• suserlerin yazdıkları iştahımı kabarttı. mağazada boş oturuyorum, şu çok sevdiğim adamlar üzerine bir genelleme yazayım istedim.

    dream theater şu an progressive metal'in ticari açıdan en büyük grubu. buna şüphe yok. queensryche, operation mindcrime ile aldığı ivmeyi uzun vadeye yayamayınca, fates warning ise sürekli arkaplanda "işimi yaparım, gerisine karışmam aga." modunda takılınca, bu adamlara tanrı "yürü ya kulum!" dedi, medya desteği falan almadan büyük ün yaptılar, üst üste müthiş albümler patlattılar. tabii bu bahsettiğim dönem doksanlar, yani dream theater'ın müzik yayınlarınca "cool" olmadığı, dolayısıyla hep geri planda sessiz ve emin ilerlediği yıllardı.

    scenes from a memory sonrası yaptıkları patlama, adamlara bir nevi bin bir tane kapıyı sıraladı. artık dream theater "cool" bir gruptu. günden güne büyüdü herifler. bu artan başarı grafiği, grubu farklı bir yöne çekti. basitçe şöyle açıklayabiliriz bu değişimi, dream theater, progressive rock ile dengelenmiş bir metal grubuyken; "bundan etkilenek, gösterek, şu da hoş hacı, şundan da birşeyler kapak..." mentalitesine sahip bir gruba dönüştü. etkileşimlerine her zaman saygı gösteriyorlar, kusur etmiyorlardı ama artık bunu göze sokuyorlardı. bu mentalitenin ilk meyvesi six degrees of inner turbulence albümü oldu. albümde etkilendikleri tool, radiohead, pantera, u2, nine inch nails gibi grupları bizzat kendileri saydılar. ardından gelen train of thought ile grubun fan kitlesi kesin kez bölünmeye başladı, çünkü albüm resmen thrash metal emdirilmiş progressive metal reçinesiydi. kimileri "metallica adam olsa şu an böyle albüm yapar, alkışlıyorum." derken, kimileri de "bu ne mk, bu mu progresif?" diye isyan etti. devamını uzun uzun anlatmaya gerek yok. octavarium ile muse, linkin park falan gird işin içine, sonuç itibariyle daha alternatif bir albüm yaptılar. gene karıştı ortalık. systematic chaos ise, mike portnoy'un "dream theater'ı anlatan tüm elementleri bir araya topladık." bunamasının ilk albümüydü ve bence bir tıkanma eseriydi. octavarium ile başlayan çerez şarkılar, zorlama uzun şarkılar kafası devam ediyordu albümde... en son black clouds and silver linings geldi ki uzun zamandır en umutsuz olduğum albümdü. neyse ki biraz sallanmışlar, titremişlerdi ki albüm önceki iki kardeşinden daha derli topluydu ama bu sefer de grubun müziğine getirdiği yenilik, biraz extreme metal sosu dışında sıfırdı. portnoy ise yine tüm elementleri birleştirip, aşure yaptıklarını iddia ediyordu. hayranlar ise daha beter çorbaya dönmüşlerdi artık...

    peki bu sıkıntının sebebi neydi? tabii ki grup içi değişen dengeler. doksanlarda, grupta kevin moore diye bir adam vardı. birçok kişiye göre moore, petrucci ve portnoy'u dengeleyen faktördü. moore, hem söz hem de beste olarak grubun önemli yükünü çekiyordu. o ayrıldıktan sonra dream theater'da hep bir eksiklik oldu, beste yönünden olduğundan çok "duygu" yönünden eksildi adamlar... derek sherinian bu boşluğu tam anlamıyla doldurmaktan uzaktı, ki falling into infinity'de çoğu pasaj ona moore'dan yadigardı. bu zaman aralığında, yani '97-'98 civarı dream theater'ın sıkıntılarının başladığı tarihtir bence... liquid tension experiment projesi sayesinde, portnoy ve petrucci çok istedikleri jordan rudess ile çalışma fırsatı buldular. bu projede temellenen muhabbetleri, rudess'ın dream theater'a girmesiyle sonuçlandı. rudess, en az moore kadar aktif bir role yükseldi grupta, ama mentaliteleri çok farklıydı.

