. gece olmasına rağmen oda aydınlık, yalnızca düşüncelerine gömülmüş karakter kapkaranlık. dikkatli bakınca bir elinde ağzına götürdüğü sigarasının ateşi görülüyor. nasıl ki dünyadan bakıldığında aradaki mesafe ve atmosfer yüzünden yıldızlar göz kırpıyormuş gibi geliyorsa tabloda da sigara ateşinin bir fırça darbesiyle belli belirsiz resmedilmesi onu bir an görüp bir an gözden kaybetmemize sebep oluyor. bu sayede fötr şapkalı adamın sigarayı içine çekip bıraktığını hissediyoruz. sadece bir noktanın resme kattığı dinamizm inanılmaz. munch bu eserini babası christian munch'un vefatından kısa bir süre sonra, aklının yine melankoli, ölüm ve yalnızlıkla dolu olduğu bir zaman diliminde yapmıştı.

    15- 17th of may in a small norwegian town - norveç'te 17 mayıs anayasa günü olarak kutlanır. çocuklar ellerinde bayraklarıyla törenlere katılır. bizdeki ikinci meşrutiyet veya cumhuriyet bayramı kutlamaları gibi düşünebilirsiniz. depresyon, anksiyete, karamsarlık ve kıskançlık gibi duygularla yoğrulmuş munch'un neşeli bir sahneyi betimleyen ender tablolarındandır. milli bayramlar bende nostaljik duygular uyandırır. belki munch için de böyleydi, çocukluğunda mutlu olduğu bayramları anımsadı, kim bilir?

    16- the sun - munch'un sipariş üzerine yaptığı ve nedenini tam olarak açıklayamasam da kandinsky havası aldığım bu resim, oslo üniversitesi'nin tören salonunun duvarını süsleyen on bir eserden biridir. güneş ışınları süpernova patlamalarını akla getirir, ondan yayılan enerji hayat doludur. etrafındaki tablolarda betimlenen çıplak insanlar vitalizmle ilişkilendirilir. bu felsefi görüşe göre organik bileşikler yalnızca canlı organizmalardan elde edilebilir, bunu sağlayansa canlı organizmaların içindeki hayat gücüdür. doğadan kopmuş insana yönelik bir tepkidir aslında. sanayi çağında yapay olanı doğal olandan ayırmak için mistik bir güce başvurulmuştur. içindeki canlılığın hakkını veren ideal insan modeli çıplak, sportif ve sağlıklı resmedilir. yaşamın kaynağı olan güneş, canlıların içindeki hayat gücünü sembolize eder.

    17- half-nude in a blue skirt - gerek figürün duruşu gerek kullanılan renkler bana munch'un ilham kaynaklarından van gogh'un son tablolarından birini hatırlatır. van gogh yaşlı bir adamı model alırken munch bir kadını resmetmeyi tercih etmiştir. enteresandır ama kadının başı, göbeği ve maviyle örtülmüş kavisli alt kısmı bana bir kadın kadar bir denizatına baktığımı düşündürüyor. eğer öyleyse altında yatan sembolizmi bilmiyorum.

    18- galloping horse - dörtnala koşan atlar sanat tarihi boyunca rastladığımız klasik temalardan biridir. ressamlar arasında bir rekabet unsurudur, challengedır. fakat hemen hemen hepsi atı yatay düzlemde, soldan sağa veya sağdan sola koşarken resmeder. munch'un atı ise farklıdır. sahibinin elinden kurtulan at, savrulan yeleleri ve resmin odak noktası olan dehşetengiz gözleriyle son sürat bizim üstümüze gelir. zincirlerinden kurtulan arzu, etraftakilerinin yargılayıcı hatta anlamsız bakışları arasında, yönünü tayin etmeden, bilinmezliğe adım attığı korku dolu gözlerle sahibinden, yani onu dizginleyen rasyonaliteden çıldırmışçasına kaçar. munch'un daha önce tablosunu da yaptığı nietzsche'ye ilgisi büyüktür. atın yüzündeki korku ve yüreğimi daraltan müthiş hüzün, zihnimde, nietzsche'nin kırbaçlanan bir atın boynuna sarılıp hüngür hüngür ağladığı ve bir daha toplarlanamamak üzere mental çöküş yaşadığı sahneyi çağrıştırıyor.

