• linklere bakmak cogu zaman usengecliktir diye, kayda gecsin diye...
    radikal'den, ertugrul mavioglu'nun haberinden copy paste...

    bir zamanlar bir cezaevinde...
    1981-84 yılları arasında 34 tutuklunun öldüğü, yüzlerce kişinin ise sakat kaldığı diyarbakır cezaevi'nde dehşete tanık olanlar anlatıyor

    10/11/2003 (4992 defa okundu)

    ertuğrul mavioğlu
    istanbul - diyarbakır 5 no' lu cezaevi'nde 1981-1984 yılları arasında 34 tutuklunun ölümüne, yüzlerce tutuklunun da sakat kalmasına ve sinir sistemlerinin tahribine neden olan uygulamaların üzerindeki sis perdesi aralanıyor. 20 tutuklunun aldığı ağır darbelerle, beş tutuklunun da açlık direnişinde öldüğü, koşulları protesto eden beş tutuklunun kendini asarak, dördünün de kendini yakarak yaşamına son verdiği, 'vahşet dönemi' diye adlandırılan bu yılları yaşayan 29 tanık ile iki savunma avukatının anlatımı, serbesti adlı derginin 14. sayısında yayımlandı.

    ceza alan olmadı
    hiçbir görevlinin ceza almadığı bu dehşet süreciyle ilgili duyduklarını 1987'de bir kez de yaşayanlardan dinlemek isteyen yazar aziz nesin'le ilgili bir anekdotu, iki yılını bu cezaevinde geçiren nuri sınır şöyle aktarıyor:
    "aziz nesin, 'çocuklar' dedi, 'bu cezaeviyle ilgili çok şey söylendi, ancak siz orada yaşadınız, sizden dinlemek istiyorum.' 28 olay anlattık. aziz nesin çok dalmıştı, pencereden yağan karı seyrederken bir ara dönüp baktı ve şunu söyledi: 'yahu çocuklar, kendi hayal dünyamı çok geniş biliyordum. ama kürtlerinki daha çok genişmiş.' aziz nesin, bizim anlattıklarımıza inanmadı."
    işte tanıklardan birinin, "durduğumuz yerde 16 saat diz çökerek bütün sesimizle ırkçı-turancı marşlar söylüyorduk" diye özetlediği 'türkiye'nin aushwitz'inden günlük yaşam manzaraları:

    banyolu mu tv'li mi?
    haluk yıldızhan (diyarbakır doğumlu): gözaltından gelenleri genel olarak sinema salonuna değil de, o zaman 37 olarak adlandırılan, daha sonra 36 adını alan hücrelere götürürlerdi. burada, "banyolu mu televizyonlu koğuş mu istersin?" diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasında yıldırdıktan, tamamen teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi.

    yoruluncaya dek dayak
    osman karavil (diyarbakır doğumlu): koridorda sıra dayağından geçirildikten sonra hücrelere dağıtıldık. tek kişilik bu yere yedi kişi sığdırıldık. askerler göründü, 'ellerinizi uzatın' dediler. hücrenin, kapı ve penceresinden ellerimizi uzattık. yoruluncaya kadar dövüp gittiler. bu dayaklar, tahminen her yarım saatte bir tekrarlandı. sonra hücre dayağı düzenine geçildi. günde üç fasıl, sabah, öğlen, akşam...

    garabet'e sünnet
    k.y. (diyarbakır doğumlu, 16 yaşında tutuklandı): bana cop sokmaya çalıştılar, çok direndim, kafamı duvarlara vurdum, kendime büyük zarar vereceğimi gördüler, benden vazgeçtiler. ama arkadaşlarımdan yaklaşık 200-250 insana cop soktular. aslen ermeni olan garabet demircioğlu arkadaşımız vardı. maşallahlı sünnet elbisesi giydirerek, törenle sünnet ettirdiler, ismini de ahmet olarak değiştirdiler.

    koç mu kuzu mu?
    nazif kaleli (şanlıurfa doğumlu): üzerinde 40 çivi olan bir sopa vardı, onunla vuruyorlardı. bir tane 'kuzu' dedikleri sopa vardı, bir de 'koç'. biz her zaman copu tercih ediyorduk. cop korkunç acıtıyordu, ödem oluşturuyordu, ama daha sonra geçiyordu. ancak sopalar kemikleri eziyordu.