    bu noktada, diğer bir sivrilen isimi de anmamız lazım, tabii ki mike portnoy... score belgeselini izlediyseniz, kevin moore ayrıldıktan sonra, grubun fetret devrine girdiğini biliyorsunuzdur. gruba plak şirketinden baskı vardı, falling into infinity'i istedikleri gibi besteleme şansları olmadı, çift cd basmak istediler, izin verilmedi, gruba dışarıdan müdahaleler yapıldı. sherinian ise grubun umduğu gibi bir katkı sağlayamadı. bunun üzerine mike portnoy grubu o dönemde bırakmayı düşündü. kendisi bu zorlu dönemden plak şirketine rest çekerek çıkabildiklerini söylemektedir. yani, albüm grup isteyince bitecektir, plak şirketi buna asla karışmayacaktır ve albümü bitince duyacaktır. resti çeken portnoy, bu sayede grupta doğal olarak birinci adam konumuna yükseldi ve kontrolü tümden eline aldı. turneleri portnoy ayarlıyordu, konser setlistleri, dvd çekimleri, bootleg yayınları, hayranlarla birebir iletişim hep portnoy'un üzerinden yürüyordu artık... kalan dörtlü ise ellerini ne yağdan ne baldan ayırdılar bu durumda... tabii portnoy'un elindeki bu güç, grubun ününün artması ve büyümesi ile kontrolden çıktı. grubun yaptığı albümler artık portnoy'un zevkine göre şekilleniyordu. interneti aktif şekilde kullanan portnoy, her ay sevdiği albümleri forumundan bildiriyordu ve o albümden etkiler bir sonraki dream theater albümünde yerini alıyordu. bu durum, iyice geri plana atılmış bir john myung, portnoy'a "iste olsun pampa" bağıyla bağlanmış bir john petrucci, saygı duyulduğu için istediği gibi at koşturulmasına izin verilen -dolayısıyla continuum fingerboard'u keşfederek kulaklarımızı öpen- bir jordan rudess ve sesi yetsin yetmesin, portnoy'un hayalinde kurduğu partisyonları zorlayarak söylemeye çalışan bir james labrie oluşumuna yol açtı.

    kevin moore'un sağladığı denge eksikti grupta artık... ve dream theater, ikibinleri bu mentaliteyle kapattı. jordan rudess, kevin moore gibi denge unsuru değildi, kendi çapında apayrı takılıyor, izin verildiği için uçup kaçıyordu. beste yükü artık petrucci-portnoy-rudess üçgeninde takılıyken, myung üsluplu şairliğini kaybetmiş, labrie ise ara sıra söz yazar olmuş. dolayısıyla, six degrees of inner turbulence ve train of thought ile bir şekilde meyve veren dream theater, octavarium, systematic chaos ve black clouds and silver linings albümlerinde artık teklemeye başlamıştı. "octavarium süfer şarkı hacu, pink floyd etkili yani, ne deyirsun?" falan demeyiniz lütfen. octavarium çok güzel şarkı, kabul ediyorum. ama albüme bakın. sorun yok mu sizce? i walk beside you, these walls falan dream theater'dan beklediğiniz şarkılar mıdır? ya da constant motion? bu adamlar "catchy" nakarat kasmadan ağzımıza ederlerdi onbir dakikalık şarkılarda... şimdi iş "bundan etkilendik, ona selam çaktık" oldu ve grubun önü tıkandı.

    geçtiğimiz sene mike portnoy'un gruptan ayrılması ise grup adına ciddi bir kayıptır. ama bir açıdan da umut olabilir. çünkü, portnoy giderek artan ağırlığı ile grubu ezmeye başlamıştı. garip olan da şu ki, bu durumdan ilk kendisi sıkılmıştı. aslında herif, grubun ara vermesi gerektiği konusunda haklıydı bence... dream theater, 2003'ten beri, albüm-turne-dvd döngüsüne takılıp, kalmıştı. iki senede bir otomatiğe bağlanmış şekilde albüm çıkarıyorlardı. yine bu düzeni bozmayacaklar tabii... ama iki senede bir çıkan son üç albüm, grup açısından birşeylerin yolunda olmadığının göstergesiydi. tabii işin birde sürekli hasır altı edilen grup içi gerilimler kısmı var. doğu yücel'in düşler ve kabuslar'da biraz çıtlattığı üzere, -kevin moore kaynaklı bilgilerden çıkarımı- "portnoy'un gitmesine en çok myung ve labrie sevinmiş". ki pek yanlış da gözükmüyor, zira portnoy, labrie'nin bir röportajı üzerine adamın yeni albümüyle ilgili ne varsa forumundan silip, "ayrılmama üzülmeyen adamın benim mekanımda işi yok, dağılın lagn!'" dedi. ayrıca, üstü kapalı "bi hibine vardı bizim grupta, konsere kadar kendi başına ayrı odada takılırdı keraneci..." diyerek myung'a da gider yapmıştı. bu da gösteriyor ki, her ne kadar "bradırımız gitti, 25 sene sonra çoğ garip hayat vapurlar falan..." diye petrucci'nin açıklamaları olsa da, grupta üyeler arası bağlar kopmaya başlamıştı. ve bunun, hep tek adam üzerinden dönüyor olması da bir yerde mutlaka çatlak verecekti ve sonunda kimse daha fazla dayanamadı. portnoy, gemisini terkeden ali kaptan oldu, avenged sevenfold, dream theater hayranları için caroline haline dönüştü. sonra avenged sevenfold'da portnoy'a yol verince, herif dımdızlak kaldı. gruba geri dönmeye çalıştı ama çenesine sahip olamadığından, petrucci ve dadaşları bu sefer oralı olmadı. danışıklı dövüş görünümlü komik olaylar silsilesi yaşadı dream theater resmen...