    19- the death of marat - munch, tulla larsen adlı bir kadınla dört yıl boyunca çalkantılı bir ilişki yaşadı. son derece sağlıksız, hatta günümüz tabiriyle toksik sayılan bu beraberlik, kendisine yakışır bir tuhaflıkta sona erdi. larsen'in munch'un evine gittiği bir gün her zamanki tartışmaları alevlenir, kısa bir süre sonra "bam!", odadan bir el silah sesi gelir. tabanca yere düştüğünde munch'un eli kanlar içindedir. ciddi bir yara değildir, kurşun parmağını sıyırır. yine de bu an munch'ta travma yaratır, ilgili sahneyi defalarca resmine konu eder. tabloları kimi zaman "(kadın) katil" olarak adlandırır, fakat çoğunlukla jacques-louis david'in meşhur eserine referansla "marat'nın ölümü” der. jean-paul marat, fransız ihtilali'nin önde gelen simalarından, jakoben bir liderdir. birgün jironden taraftarı charlotte corday adında bir kadın önemli haberler ileteceği bahanesiyle marat'nın evine gider ve marat'yı göğsünden bıçaklayarak öldürür. ressam jacques-louis david, marat'yı çarmıhtan indirilen veya türlü eziyetlere maruz kalırken son nefesini veren bir aziz gibi resmetmiştir. fakat bir fark vardır, marat hristiyanlığın değil devrimin seküler şehididir. ilgili tabloya paralel bir şekilde munch, larsen ile olan ilişkisinde kendini kurban olarak görür. geriye küçük bir sıyrıktan başka bir şey kalmamıştır ama olsun, ressamımız ekspresyonisttir sonuçta. objektif gerçekliği değil, bu anın iç dünyasında uyandırdığı duyguları dışavurur. munch'un kanı akmıştır bir kere, marat'nın devrim şehidi olması gibi o da bu ilişkinin, hastalıklı aşkının şehididir. marat'nın göğsündeki yaranın ön plana çıkması gibi o da resimlerindeki maktulün elini kırmızıya boyar. jacques-louis david tablosunda katile yer vermezken munch maktulden çok soğukkanlı ve hiçbir pişmanlık belirtisi göstermeyen katile dikkat çeker. kadınlara duyduğu güvensizliği marat'yı öldüren charlotte corday ve kendisini yaralayan tulla larsen özelinde şahsileştirir.

    20- self-portrait in hell - ressam bu sefer cehennemdedir. iç dünyasını alevler içinde gösterdiğine göre muhtemelen yine bunaldığı bir dönemden geçiyordur. tablonun sağından cayır cayır kırmızı - sarı alevler yükselir. sol tarafta ise munch'un karman çorman, karamsar zihninin timsali olarak gölgesi ile ateşten yükselen dumanlar birleşmiş, siyah bir mezar taşı gibi başucuna dikilmiştir. sanki az önce kalkmıştır mezardan, cehenneme ilk kez bakıyordur. ama… bir saniye… ressamın bakışları donuktur, herhangi bir korku taşımaz. bir önceki tabloda anlatmıştım, küçük bir yaralanmadan kurban psikolojisine girebilecek tiynettedir munch. fakat burada, cehennemde, kendinden emin dik bir duruş sergiler. onun için tanıdık bir ortamdır burası, yadırgamadan bakar etrafına, geldiği yerden pek farkı yoktur.

    21- woman - insanın yaşam döngüsü resimde sık kullanılan temalardan biridir. örnek olarak aklıma ilk gelen hans baldung'un kadının üç çağı ve ölüm adlı tablosudur. munch kendi yorumunu eklemiştir. en solda beyazlar içindeki sarı saçlı kadın ışıl ışıl parlar, günahsız ve saf bakirenin sembolüdür, dönüp bize bakmaz, hatta diğerleriyle aynı zemini paylaşmaz bile. öte yandan kızıl saçlı, kiraz dudaklı femme fatale resmin merkezinde cesur pozuyla dikilir, davetkar bakışlarını gözlerimize diker. ışığı bakireninki kadar parlak değildir, cinsel açıdan aktif kadın bir kez daha fahişelikle bağdaştırılmıştır. yine de munch ne tablosunun merkezine yerleştirdiği kadını geriye kalan figürler gibi karanlığa teslim eder ne de ona duyduğu hayranlığını gizler. soldan üçüncü kadının ise bir gölgeden farkı yoktur, bakirenin saflığına sahip olmadığı gibi güzelliğinin zirvesindeki kadından da eser kalmamıştır. en sağdaki sonuncu figür ise hans baldung'un iskeletine karşılık gelir. erkekleşmiştir artık. kadın değildir, ölmüştür.