    'ağzına işeyeceksin'
    cevdet baran (diyarbakır doğumlu): bişar akbaş adında bir arkadaş vardı. gardiyanların emrine karşı çıkıyordu, yürümüyordu, hem rahatsızdı hem de inat ediyordu. bir gün gardiyan kolumdan tuttu ve "çık" dedi. bişar'ın yanına götürdüler. onu karın içine yatırmışlardı ve bana dediler ki, "ağzına işeyeceksin."
    "yapmıyorum" demedim. "gelmiyor komutanım" dedim. beni dövmeye başladı. epey dövdü, karın içinde sürdürdü, tabanlarıma vurmaya başladı. ne yaptıysa "gelmiyor" dedim. sonunda beni de bişar'ın yanına yatırdı.

    kelime başı 150 sopa
    hasan daş (mardin doğumlu): hücreler kötü, koğuşa gitsem rahat ederim, diye düşünüyordum ki, 6'ncı koğuş'a götürdüler. gardiyan geldi, 'yeni gelenler öne çıksın' dedi. elinde bir değnek, değneğin adı haydar.
    bana, 'kaç gün hücrede kaldın' dedi. 'bir ay' dedim. 'atatürk'ün gençliğe hitabesini ve andımızı da mı ezberleyemedin?' 'hayır, okumam-yazmam yok komutanım' dedim. haydarla bayıltıncaya kadar dövdü. 53 tane marş ezberledim. her bir kelimesi için yüz ellinin üzerinde cop yedim desem, asla mübalağa olmaz.

    copu dişlettiler
    mehmet ece (van doğumlu): bir gün gardiyan çağırıp dövdükten sonra ağzıma cop sokup "dişle" dedi. copu dişlediğimde hızla çekti ve önden iki dişim kırıldı. kırılan dişlerimin kökleri kaldı. bir hafta sonra yüzüm, gözüm balon gibi şişti. aynı gardiyan, "niye yüzün şiş" diye soruyordu.
    "ranzadan düşerken dişlerim kırıldı komutanım" diyordum.

    'ranzadan düştüm'
    mehmet emin kardeş (mardin doğumlu): dövüyorlar, muhakkak dövdüğü kişinin bir tarafını da kırıyorlardı. "ne oldu sana" diyorlar, "ranzadan düştüm komutanım" diyorduk. herkese avuç avuç bok yediriyorlardı, bu çok sıradandı. 23'üncü koğuş'ta y.a. adında bir arkadaşımız vardı. herkesin gözü önünde ona cop soktular. cop sokma, bok yedirme çok adettendi.

    köpeğe tekmil
    paşa akdoğan (diyarbakır doğumlu): tıraş kremini, kalın çizgiler şeklinde yüzümüze sürdüler, sonra upuzun ince bir ip getirerek, "tren yapacağız" dediler.
    herkesin kamışına ip bağladıktan sonra "koş" dediler. koşuyoruz ama en ufak bir şekilde geride kalmak herkesi gerdiriyordu ve aynı zamanda hep birlikte oturup hep birlikte kalkmak zorundaydık. bir süre o şekilde koşturup yat-kalk yaptırdılar. sonra alt hücrelere indirdiler. banyo dedikleri de lağımdı. köpeği öyle alıştırmışlardı ki, tekmil vermediğin zaman saldırırdı. üzerimizdeki elbiseleri parçalardı ve hiçbir şekilde ona karşı bir şey yapamazdık.

    'kanlı karavana yedik'
    selahattin bulut (mardin doğumlu): kapı açılıp karavanayı içeriye getirmeden önce gardiyan bizi çok döverdi. "verdiğim yemeğin hakkını istiyorum" derdi, ta ki bir tarafımızdan karavanaya kan akana dek döverdi. o işkence döneminde günde üç öğün, kanlı karavana yerdik. diş macunu, deterjan, çöp gibi şeyleri yediriyorlardı. cezaevine türkçe bilmeyen ziyaretçi alınmazdı.
    türkçe bilmeyen nenem, dilsiz taklidiyle görüşe girdi. ağzından bir kelime çıkmadı. sadece hıçkırıyor, yaşlı gözlerle bana bakıyordu. ben çıkmadan da öldü.

    --------------------------------------------------------------------------------

    çıplak koridor temizliği
    behlül yavuz (diyarbakır doğumlu): bir gün, "sizi hamama götüreceğiz" dediler. iki ayda bir yarım kova soğuk su bize ya düşüyor ya düşmüyor. bu hamam nereden çıktı diye endişelenmeye başladık. hamama gittik, "soyunun" dediler. herkes çırılçıplak soyundu. "su dök", biraz su döküldü. "sabun sür", sabun sürüldü.
    "su dök", biraz su döküldü ve "giyin, çık dışarı" dediler. o ıslak ve sabunlu halimizle, atlet ve külotları giydik. büyük koridorda, "tek kol sıra halinde dizilin" dediler. o koridor, dayaklar nedeniyle hep kan ve irindi. birinci sıra kaba kirleri sildi, ikinci sıradakiler arta kalan ince tabakayı siliyorduk, üçüncü sıra da tertemiz siliyordu ve o halde bizi koğuşa geri getirdiler. o pislikle yatmak zorundaydık. her taraf kan ve irindi. aşırı bir bitlenme vardı. sekiz saat sürekli dayak yiyorduk. dayak yemediğimiz yemek aralarında ve molalarda da birisi atatürk'ün nutukları ve yaşamını okur, biz de tekrarlardık.