    ama asıl sıkıntı şuydu: portnoy grubun herşeyi gibi bir adamdı. sadece beste yükü yoktu herifte, grubun lars ulrich'i gibiydi. şimdi ise kalan dörtlü bu işi öğrenmeye çalışacak. işleri zor açıkçası... petrucci yavaştan sosyal medyada görünmeye başladı. davulcu aradıkları videoda artık iplerin artık petrucci-rudess ikilisine geçtiğini görüyoruz, labrie ise yardımcı rolüne geçmiş. myung her zaman olduğu gibi ofis boy karakterini terketmeyecek gibi görünüyor. yeni davulcu mike mangini ise bence büyük ihtimalle jason newsted'ın metallica'daki haline benzer bir durum yaşayacak, çünkü üzerinde mike portnoy demokles'in kılıcı olarak kalacak. bu yeni kadronun beste ve müzik olarak nereye gideceğini ise yeni albümden önce görme fırsatımız yok, dolayısıyla gelecek albüm çok önem taşıyacak.

    çok eleştirilen davulcu seçim seanslarının videoları bence de azalan samimiyet örneğidir. adamların zaten mangini'yi alacakları belliymiş, kafalarında bitirmişler. o kadar adamı, "dream theater şarkısı çalamadılar la!" tarzı mundar etmeye gerek yoktu. ha, yukarda da dedim, ben olsam marco minnemann'ı alırdım ama ben petrucci schwarzenegger değilim, sıradan bir yazarım. roadrunner records ile çalışan gruplarda bir samimiyet azalması vuku buluyor, gariptir. dream theater bugünlere medya desteği olmadan, yıkama yağlama yapılmadan geldi. hayranlarının destekleriyle büyüdü bu adamlar... geldikleri yeri unutmamalılar. yeni guns'n'roses olduklarını sanıp, patladıkları when dream and day unite dönemlerindeki şanssızlıklarını, adam gibi vokalist bulamayıp hazır şarkıları üç sene beklettikleri dönemleri belki bir daha görmeyecekler ama samimiyet, müzik grupları için önemli birşeydir. kaybedilmemelidir. saygınlık daha da önemlidir. onu gram kaybetmemek gerekir.
  • son "dinlenebilir" albümü systematic chaos. oradan itibaren grubun progressive metal'in en büyüğü olmalarını sağlayan "teknik ve melodi/müzikaliteyi birleştirebilme" esprisi bıçak gibi kesildi.

    aslında grup bunun sinyallerini train of thought ile verdi ama çoğu kişiyi ikna edememiştim bu albüm sonun başlangıcı diye. o albümün olayı şarkıların güzel olmasıydı ama grubun yeni bir şeyler yaratamamasıydı. kendine gönderme yapan bir grup olma yolunda ilerliyorlardı.

    iki tip grup var. yaşı ilerledikçe olgunlaşan ve yaşı ilerledikçe çocuklaşan. dt ikinci grubun mensubu. andropoza girmiş yaşlı adamlar gibi müziğin kalitesi yerine daha büyüyen davul setleri, 3 eksende hareket edebilen klavye standları, garip mikrofon ayakları, kıyafetlerdeki garip değişim vs, tam 60'ından sonra harley davidson alıp bandana takıp saç uzatan amcaları hatırlatıyor bana. bu imaj müziğe de yansımış gibi.