    22- madonna - benim de çok beğendiğim, sanatçının en bilindik eserlerinden. munch tabloyu bazen “sevgi dolu kadın” bazense “madonna” (meryem) olarak adlandırdı. kadını the dreamers'ta kuğu misali süzülen eva green'e benzetiyorum, onun gibi ayakta görüyor olabiliriz (dikkat, cıbıl eva green içerir). ya da seks sırasında üstte olan partnerinin açısından bakıyoruzdur. duruşu bir önceki tabloda bahsettiğim, resmin merkezinde olan güzelliğinin zirvesindeki kadın gibi ama buradaki daha zarif. başının etrafında kutsal figürleri vurgularken kullanılan hale var ama renk olarak altın sarısı yerine şehveti çağrıştıran kırmızı tercih edilmiş (aha! bir eva green benzerliği daha). yüzünde yine batı sanatında yüzyıllarca kullanılan, kutsal karakterlerin uhreviliğini vurgulayan vecd hali mevcut. ayrıca gözlerinin kapalı olması bu ifadeye birkaç yıl sonra gustav klimt'in de kullanacağı esrimiş bir hava katmış. munch'un madonnasına bakınca şunu görüyoruz: cinsel ilişki yeni bitmiş, orgazmdaki climax sonlansa da belleğinde hala taze, kadın birazdan mutlu bir uykuya dalacak. arka plandaki renk paleti kadının zaman ve mekandan soyutlandığını, anın içinde kaybolduğunu gösteriyor. munch bir sene sonra aynı sahneyi resmederken yaşam-ölüm döngüsünü vurgulamak için sol alt köşeye kuru kafamsı bir fetüs ekledi ve kadını spermlerle çevreledi. onun için cinsellik ve ölüm hep iç içeydi. seks hayatın başlangıcı, dolayısıyla ölüme atılan ilk adımdı. benzer şekilde kısa bir süre önce bitirdiği death and life'ta da fetüs ve sperm imgelerini kullanmış, ölüm ve cinselliğin, dolayısıyla ölüm ve yaşamın birbirinden ayrı düşünülemeyeceğine dikkat çekmişti.

    23- love and pain - namı diğer vampir. resimde kızıl saçlı bir kadınla bir erkeğin kucaklaşmasını görürüz. çiftin siyah kıyafetleri ve etraflarını saran gölge, kontrastı artırarak kadının saçlarını ön plana çıkarır. adamın kafasını yaslayarak sarılışı, rembrandt'ın ünlü tablosu savurgan oğul'un dönüşündeki kucaklaşmayı andırır. o halde erkek pişmanlık duyduğu bir hatadan dolayı af istiyor olabilir. ya da munch'un da zaman zaman deneyimlediği gibi hayatın üstüne üstüne geldiği ve pes etme isteğiyle dolup taştığı bir dönemden geçiyordur, gardını indirir, çektiği acılardan yılmış bir şekilde sevdiği kadının kollarına sığınır. hangi senaryo olursa olsun kadın şefkatle teselli eder erkeği, yalnızca kollarıyla değil saçlarıyla da sarıp sarmalar, bugünler de geçecektir. munch tablonun sonraları vampir ismiyle tanınmasına tepki gösterir, "bir erkeği boynundan öpen bir kadından başka bir şey yok." der. yine de vampirler yalnızca sömürmek için muhatabının kanını emen yaratıklar değildir. edebiyatta ve sinemada sık sık, küçük bir ısırıkla sevdikleri insana ölümsüzlük bahşeder ve sevdiklerini kendi seviyelerine çıkarırlar. tablodaki kadının erkeğin boynuna kondurduğu öpücük şehvetten uzaktır, saçları kadar kana da benzeyen kızıllık birbirine karışır. kadının yüzünde huzurlu bir ifade vardır, sevgilisinin hissettiklerini anlıyordur. tüm mesele de bu değil midir zaten? anlaşılmak... o anda tekrar hayat verir sevdiği adama. kan yaşamın, hayata dönmenin sembolüdür. erkeği, huzurlu ve hayatı olduğu gibi kabul eden kendi katına yükseltmek için ilk adımı atar, vampire dönüştürme işlemi başlamıştır.

