• obsesif kompulsif bozuklugun uclarinda yuzen adam miauczynski'nin bir gününü anlatir.

    --- spoiler ---

    film komikligin otesinde sinir bozucudur. mesela sahilde vik vik konusan kiza sinir olamamak mümkün degildir. veya muslugu kontrol etmek icin tekrardan eve giren adam miauczynskiyle bir takim ortak ozelliklerin cikmasi hatta bu sinir bozucu adamla baska ortak ozelliklerin olma ihtimali bile sinir bozucudur. butun olaylari tek kisilik bir tiyatro izler gibi yansitan marek kondrat büyük bir alkisi hakeder. o kadar cetrefilli degil midir..? otur yap temizle yika!!

    --- spoiler ---
  • zaman zaman abartılı, zaman zaman çok yerinde tespitler sunan, ilginç olmasının yanında şimdiye kadar izlediğim en sinir bozucu filmlerden biri diyebileceğim yapım. adam ile benzer yönlerinizi gördüğünüzde yüzünüzde oluşan tebessüm, onun abartılı takıntılarının ortaya çıkmasıyla sinire dönüşebiliyor.
  • “sabah kalkmaktan korkuyorum. günden korkuyorum. her gün, her sabah gözlerimi açmaya korkuyorum. beni korkutan bu şafak değil; yeni gelen günle ne yapacağımı hiç bilmiyorum.”

    film, kulağında takılı olan gürültü önleyici tıkaçlara rağmen dışarıdan gelen sesler yüzünden erken uyanmış bir halde yattığı yerden tavanı izleyen ana karakter adam miauczynski’nin bu iç sesiyle başlarken, hemen ardından gelen sahnede onun güne nasıl takıntılı(!) bir düzen içinde başladığını ve devamında da yine öyle sürdürdüğünü görünce acı verici teşhisi hemen koyuveriyoruz:

    varoluş sıkıntısı + ses hassasiyeti + okb = ölürken yaşamak zorunda bırakılmak

    haliyle film, bu üçlüden ilk ikisini bünyesinde ne yazık ki yıllardır misafir eden ve şu anda bile medeniyetten nasibini almamış komşuları yüzünden kulağında kulak tıkacı takılı bir halde bu yorumu yazan bir birey olan beni daha ilk dakikada paçalarımdan yakaladı ve 1,5 saat boyunca bir an olsun bırakmadı.

    vaktiyle hep şu soruyu sorardım kendime: “sevdiğim yazarları acaba fikirlerimi şekillendirdikleri için mi, yoksa kendi fikirlerimi onların satırlarında okuduğum için mi seviyorum?
    elbette her iki durum da onları sevmemde bir etken, ne de olsa biri bütünün tamamıyken diğeri hiçlik değil. bilirsiniz işte, biraz ondan biraz bundan. tabula rasa ve deli emin aşkına falan filan ama sahiden, hangisinin oranı daha yüksekti acaba?
    eh, artık sormuyorum bu soruyu kendime, çünkü yıllar içerisindeki süreçte cevabın ağırlıklı olarak ikincisi olduğunu, yani düşünsel bir yalnızlık içinde olmadığımı bana satırlarıyla göstermeleri sayesinde aramızdaki o köprünün kurulduğunu en nihayetinde kavradım. açıkçası filmleri oylarken de aynı kıstası göz önünde bulunduruyorum. 10 puan verdiğim hemen hemen bütün filmlerin bende yarattığı sinemasal tatmin duygusu ile 9 puan verdiklerimin yarattığı sinemasal tatmin duygusu arasında herhangi bir fark yok. onlar 10 puan, çünkü içlerinde bana dair bir şeyler var, hepsi bu.