    bana şey gibi geliyor, müziğin demokratikleşmesiyle artık çok iyi enstrümanistler, görece kolay olarak müziklerini dinleyicilerle buluşturabiliyor. internetin yaygınlaşması da insanların oha petrucci, oha portnoy'dan öte en az onlar kadar iyi yüzlerce müzisyene ulaşabilmesini sağlıyor. sanki bu arkadaşlar da o zamanlardan beri bak biz neler yapabiliyoruz kaygısına girmiş vaziyetteler. iki üç dinlemeden sonra the alien'dan aklımda kalan tek melodi yok. ama sittin sene davul çalışsam mangini gibi davul çalamam. eğer amacınız buysa başarılısınız.

    ben bu grubu 1998'de dinlemeye başladım, sfam, ben i&w, awake ve fii'yi hatmettikten sonra çıktı. bir grubun hem bu kadar teknik hem de bu kadar kolay anlaşılabilir bir müzik yapmasına çok şaşırmıştım o zaman. ama işte ne olduysa bir yerde bir kırılma oldu, adamlar müziği sadece enstrümanlara hakimiyet, unisonlar, odd time signaturelar ve garip konseptler ve imajlar üzerine oturttular. benim ilgim de bunların ilk sinyalinde kayboldu.

    zamanında müzik = dt olan dönemimde "abi hep teknik duygu yok" diyenlerle tartışıyorum. bugün ben de hep teknik duygu yok diyorum.

    ayrıca mangini grupta inanılmaz sırıtıyor. keşke portnoy sonrası boşluğu marco minneman ya da thomas lang'dan biriyle doldursalardı.

    petrucci sakal serumu satıyordu en son, ayrıca bir açıp metropolis 2000'deki haline, temizliğine, yakışıklılığına baktım, bi son haline. işte tam andropoz adam.

    rudess bir wizard delüzyonuna kaptırmış kendini zaten senelerdir.

    labrie'ye bişey diyemiyorum, dolgu reis. o mikrofon standı, yüzükler, joker tişörtleri falan. abicim ya.

    bi myung 30 senedir aynı ama her şeyin arkasındaki üst akıl o olabilir diye düşünmeye bile başladım.
  • aralık ayında altı yaşlarına basacak kuzenlerime, özenle sakladığım albümlerini dinletmeye başlayacağım efsane grup. böylece "ben 6 yaşımdan beri dream theater dinliyorum ulan" diyebilecekler. biz diyemedik, bari onlar desin. şimdiden yolunu yapayım.

    ağaç yaşken eğilir.
  • yaş ilerledikçe, aynı şeyleri dinlemekten sıkılıyorsun, başka şeyler dinlemeye başlıyorsun. başka şeyler dinledikçe de müzik kulağın gelişiyor, özellikle müzisyensen, duymadığın şeyleri duymaya başlıyorsun.

    12 yaşında scenes from a memory albümüyle başladım, abim bir heyecan "oğlum süper bir albüm yapmışlar" diye kasedini getirip takmıştı. overture 1928'in girişini unutamayacağım, zira o girişteki trampet tonu başlattı beni davula.

    zaman geçtikçe, ergenlik derinleştikçe pink floyd, radiohead derken yavaş yavaş dream theater'dan soğudum, porcupine tree, steven wilson ve gavin harrison dipsiz kuyularıyla tanıştım. "yine sağdan soldan sound çakmışlar" diye octavarium albümünü beğenmezken birden mike portnoy, çocukluk kahramanlarımdan biri ayrılıverdi. iyice koptum gruptan, bana kalırsa rezalet üstüne rezalet albümler yaptılar.

    2 ay önce yine sürpriz program var, nasıl çalasım yok, nasıl üşeniyorum, leş gibi trafik, daha arabayı park edicem de, zilleri alıcam da falan, darlandım. laf olsun diye awake albümünü koydum, şaka değil, 2005'den beri dinlemiyorum bu albümü.

    dedim ya, sıkılıp başka şeyler dinliyorsun, dinledikçe müzik kulağın gelişiyor, hiç duymadığın şeyler duyuyorsun diye. yıllar sonra awake albümünü hiç duymadığım gibi duymaya başladım, nispeten mutlu akorlar yerini albümün tam ortasında, the mirror şarkısıyla karanlık akorlara, sert tonlara bırakıyor, bütün duygu tam tersine geçiyor, adeta şarkının adı gibi "ayna" etkisi yaratıyor. tam park ettiğim anda lifting shadows off a dream başladı, "nasıl ya" diyerek arabadan inmeden, saygıyla dinledim. e sonra scarred başladı "oha lan?" dedim, yine inemedim. arabadan inemiyorum amk...