    24- the scream - mona lisa'nın ardından, van gogh'un starry night'ı ile birlikte sanat tarihinin en ünlü tablosu, kültür ikonu. belirsizliklerle çevrildiğimiz bir çağda modern bireyin en büyük sorunu yalnızlık ve anksiyetedir. delirmemek için her allah'ın günü çabalayan, kalabalıklar içinde tek başına savaş veren insanın artık kendini baskılayamadığı patlama anını betimlemiştir ressam. munch'un en az tablosu kadar ünlü açıklamasıyla bitiriyorum yazımı: “iki arkadaşımla yolda yürüyordum; güneş battı, bir melankoli dalgasına kapıldım. birden gökyüzü kıpkızıl bir renk aldı. durup parmaklıklara yaslandım. alev alev gökyüzü, mavi fiyordun ve şehrin üstünde kan ve kılıç gibi sarkıyordu. arkadaşlarım yola devam etti; ben ise büyük bir endişeyle öylece duruyor ve doğada sonsuz bir çığlığı hissediyordum sanki.”
  • mutluluğun resmini bilemem ama bana biri yalnızlığın resmini yapabilir misin dediğinde "al, yapılmışı var" diyerek göstereceğim resmin sahibi. ne zaman yalnız hissetsem munch'un önündeki boş tabağa, arkadaki suratsız adama, ellerini öylece önüne kavuşturmuş munch'a ve o boş, beyaz masalara bakarım.

    bir insan oto-portresini niye bu şekilde resmeder ki, neden bu kadar buram buram yalnızlık fışkırır ki diye soruyor olabilirsiniz. bunu çığlık tablosu ile tanıdığımız munch'un 70. yaşında ifade ettiği sözlerle kendi ağzından dinleyelim.

    "ben doğarken ölmüşüm [1] hastalık, cinnet ve ölüm, beşiğimde nöbet tutan kara meleklerdi ve beni hayatım boyunca takip ettiler; baharın günışığında, yazın güzel görkeminde de. akşamları gözlerimi kapadığımda yanıbaşımda dikilirlerdi, beni ölümle, cehennemle, ebedi lanetlenme ile korkuturlardı. ve bu nedenle geceleri sık sık uyanır ve odamın her tarafına bakardım: cehennemde miyim?" [sanırım bu resim de bu durumu anlatır nitelikte, adının uyurgezer olması da bunu destekliyor]

    munch'un annesi ve ablası o daha bir bebekken o zamanların salgın hastalığı olan tüberkülozdan vefat ederler, munch de bebekken bu hastalığa kapılır ve zorlu bir dönem geçirir. munch'un annesinin ve ablasının ölümü ile akıl sağlığını yitiren babası ise artık gerek ruhsal gerek bedensel olarak iyice bu dünyadan kendini soyutlamıştır. türlü sanrılar görmeye başlayan baba, çocuklarının cehennem içinde yandıklarının hayallerini görmeye başlar. kim bilir belki de munch'un kendini cehennemde tasvir etmesinin nedeni de buydu.

    tanrı'nın kendisini ve ailesini bu hastalıklarla cezalandırıyor olduğunu düşünen baba munch, kendini tuhaf dinsel ritüellere, pişmanlık gösteren günah çıkarma benzeri dualara vermiş, bu sırada ise türlü halüsinasyonlar görmeye devam etmiştir.

    munch ise kendini zamanla alkole ve nikotine vurmuş, kliniklerde uzun zamanlar geçirmiştir. fakat bu acılarla kahrolmak yerine aksine onları bir kanal gibi kullanmış, bir yansıtma aracı olarak sanatını icra etmesi adına bir "araç" olarak görmüştür.