    --------------------------------------------------------------------------------

    'ölebilirim' dedi, öldü
    cemşit bilek (12 eylül döneminde diyarbakır'da siyasi dava avukatı): müvekkillerimiz mahkemede hazırolda duruyordu. konuşma hakları yoktu. sandalyede oturmuş, ellerini nizami şekilde dizlerinin üstünde tutuyorlardı. kafalar sıfır numara tıraşlı, tek tip elbise içinde, başlarını dik tutarak, tek bir noktaya bakarak, put gibi durmak zorundaydılar. ölümü de göze alarak kalkıp konuşanlar oluyordu. rahmetli necmettin büyükkaya, geldiği son duruşmada ayağa kalktı, söz istedi. "bir sonraki mahkemeye kadar yaşamayabilirim, haberiniz olsun, beni sürekli tehdit ediyorlar. sonra 'yok kalpten gitti, şundan, bundan gitti' türünden düzmece bir tutanak da tutarak beni öldürebilirler. ancak gördüğünüz gibi ben çok sıhhatliyim" dedi. ve gerçekten de bir sonraki mahkemeye gelmeden öldürüldü.
  • hapishanedeki turk mahkumlari, pkk'li yapmayi basarmis bir mekandi 80'lerin basinda. esat oktay yildiran isimli subay, teror estiriyordu.
  • bu yeri tasarlayanlarla, içinde "özgün" yöntemler geliştirenlerle, buradaki işkencelerden sorumlu olanlarla hesaplaşılmadığı sürece, türkiye'nin üzerindeki karanlık örtünün kalkmayacağı cezaevi.
    ne kopenhag kriteri ne ab... kimse temizleyemez bu örtüyü. bizim yüzleşmemiz ve hesaplaşmamızdan başka. utanç binası.
  • hep duyardım oradan buradan diyarbakır cezaevi'nde şöyle olmuş, böyle işkenceler yapılmış diye. hiçbir zaman da açıp okumamıştım, kulaktan dolma bilgilerle, herkes kadar biliyordum içeride yaşananları. daha fazlası yoktu.

    sonra bir gün sözlükte bir entry okudum, kürt sorunuyla ilgili. içinde 'kaçınız hasan cemal'in kürtler kitabını okudu?' diye bir ibare vardı. entry'nin genelini de beğendimden dolayı, kitabın kaliteli olduğuna o an emin oldum ve bir şekilde bulup okudum.

    işte diyarbakır cezaevi'nde yaşanan orospu çocukluklarını da bu kitapta öyle dehşet verici bir şekilde gördüm ki, o an ülkemden soğudum. o an hayattan, her şeyden soğudum. o günden sonra sürekli kendime 'bütün bunlar 30 yıl önce benim ülkemde mi yaşanmış?' sorusunu sorar oldum.

    işte böyle dehşet verici bir olayı var buranın, hasan cemal'in kitabından 21 sayfayı -copy-paste ile-sayfayı buraya aktarıyorum. herkes bu yürek dağlayan olayların yaşandığını bilmeli.

    işte m.ö 1.500 tarihinde bile yapılmaya utanılacak işkenceler:

    "
    işkence
    'genç olsam dağa çıkardım!'

    anlatmaya başladı:
    “hapishaneden kurtulduğum zaman genç olsaydım, dağa çıkardım.”
    dinledikçe içim acıdı.
    * * * * *
    adım, felat cemiloğlu. 1928 diyarbakır doğumluyum.

    1982 yılında diyarbakır e tipi askerî cezaevi’nin 33 no’lu koğuşunda yaşadıklarım cehennemdi.

    ben sekiz yaşındayken, 1936’da bütün cemiloğlu ailesi ve damatları, iskân kanunu uyarınca değişik illere, ordu’ya, giresun’a sürülmüştük. bizim aileye ordu düşmüş. ben ilk ve ortaokulu ordu’da okudum. lise olmadığı için 1944’te istanbul’a, haydarpaşa lisesi’ne yatılı gönderildim. ordu’ya sürgüne gidince bizim aileye bir ev ile bir fındık bahçesi verilmiş borçlandırma karşılığında…

    diyarbakır’ın en köklü ailelerinden biridir cemiloğulları.
    yetmiş köyü varmış.