    tekniklerini, müthiş derecede rafine bir yaratıcılıkla harmanlamışlar, hiç bir solo sıkmıyor, yeri geldiğinde oha dedirtecek kadar zor şeyleri, çok basit hareketlerle birleştirmişler. ortaya şaheser çıkmış.
    kevin moore'un varlığı yadsınmayacak derecede belirginmiş o zamanlar, sadece çaldıklarıyla değil, çalmadıklarıyla da müthiş bir müzisyenmiş. "vülüvülüvülülvülü" yapmadan da müzik yapılabildiğini jordan rudess'a öğreteceği günü hala bekliyoruz.

    o gazla, program dönüşü "ne yapmışlar" diye son albümlerini dinleyeyim dedim, keygen müziği gibi tornadan, makineden çıkma bir şey geldi, kapattım. şurada (bkz: #155267804) denildiği gibi, müziği bırakmışlar ama hala albüm yapıyorlar. john petrucci'nin solo albümü gayet güzeldi, canlı, nefes alan bir albümdü, mike portnoy bu kadar fark yaratıyor mu? demek yaratıyormuş...
  • bu grubun şu anki vokalistleri james labrie ilgili hikayesini yazacağım. bu hikaye birinci elden grubun 90 ile 94 yılları arasında hem yakın arkadaşı konumunda (özellikle mike portnoy ile) olan ve zamanında barlarda çıkmasını ve tanınınmasını sağlayan arkadaş ekolünden gelen bir menajerden öğrenerek yazıyorum. (hoş bu bağlantı için de arada bir arkadaş vardı ama olsun.)

    özet tutarak başlamak istiyorum, çünkü olayın başlangıcı dream theater sevenlerinin bildiği bir hikaye.

    charlie dominici gruptan çıkarılıyor. efendi bir adam olmasına rağmen grubun niteliklerini karşılamıyor ve canlı performanslar verimsiz geçiyor. yollar ayrılıyor. gruptan çıktıktan sonra tabii biz dinleyecilere yansımayan uzun süreler boyunca 200'den fazla vokal deneniyor.

    bunlardan bizim bildiklerimiz; chris collins, john arch, chris cintron, steve stone ve john hendricks. özellikle bu vokallere ortak olarak to live forever şarkısını seslendirtiliyor.

    son olarak ise, john petrucci'nin yakın arkadaşlarından birinin aracılığıyla hızlı bir şekilde kanada'da winter rose grubunda vokal olan james labrie'nin kayıtları geliyor. olay burada başlıyor zaten. grup charlie dominici sonrası geoff tate gibi bir tenor vokal arıyor, james labrie kayıtları grupta herkesi etkiliyor lakin john petrucci'ye göre vokaller biraz fazla chessy ve glam. zaten james labrie'nin gönderilen kayıtları winter rose grubuyla yaptıkları glam rock şarkıları. bu noktada grupta özellikle mike portnoy ile john petrucci arasında bir düşünce ve karar savaşı çıkıyor. mike portnoy deyim yerinde aşık oluyor james'in sesine, john ise karamsar. james labrie birebir görüşme için çağrılıyor, birkaç şarkı stüdyoda kayıt ediliyor, (to live forever, take the time, learning to live) ve herkes büyülünerek direkt başka bir vokale zaman harcanmadan kabul ediliyor gruba. gruba girişinin ana mimarı tamamen mike portnoy.

    hikayenin en ironik tarafları da buraları zaten. gruba girdiğinden itibaren mike portnoy ile james labrie resmen aşık bir çift gibi takılıyor. mike resmen gösterdiği performanslardan ötürü james'e tapıyor. bu ortak arkadaşın deyimine göre, yediği içtiği ayrı gitmeyen toplamda 2-3 senelik zaman geçiyor. yine bu ortak arkadaşın deyimiyle, konser öncesi, konser sonrası, aileler arası takılmalarda james ve mike hiç kopmuyormuş.