    ve işte bu film de onlardan biri: acımasız bir ayna. beyazperdedeki en sevdiğim yansıma. hayal gücüyle süslenmiş bir gerçeklik. abartı yok. sahte kahramanlıklar yok. mantığa oturmayan kurmacalar yok. feel good movie saçmalığı adına gerçek hayatta gerçekleştirilemeyenleri sinemanın sihri sayesinde 'mış gibi' yaparak gerçekleştirme ve bu sayede izleyicinin gazını alıp, onun gerçek hayatta sürdürmesi gerektiği isyanını yumuşatma ya da tamamen yok etme yok. peki, ne var? sadece ama sadece saf ve somut bir gerçeklik var. hatta somut gerçekliğin ötesinde, iç hesaplaşmaların bile somutlaştırılarak sahneye konması var. (bkz: kumsaldaki sahnelerin bazı planları)

    insanlardan nefret etmiyorum. sadece onlar etrafımda değilken daha iyi hissediyorum.
    - bukowski

    mesela filmde en çok dikkatimi çeken detay, adam’a rahatsızlık hissi yaşatan tüm insanlar, yani gürültü yapan komşular, köpeğinin dışkısını kaldırımlardan toplamayan ya da köpeğinin adam’a saldırmasına seyirci kalan bazı tipler, marketteki ve çarşıdaki kaba saba kadınlar, tren yolculuğunu çekilmez kılan yolcular ya da kumsaldaki rahat bozguncusu insanlar aslında içten içe şu düşünceye sahipmiş gibi davranıyorlardı: “biraz hoşgörülü olmaya ne dersin?

    hayır, medeniyetsiz otostop çocukları, h a y ı r !

    bu hayat sizin olmadığınız detaylarda da zaten yeterince zorken bir de üstüne siz ve sizin medeniyetten azıcık bile olsa nasibinizi almamış olduğunuzun en net göstergesi olan at boku kokulu tavırlarınız ya da fikirleriniz de eklenince tamamen çekilmez bir hal alıyor ve hoşgörü göstermek dediğin şey de bu durumda ruh sağlığını kaybetme belirtisinden başka bir boka benzemiyor.

    cehennem başkalarıdır.
    - sartre

    vakti zamanında benim gibi gürültüden mustarip olan 70 yaşındaki komşumla gerçekleştirdiğim bir sohbette buna benzer bir tavırla karşılaşmış ve kendisinden, “açıkçası ben de rahatsızım onların gürültüsünden ama komşuluk birbirini tolere etmeyi gerektirir,” gibi bir cümle duymuştum. kerouac sağ olsun, eski maestroya yeni şarkı öğretilemeyeceğinin bilinciyle hareket edip o anda konuyu küçük bir tebessümle noktalamıştım ancak şimdi şuracıkta şipşak bir liste hazırlamakta fayda var.

    --- doğru sanılan yanlışlarda bugün ---
    - komşuluk birbirini tolere etmeyi gerektirir. yanlış
    - komşuluk birbirine rahatsızlık vermemeyi gerektirir. doğru
    - “biraz hoşgörülü olmaya ne dersin?” yanlış
    - “biraz insan gibi davranmaya ne derim?” doğru
    - dur, lütfen o kaldırım taşını kafama fırlatma. yanlış
    - ben medeniyetsiz bir davarım ve lütfen o taşı kafamda parçala. doğru

    neyse ki filmin ana karakteri buradaki yanlışları değil, doğruları yapmayı tercih ediyor ve bizi olası bir pollyanna iyimserliği kaynaklı mide bulantısından kurtarmış oluyor. mesela kimi zaman gürültü yapan alt kat komşusuna misilleme olsun diye işe gitmeden önce teybin sesini en yüksek ayarda açıp, hoparlörünü yere dayadıktan sonra evden çıkarken kimi zaman da ukala sahibi “şuna bak, küçücük köpekten korktu,” diye dalga geçip kahkaha atmaya başlayınca önce yaradana sığınarak vurduğu tekmesiyle paçalarını ısırmak için hamleler yapan küçük köpeği köpek olimpiyatları sırıkla atlama şampiyonu yapıyor, ardından üzerine yürüyüp tokat sallayan sahibini de tek yumrukla nakavt edip etraftaki “sen bir bağyana bu şekhil darvanamassın tumam mı,” adamcıkları kendisini linç etmeden önce güvercin adımlarla kaçmaya başlıyor. hele şu trende kendisinden yardım isteyen kadına yaptığı konuşma var ki, ne bir eksik be bir fazla, tam bir parrhesia örneği!