    “hayat korkum gereksiz, hastalığımın olduğu gibi. kaygılarım ve hastalığım olmasaydı, dümeni olmayan bir gemi olurdum. sanatım, diğerlerinden farklı olmamın yansımaları üzerine kurulu. çektiğim acılar benim ve sanatımın bir parçası. benden ayrı düşünülemezler, ve onların yıkımı sanatımı da yok eder. bu acı çekişleri saklamak istiyorum"

    mini not: izlemenizi tavsiye ettiğim bir film

    _________

    [1] "i was born dying" diyor munch, yazdığım dilimizde biraz arabesk bir kalıp olsa da, bence güzel karşılığını verdi.
  • sanatsal bir iğdiş görüntüsü:

    munch -- bir kadının saçında bir adamın başı, 1896: görsel

    hayat kadınlarıyla kötü deneyimler yaşayan, platonik aşklarla gitgide yalnızlaşan munch'un bu tablosundaki profil dışavurumcu otoportresidir.

    paralel okuma:

    "kafa kesme sembolik bir iğdiş ikamesidir."**

    munch'un bu paraleldeki diğer tabloları (iğdiş imajları):

    kadın maskesinin altında otoportre, 1892 : görsel
    vampir, 1895 : görsel
    erkek ve kadın, 1898: görsel
  • "iki arkadaşımla güneşin batışında yürüyordum. aniden gökyüzü kahverengiye dönüştü, durakladım, hissizleştim ve bir parmaklık üzerine dayandım. kentin ve mavi fiyordun üzerinde ateşin dili ve kan vardı. arkadaşlarım yürümeye devam ettiler, ben ise orada korkuyla titreyerek kalakaldım ve doğanın içinden gelen sonsuz çığlığı duydum.." edvard munch'un "çığlık" resmi için günlüğüne yazdığı cümlelerdir bunlar.

    edvard munch resimlerinde hüznü, acıyı, melankoliyi ve özellikle de hastalıkla, ölümü yansıtmaya çalışmıştır. norveçli ressamın (1863-1944) çocukluğunda ailesinde hastalık ve ölümler eksik olmamıştı. bunlar hayatı boyunca unutamayacağı, onu etkileyen ve sanatına yansıyan olaylardı. annesi ve kız kardeşinin ölümünün ardından, babası da para sıkıntısı ve bunalım içindeydi. odasına girip saatlerce dua ederdi.

    munch o günler için daha sonra "hastalık, delilik ve ölüm beşiğimin başucunda nöbet bekleyen ve ömrüm boyunca yanımdan ayrılmayan kötü meleklerdir" diye yazar. ilk sergisi sonunda aldığı bir bursla paris'e gitmiş ve orada üç yıl kalmıştır soluk alıp veren, hisseden, acı çeken ve seven canlı varlıkların resimlerini yapacağını belirten munch avrupanın pek çok yerini dolaşmıştır.

    en önemli ve etkileyici resimlerinden biri olan çığlık'ın 50'den fazla gravürü vardır. 1893 tarihli ilk çalışması renklidir. resimde insanın yalnızlığına ve korkusuna şahit oluruz. körfez, küçük yelkenli gemiler ve resmi çaprazlama kesen parmaklıklı köprü, sahnenin kuzey sahilinde olduğunu gösterir.

    amerikalı sanat tarihçisi robert rosenblum, munch'un ölü kafaları için paris l'homme müzesindeki bir peru mumyasını model olarak aldığını öne sürmüştür... munch, dostoyevski ve kierkegaard okurdu. kierkegaard'ın şu pasajından etkilenmiş olmalı:

    "ruhum öyle ağır ki hiçbir düşünce artık onu yükseltemez ne de kanat vuruşlarım onu sonsuzluğun içine çekemez. herhangi bir şey onu kımıldatmazsa sadece yeryüzünde kalır, fırtınadan önce alçakta uçan bir kuş gibi. ezicilik ve kaygı iç dünyamın üzerine çöküyor"

    insana özgü olan içsel bunalımların sembolik bir görünümü olan resimde ön plandaki figür başını elleri arasına almış ve gözleri dik, ağzı sonuna kadar açık, yanakları bağırır durumda gösterilmiştir. yılankavi figürün diğer iki figürden uzakta ve tek başınalığı yalnızlığı ve bunun dehşetini simgeliyor.