    ve elbette dünya müzik tarihindeki en kötü, en hazin anlardan biri. 94 yılının sonu, james labrie tatilinde yediği bir besin sonrası geçirdiği boğaz enfeksiyonu ve ses tellerinin zarar görmesi sebebiyle sesinin niteliğini büyük ölçüde kaybetmiştir. bu olay dream theater müzik tarihinin dönüm noktalarından biridir.

    birkaç röportajda belki okuyanlarınız olmuştur, özellikle james labrie ile olanlarda. james bu kazayı geçiriyor. sonrasında birçok doktora gözüküyor, tüm grup üyeleri onu bu rahatsızlığı esnasında takip ediyor doktor doktor. neden? çünkü yapacakları turneler ve dolayısıyla paralar bu iyileşmeye bağlı. doktorlar en az 6 ay ile 1 yıl arasında sesini hiç kullanmama şartı koymasına rağmen özellikle ayarlanmış olan asya turnesi ve sonrasında çıkacak olan dvd'lerden olan "awake in japan" konserlerinde görüldüğü üzere james'in sesi inanılmaz kırılgan ve çoğu yerde sesi çatlıyor. doktorların tüm tavsiyelerine rağmen james en sevdiği dostu mike portnoy'un isteklerini kırmamak için koca turneye çıkıyor. sonraki röportajlardan öğreniyoruz ki, john myung ve petrucci bu turneleri ertelemek istemişler. o dönemler ve 2010'lara kadar grubun tüm setlist, turne programlarını da düzenleyen adam mike portnoy elbette. grubun yeni yeni şahlandığı 92-94 zamanlarında koskoca asya turnesini reddetmek herhalde dream theater için büyük bir kayıp olacaktı ticari açıdan düşünecek olunursa.

    lakin bu turneler sonrası 96 yılına kadar ki sürece kadar james labrie sesinin kontrolünü iyice kaybediyor ve sesi daha da inceliyor. awake albümü vokalleri ile falling into infinity albümü vokalleri arasındaki farkı dinleyenler anlayacaktır. bu vokal farklılığı tarz değiştirme isteği değil, james labrie'nin o zamanki vokal durumuna ayak uydurmakla alakalı bir durum.

    o dönem konuşulanlara göre bile, fii albümü öncesi mike portnoy kariyerlerinin ilk dönemlerinde james labrie'yi gruptan çıkartmak için grubuyla konuşmuş bile .o arasından su sızmadığı, vokallerine taptığı ve ticari gelir uğruna hasta bir şekilde turneye zorladığı arkadaşını gruptan çıkarmak istedi. diğer grup üyelerinin engelleri ile karşılaştı elbette. çünkü james labrie 91 yılından itibaren grubunun yükselişinin ana nedenlerinden biriydi. images and words ve awake albümlerinin stüdyo vokalleri ve canlı performanslar o dönemin en sükse getiren işlerinden biri olmuştu. grup genel olarak tüm talihsizliklere rağmen james labrie'nin vokaline tutunmaya devam etti. john petrucci'nin bir röportajında söylediği gibi, "en iyi vokal midir, göreceli ama bizim için en iyisi olduğu kesin."

    bir şekilde falling into infinity ve scenes from a memory albümleri atlatılıyor. fii albümü kariyerde bir düşüşe sebebiyet verse de, sfam albümü gruba tekrar ivme kazandırıyor. burada belirtmek gerekir ki, james labrie scenes from a memory turnesinde yine bir boğaz problemi yaşıyor kore'de. zaten sonrasında 1 yıl kadar uzun süre grup bir inzivaya çekiliyor.

    sonrasında 2002 yılında, six degrees of inner turbulance albümü geliyor. yine progresif müzik camiasından takdir toplayan bir albüm oluyor. albümü destekleyen turnenin tam ortasında mike portnoy yine james labrie'yi kovmak istiyor. bu sefer kovmak kelimesini kullanıyorum çünkü gerçekten bu sefer ortalık biraz karışıyor. portnoy gruptaki forsunu kullanarak iyice james labrie dışlayıcı eylemlerde bulunuyor. olayın petrucci tarafından toparlandığı söyleniyor. grubun bu dönemde yaşadığı karmaşanın farklı bir detayı, grubun yakın bir tanıdığı ve fanı olan rick wilson tarafından yazılan grubun biyografi "lifting shadows" kitabında da anlatılıyor.

    sonrasında sanırım sular biraz daha duruluyor ki, ardından çok da fazla harala gürele olmadan train of thought, octavarium, systematic chaos ve black clouds and silver linnings albümleri geliyor.