    oysaki çoğu film bu tip durumları hoşgörü ya da kabullenme ile kotarıp bize uslu ve cici ve çilekeş ve bok püsür olmanın erdemini(?) aşılamaya çalışırken alttan alta, “insanlarda bir sorun yok, olanların hepsi senin takıntıların yüzünden,” mesajını iteler ama dzien swira çoğu türdeşinin aksine esas sorunlu olan ve eleştirilmesi gereken tarafın yere düşüp de kırıldığı ve ortalığı cam parçalarıyla doldurduğu için bardak değil, onu masadan iterek düşüren el olduğunu gösteriyor. zaten hangi bardak kendi kendine masadan düşüp de parçalanır ya da hangi insan durduk yere böyle fevri tepkiler verir ki? sahiden eleştirilmesi gerekenler bardak ve de fevri bireyler midir, yoksa o bardağı yere düşüren meçhul eller ve kişiyi delirten aptal bireyler mi?

    “yaşamımda başarılı olamadım, onu boşa harcadım. ilk ve tek aşkımdan kaçtım. ve sonra sevmediğim birisiyle evlendim. ve sevdiğim tek kişi… oğlum… evlilik cehennemimizde çıkageldi. tıpkı benim de anne babamın evlilik cehenneminde ortaya çıktığım gibi. ve oğlum silvester’ın benim kadar mutsuz olacağı gerçeği yüreğimi parçalıyor. yeteneğimin uygun olduğu işim birkaç kuruş için eziyete dönüştü. kendi yarattığım yalnızlığım tarafından öldürülmekteyim. kimse ve hiçbir şey beni beklemiyor. kendim için herhangi bir gelecek göremiyorum. toz oldum. dağıldım. yandım. parçalandım. yaşamımda hiçbir şeyi başaramadığım hâlde ölesiye yorgunum. hiç yarışmadığım bu yarışa artık bir son vermeyelim. ve dinlenmeliyim. tanrı aşkına bir mola.”

    tabii şunu da belirtmeliyim ki film her ne kadar problemin dış etkenlerden kaynaklandığını bizlere gösterse bile yine de ana karakterine özeleştiri yaptırmaktan geri durmuyor. (bkz: kumsalda atılan tirat ve finaldeki monolog) zaten olması gereken de budur; siz hayatı çekilmez kıldığınız insana herhangi bir eleştiri getirme hakkına sahip değilsinizdir ve o da tüm suçu size yükleyip gönlü ferah bir tavırda günlerini gece etme hakkına sahip değildir. el, bardağı eleştiremez ama bardak neden yumuşak bir iniş yapamadığı konusunda kendiyle hesaplaşabilmeli. herkes, eninde sonunda, kendi hayatından sorumludur ve ortada bir problem varsa problemin çözümü için öncelikle problemin kaynağı kurcalanmalıdır ve bu kaynak da kişinin ta kendisi olmalıdır. aksi halde ha başkalarının değişmesin beklemişsin ha godot’yu…
    nafile bekleyişler.
    pek nafile.

    “benim yol arkadaşım. yaşamını tıpkı karınca yuvalarının ışığa açılan kapıları gibi kurdun ve kendini bir kozanın içine hapseder gibi davrandın, günlük yaşamın boğucu alışkanlıklarında. ve her gün seni çıldırtmayı sürdürse de sen bu alışkanlıklardan yavaşça bir barikat yükselttin; tüm fırtınalara gelgitlere, yıldızlara ve duygulara karşı. her günkü insani durumunu unutmayı sürdürmek yeterince çabaya mâl oluyor. bugün senin yapıldığın balçık kurudu. ve sertleşti. artık kimse senin içinde bir zamanlar yaşamış olan ne bir astronot... ne bir müzisyen... ne özverili birisi... ne bir ozan... ne de bir insan bulabilecektir.”
  • polonya'dan çıkmış başarılı bir kara mizah ve taşlama. woody allen ve federico fellini etkisi bariz. kıyıda köşede kalmamalı diye düşünüyorum. filmin sonundaki etkileyici monolog ya da bir şiir alıntısı (alt yazı çevirisine göre):