    bütün çizgiler çığlık atan başa doğru akıyor. insanın umutsuzluğunu, mutsuzluğunu, endişelerini, boğuntularını, korkularını, acılarını ve çaresizliğini dile getiren bu resim dışavurumcu bir ifadeye sahiptir. renkler ruhsal durumu daha da vurguluyor. gökyüzünün kırmızı ve sarıyla dalgalı görünümüne karşılık deniz açık renkle kara ise koyu mavilerle oluşturulmuştur. gökyüzünün hali fırtına öncesi sessizliği işaret ediyor. çığlık atan figürde ve köprüde toprak renkleri göze çarpar.

    resimdeki dalgalanmalara bakıldığı zaman sanki o çığlıklar duyulabiliyor, renklerde yüksek ses yüzünden dalgalanmalar oluşmuş, resim hareketli gibi gözüküyor.

    çığlık son derece ürkütücü..

    doğanın insanda yansıyan çığlığı...

    bir şeyden korkunca atılan bir çığlık değil, taa içerilerden gelen, ruhun çığlığı bu.

    insanın yalnızlığını, çaresizliğini, korkusunu anlatan bir çığlık..

    insan olarak geldiğimiz, durduğumuz noktayı fark edenlerin çığlığı..

    fark etmeyenlerse hâlâ kendilerini dünyanın merkezi sanıyorlar, her şeyin onlar için ‘yaratıldığını’ ve her şeyi kullanmaya, azaltmaya, kirletmeye, bozmaya hakları olduğunu düşünüyorlar. çünkü onlar ‘insan’ı bu evrenin en değerli varlığı olarak bahşediyor..

    oysa doğaya hükmettiğimizin, doğayı doğadan çaldığımızın ve dünyayı yavaş yavaş yok ettiğimizin farkına varan ve bunun anlamsızlığını savunanların çığlığı bu..
  • yıllar önce ekşiye munch hakkında kısa bir entry yazmıştım. yıllar sonra değişen bir şey yok: kendisi hala favori ressamım.

    herkes gibi ben de kendisini çığlık adlı tablosuyla tanımıştım. hatta üniversitedeyken bu popüler kültür figürü, gustav klimt'in "öpücük" ve van gogh'un "yıldızlı gece" adlı tablolarıyla birlikte odamın düvarlarını süslüyordu. ancak daha sonra okumalarım ve kurcalamalarım arttıkça çığlık'tan çok daha etkileyici tabloları olduğunu farkettim. tabi ben sanat tarihi bölümü okumadım. bu konuda öyle derinlemesine yorum yapabilecek konumda biri değilim. ama şahsi beğeni kıstaslarım doğrultusunda yaşamın frizleri serisindeki tablolarına bakıp da hayran olmamak mümkün değil.

    bir de şöyle bir şey var; genellikle yirminci yüzyılın en büyük ressamı sayılan pablo picasso'nun resim ve hatta genel olarak yirminci yüzyıl kültürüne olan etkisinin farkındayım. ancak başyapıtı guernica dahil hiçbir tablosu beni cezbetmiyor. bu biraz citizen kane filmi ya da ulysses romanı gibi. her biri kendi alanlarının en iyileri olarak görülüyor. ama bu yapıtlarda biçimsel kaygılar çok fazla ön plana çıkartılmış. dolayısıyla bence estetik haz vermekten oldukça uzaktalar. oysa munch öyle mi? biçim ve biçem dengesi muhteşem bir şekilde sağlanmış. özellikle ilk dönem tablolarına bak bak kederlen. bak bak depresif ol.

    http://www.edvard-munch.com/index.htm
    http://www.edvardmunch.org/
  • hayatı boyunca aklının bir köşesinde ölüm düşüncesiyle yaşamış ressam. tabloları insanın hayat karşısındaki o büyük çaresizliğini anlatır hep. hasta çocuk tablosunda kayıp giden bir hayat için yas tutturur insana. ölü ya da en azından vazgeçmiş insanlardır resimlerinin konusu, hayattan çok ölüme yakın insanlar. hep erken söylenmekten korkulup, asla söylenemeyen sözler gibi. alain de botton kitabında bundan mı bahsetmişti bilmiyorum ama edvard munch'ün anımsattığı şeyler çok gerçek.

    hayat ve varolmak karşısındaki çaresizlik, insanın bütün bu gerçekliğe karşın elinden hiçbir şey gelmemesi, çıldırmak, kendini yok etmek. karanlık, bir kez girildi mi bir daha geri dönülemeyecek o devasa yapının kapısında bekler edvard munch. ne de olsa orada herkese yer vardır.