    sonrası malum, mike portnoy gruptan ayrılıyor. gruptan ayrıldıktan sonraki özellikle 5 sene içerisinde hem kendisini rezil ediyor, hem de eski grup arkadaşlarını. özelikle hedefinde elbette james labrie var. nasıl bir kinse bu artık bitmiyor. kendi resmi sitesinden james labrie başlıklı tüm girdileri kaldırıyor. verdiği röportajlarda onu aşağılayıcı söylemlerde bulunuyor...vs.

    en son james labrie 2019 senesinde verdiği bir röportajda, özellikle 96 senesinden itibaren mike portnoy tarafından mental baskıya maruz kaldığını açık açık söylüyor. gruptan kendi isteğiyla çıkmak istediğini, myung ve petrucci tarafından engellendiğini, uzun süreler sadece konser ve albüm kayıtları dışında portnoy ile asla konuşmadıklarını. 2002 yılına kadar psikolojik destek aldığını ve 2002 dönemine kadar birkaç kez daha gruptan çıkmak istediğini dillendirmiş.

    bence bu adamın yaşadığı şeyler gerçekten travmatik. adamın 90'lı yılların ilk yarısındaki konser performanslarını izliyorsun. bunu söyleyen, icra eden insan olamaz diyorsun. sonra bir besin yüzünden sesini kaybediyorsun. tamam ondan sonra da harika performansları var ama eskisi gibi değil işte. bu adam kendi grubu uğruna yıllar boyunca yolda kalmamak için ses tekniğini bilmem kaç kez değiştiriyor.

    ve sen gruba katıldığından andan itibaren yol arkadaşım dediğin, yediğin içtiğin ayrı gitmeyen insan tarafından bu tür mental baskılara maruz kalıyorsun. mike portnoy'un zaten sosyal medyada çizdiği profilden ne leş bir adam olduğu belli de, yine de bazı şeyler çok yaralıyıcı.

    91 yılında grup arkadaşlarını james labrie vokal olsun diye ikna edip, dost olan portnoy'dan, arkadaşı rahatsızlanınca ona ticari kazancı için zaman tanımayan, istediği vokale bürününce de defalarca gruptan kovmak isteyen portnoy'a harika bir evrim.

    ben, tüm talihsizliklere rağmen james labrie gibi tınısı eşsiz bir vokale sahip olduğumuz için şanslı olduğumuzu düşünüyorum. evet, eski performansı yok. hem yaşından dolayı (ses organik bir enstrümandır, zamanla verimi düşer) hem de dream theater vokallerinin zorluğundan dolayı ayak uydurmakta zorlansa da ben sesini çok seviyorum. en iyi vokal midir bilemem ama dream theater melodilerine en iyi hayat veren vokal olduğu açık.
  • bir garip adamlar topluluğu;
    peru'da işlenen bir cinayete kurban giden küçük bir kız çocuğuna üzülüp notalara döken hüzünlü şempanzeler (bkz: peruvian skies), ırak'ta amerikan ordusu tarafından öldürülen binlerce vanessa olabileceğini umursamadan ırak savaşı'nı destekleyen umarsız timsahlar...

    dünyanın en şebek, en iplemez adamı imajının üstüne ölen annesine dinlemeye doyulmayan bir destan yazan davulcuları mike portnoy, "bak james bunu yeni yaptık" dedikçe kanada'dan kalkıp gelen vokalleri james labrie, boyundan büyük basıyla sonradan amerikan çekik gözlü john myung, podyumdan inip konsere yetişmiş görünümüyle jordan rudess, hisleri varsa eğer gitarların, dünyanın en şanslı gitarlarıyla düşüp kalkan john petrucci...

    the glass prison'da depresif ve mahpus, pull me under'da dibe vurmadan çıkış olmayacağına inanacak kadar fight clubber, onca albüm çalışması ve konsere rağmen nerdeyse hepsi yan projelerde çalacak kadar hiperaktif...

    iki yıl discmaninde sadece dream theater albümleri çevirmiş, her kış başı köşesine çekilecek kadar depresif, bir gülücüğe kilometreler gidecek kadar aptal biri olarak diyorum ki; bu adamlar ne aşkın, ne öfkenin, ne acının müziğini yapar, ne de bir tarzı temsil misyonunu taşır. bu adamlar, hayatın müziğini yapar.

    sadece yalnızken tom waits ister canım ve mutsuzken jeff buckley, depresif günlerimin karelerini geçirirken kafamdan theater of tragedy, masal dinlemeyi özlediğim zamanlarda therion...