    benim yol arkadaşım, yaşamını tıpkı karınca yuvalarının ışığa açılan kapıları gibi kurdun. ve kendini bir kozanın içine hapseder gibi davrandın, günlük yaşamın boğucu alışkanlıklarında. ve her gün seni çıldırtmayı sürdürse de sen bu alışkanlıklardan yavaşça bir barikat yükselttin; tüm fırtınalar, gelgitlere, yıldızlara ve duygulara karşı... her günkü insani durumunu unutmayı sürdürmek yeterince çabaya mal oluyor. bugün senin yapıldığın balçık kurudu ve sertleşti. kimse senin içinde artık bir zamanlar yaşamış olan ne bir astronot ne bir müzisyen, ne özverili birisi, ne ozan, ne de bir insan... bulamayacaktır.
  • polonya'lı yönetmen marek koterski imzalı 2002 yılı yapımı polonya filmi. kadri kıymeti bilinmeyen nadir eserlerden.
    http://www.imdb.com/…tle/tt0330243/?ref_=fn_al_tt_1
  • komedi filmi diye izlemeye başlarken, kahkahalarla gülmeyi hedefleyenlere sadece tebessümlerin eşlik ettiği film.
    --- spoiler ---
    filmdeki karakterin takıntılı bir orta yaşlı adam olduğunu da eklemekte fayda vardır.. zira hayatın 7'den ibaret olduğunu düşünmeye başladım ben de orta yaşlarıma göz kırparken.
    --- spoiler ---
  • filmi izlerken yer yer beğenmek ile yer yer beğenmemek arasında gidip geldim de filmi izledikten, gece yatıp sabah kalkıp filmle ilgili biraz daha düşündükten sonra aslında ne kadar benzersiz ve güzel bir film olduğuna karar verdim sonunda. "takıntılı bir kişi" ile ki bu biziz (ya da daha hafif bir tabirle hepimizin karikatürize hali) her gün karşılaştığımız "hayattaki küçük mutsuzluklar"* üzerine bir maceraya çıkıyoruz. müthiş tespitler, biriken küçük mutsuzluklar ve tüm bunlarla beraber hayatın (hayatımızın) nasıl devam edebildiğine, hayatımızı nasıl devam ettirebildiğimize şaşarak filmi bitiriyoruz. anneden, trendeki güzel kadına, komşulardan, kumsaldaki "dırdırcı"ya, doktordan, maaşa her şey çok tanıdık, her şey ne yazık ki tam hayatın kendisini.

    8/10 dedim.
  • epeyce underrated kalmış güzel bir film. kabaca özetlersek, yalnız bir polonyalı'nın iç monologlarıyla, yüzdüğü depresif ve obsesif derinlikleri tasvir etmesi, kendisinin farkına vardıkça durumun daha da içinden çıkılmaz bir hal alması diyebiliriz. film bir yolculuk gibi, karakterin düşünceleri izlerken sizi de alıp götürüyor.

    en çok da aklımda miauczynski'nin oğlu kaldı. tipik bir komik leh genciydi.
  • 2002 yapımı underrated film.

    --- spoiler ---

    bu filmi en kolay okb hastaları içselleştirebilir. ağır ocd'den muzdaripler için dinlenmek, rahatlamak, huzur bulmak o kadar ulaşılmazdır ki yorulup bitap düşmek için ekstra bir meşgaleye bile ihtiyaçları yoktur. toplumdan kaçsa dahi sorunun kaynağı olan zihni yine onunladır. kendi zindanlarını kendi zihinlerinde yaratıp altında ezilirler. her gün, tekrar tekrar ve aynı biçimde.
    --- spoiler ---
  • polonya yapımı değişik bir komedi filmi.
hesabın var mı? giriş yap