    ''when you out of the blue
    and into the black.''

    http://www.germanexpressionist.com/…nch_madonna.jpg
    http://www.hdwallpapersdesktop.com/…h wallpaper.jpg
    http://www.wholesalechinaoilpainting.com/…69587.jpg (hasta çocuk)
    http://www.paintingmania.com/…bed-fever-16_4107.jpg
    ve tabii;
    http://upload.wikimedia.org/…9082327!the_scream.jpg
  • dostoyevski romanlarının görsel yönetmeni.
  • 1974 yapımı film. peter watkins yönetmiş.
    oldukça emek harcanmış olan ses ve görüntü montajı, munch'ün psikolojisinin başarılı şekilde yansıtılmış olmasında önemli rol oynuyor. ayrıca film boyunca strindberg gibi, dönemin diğer önemli zatlarını da görme imkanımız oluyor.
  • resim tarihinin en ünlü 2. ve en pahalı resmi olan edvard munch'un çığlık isimli tablosunun hikayesi bilinenden veya yorumlanandan biraz farklıdır. tablo aslında krakatoa yanardağı felaketini anlatmaktadır. 22 ocak 1892 tarihli günlüğüne “…gökyüzü birden kan kırmızıya büründü. beraber gittiğim arkadaşlarımdan ayrıldım ve doğanın çığlığını duydum…” diye yazmıştır.

    endonezya'ya bağlı krakato adasındaki yanardağ 1883 yılında patlamıştır. patlama yüzlerce nükleer bombaya eşdeğer bir güçte olmuştur. patlama aynı zamanda modern tarihte duyulan en gürültülü sesi ortaya çıkarmıştır. patlama sadece bulunduğu bölgeyi değil atmosferi de etkilemiştir. açığa çıkan gazlar atmosferin sıcaklığını 1-2 derece düşürmüş ve çok şiddetli yağmurların oluşmasına sebep olmuştur. patlamalar güneş ışığının yeryüzüne ulaşmasını da engellemiş ve dünya yıllarca olması gerekenden daha karanlık olmuştur. bunun neticesinde 3-4 sene dünyada kıtlık yaşanmıştır.

    munch'un tablosu için yazdığı yazıya dönersek, (karanlık gökyüzü, patlama sesi) anksiyete hastası birinin bu olay üzerine yaşadığı şoku atlatamaması ve bununla ilgili birden fazla eser vermesi normaldir.
  • munch ile ilgili en kötü şey, çığlık resminin aşırı ünlü olmasıdır. ya adamın diğer resimleri öylesine delirtici derecede güzel ki, insanın çığlık resmini parçalayası geliyor. birkaç tane yapmış bir de. neyse, madonna adlı çalışması olağanüstü sakindir mesela. diğer arıza resimleri de en az çığlık kadar iyi.

    iyi resmi sevmek için en ünlü resimler genelde yanıltıcı bir "öğreticilikte" oluyor. örneğin da vinci'nin mona lisa'sını görüp başka bir çalışmasına bakmazsan harbiden çok donuk kalıyor. ama vaftizci yahya'ya bakınca insanın ödü bokuna karışıyor. hem ürkütücü hem de acayip kibar bir netlikte. michelangelo'nun da davud'u veya pieta'sı da öyle. fazlaca ölçülebilir çalışmalar. musa öyle mi ama mesela? bazı şeyler sevimsizleşiyor, özel alanına giriyor. son dönemindeki köle serisi de öyle. falan filan, uzar gider.

    bu başlığı okuyan olursa katkım başka resimlerine baktırmak olsun.
hesabın var mı? giriş yap