    bu kendi canını yakan yanında başkalarının canını yakana söyleyecek kadar sözü olan, katalogda gördüğü bir modele aşık olacak denli yalnız, anlamsız hüzünlere boğulan(bkz: kevin moore), yersiz öfkelenen ve tüm bunlarla oldukça "insan" kokan, tınlayan, bencil herifleriyse nefes aldığım her an dinleyebilirim.

    caught in a web'i bir çift el gibi boğazımı sıkan kravatımın, işyerimdeki mahkumiyetimin, the glass prison'u herkesten kaçıp kendimi aradığım odamın, space dye vest'i kimbilir kaçıncısına sersemce daldığım platonik aşklarımın, as i am'i yersiz özgüvenimin, panic attack'i korkularımın, voices'ı kendi başıma kaldığım her an durmak bilmeyerek uğuldayan beynimin, scenes from a memory'i görmeye can attığım ve her seferinde iyi de olsa korkuyla uyandığım rüyalarımın fon müziği yapabilirim. duyulası değildir bu piçler; işlenesidir, dinlenesidir.

    insanlık, barış, sınırlar kalksın diye takındığım modern yüzümün altındaki yurt deyince dolan gözlerim, kürt denince ürperen tüylerim, ilkel ve bencil yanımdır bu adamlar. insani koordinatlarımın kuzeybatısıdır; karmaşanın, çelişkinin ta kendisidir!
  • progressive metal denince akla ilk gelen iki gruptan biri. (digeri queensryche) . gitaristleri virtioz, çok dinleyince bayabilir ayriyetten $arkilarin notasal yapilari a$mi$ oldugu icin kulaktan falan cikarilmasi cok zordur.
  • 8 dakika önce resmi hesaplarından gelen açıklamayla mike portnoy'un geri dönüşünü açıklamışlardır. sarhoş değilim, şaka yapmıyorum.

    artık bir konserlerine daha gitmek farz oldu.
  • bu başlığa düzenli uğrayanların çoğunlukla grubun "karmaşık" tarzını sevenler olduğunu düşünsem de belki benim gibi dakikada 4 tempo/7 key change'i kafası götürmeyenlerin hoşuna gidecek daha soft parçalarından bir derleme yapmak istedim. hard dinleyicilerden downvote yiyecez muhtemelen ama hadi bakalım. "sevmeye kendimi çok zorladım ama beceremedim" diyenler kendilerine uygun parçalar bulabilir belki.

    wait for sleep images and words albümünden, yamulmuyorsam grup tarihinin en yumuşak ve sakin parçası. öne çıkan basit ama tatlı piyano kısmını kevin moore'a borçluyuz sanırım.
    another day aynı albümden, gitarlı saksafonlu 80'ler ballad'ı gibi bir şey, tatlı.
    space-dye vest awake albümünden. (bkz: durduk yere adamın amına koyan şarkılar) melankolikken dinlemeyin aman diyim.
    through her eyes scenes from a memory albümünden sakin ve hüzünlü bir başka tatlı parça. christopher nolan'ın ilk filmlerini anımsatan ilginç bir konsepti var bu albümün, #4044613'da güzel açıklanmış.

    finally free nedense ilk max payne oyununu hatırlatır bana.
    solitary shell six degrees of inner turbulence benim konseptini tam anlayamadığım bir albüm ancak relax ve rahat bir parça.
    answer lies within piyanolu, kemanlı, hafif gitarlı bir başka tatlı parça, octavarium albümünden. her şarkı bir öncekinin bitiş notasıyla mı başlıyor öyle bir konsepti var, ben pek anlamam. ilginç bişey.
    forsaken aslında epey sert bir parça ancak sevip de sevilmediğiniz kişiyi düşündürüp sitem ettiren hüzünlü bir hali var.
    out of reach modern ballad'ımsı, piyanolu gitarlı hüzünlü sos.

    aşk acısı çeken ergen playlisti gibi oldu biraz kusura bakmayın artık. her parçayı "gitarlı piyanolu soft" diye tanımladım da benim progresif aşinalığım bu kadar.
  • dünyanın en güzel albümünü yapan progresif rock grubu. scenes from a memory'yi her dinlediğimde hikaye bi gözlerimin önünden geçer.
    (bkz: film gibi albüm yapmışsınız ibneler)
hesabın var mı? giriş yap