    bazı köylerimizin isimlerini anımsıyorum: karabaş, köprübaşı, ambar, tavuklu, şernami-yeni evler. sonra kaza olan bismil de bir zamanlar cemiloğlu ailesinin köyüymüş. biz diyarbakır’dan ordu’ya sürgün edildikten sonra bizim topraklara, köylere bulgaristan’dan gelen muhacirler yerleştirilmeye başlanmış.

    savaş sonrası 1948’de amerikan marshall yardımı’yla birlikte sürgün kararı kalktı. evinize dönebilirsiniz dediler. ya da isteyeni ordu’da ve diğer vilayetlerde kalabilir dendi. herhalde amerikan yardımın bir önkoşulu olarak iskân kanunu kaldırılmış oldu.

    diyarbakır’a dönmeye karar verdi ailem.

    topraklarımızın bir kısmına bulgar muhacirler konmuştu. ancak tapuya tescil ettirmeyenlerden, sıcak ve hastalık nedeniyle kaçıp gidenlerden topraklarımızı, sekiz on köyü geri aldık. buralarda şimdi hâlâ bulgar muhaciri türkler yaşar. öteden beri daha çok resmî devlet dairelerinde kapıcı, odacı, memur olarak çalışırlar.

    1948’de ben de istanbul’dan diyarbakır’a geri döndüm. lise son sınıfı okumaya başladım. lise bitti, tekrar istanbul’a gittim. sultanahmet’teki yüksek ekonomi ve ticaret okulu’nu bitirdim. diyarbakır’da belediye iktisat müdürlüğü, millî koruma müdürlüğü, ticaret ve sanayi odası genel sekreterliği, başkanlığı, 1992’de ise güneydoğu’dan ilk üye olarak tobb yönetim kurulu üyeliği yaptım. iskenderun’da askerlik hizmetimi yedek subay olarak yerine getirdim.

    27 mayıs oldu.

    sekiz ay kadar belediye reis vekilliği görevinde bulundum. o zaman diyarbakır valisi namık kemal şentürk’tü. abim nejat cemiloğlu 1963’te ismet inönü’nün chp’sinden belediye reisi seçildi ve 1974’e kadar iki dönem yaptı bu görevi.

    1977’de demirel’in ap’sinden belediye başkan adayı oldum. mehdi zana bağımsız olarak kazandı. 1989’da da özal’ın anap’ından başkan adayı oldum. rahmetli beni özel bir kamuoyu yoklamasıyla bulmuştu.

    ordu’dan döndükten sonra abimle birlikte 12 bin dönüm araziyi işlemeye başladık. bu arada ben on iki yıl şırnak kömürleri vilayet mutemetliği yaptım. ne miydi bu? kömür tevzii. şırnak kömürlerinin şırnak-kurtalan arası nakliyesi. günde 1 000 ton kömür çekerdik. 100 kamyon demekti her gün. kurtalan’dan trenle 18 vilayete dağıtılırdı. 1982’de diyarbakır ticaret odası’nda yöneticilik de yapıyordum.

    elli dört yaşındayken, 21 mayıs 1982’de gözaltına alındım.

    önce evim ve bürom arandı. evden ayrılırken eşime, hadisenin pkk’yla alakası olabileceğini ve bedii tan ve aziz ipekçi’ye her şeyin doğrusunu anlatmalarını söylemesini tembih ettim. diyarbakır orduevi’nin arkasında yse’ye ait bir otobüse bindirildim. otobüste bir üsteğmen, bir başçavuş ile on kadar asker vardı.

    sabaha karşı siirt’e ulaştık.

    merkez komutanlığı’na geldikten sonra üsteğmen bir yere telefon ederek “emaneti getirdik” dedi. ömer isminde bir askeri çağırdılar. uykudan yeni uyanmış olarak geldi. ceketimin ensesinden yakalayarak ve sert şekilde iterek bir büroya götürdü, köşede bir odaya soktu. hayatımda ilk olarak böyle bir muamele gördüğüm için çok ağırıma gitti.

    odada arkası olmayan bir sandalye ile yerde manyetolu bir telefon ve duvarda ’istiklal marşı’nın on kıtasını ihtiva eden bir serlevha vardı. uygunsuz davrandığım takdirde bana dayak atacağını söyleyerek gitti. sabaha kadar sigara içerek ve sandalyede pinekleyerek vakit geçirdim. sabahleyin çatal, çorba ve ekmek verdiler. ekmekten çok ağır bir küf kokusu geliyordu. kusacak gibi oluyordum. böylece iki gün yemek yiyemedim. yemek getiren askerlerden biri, alışacağımı, bunu da arayıp bulamayacağımı söylerken, hadiseler bana rüya gibi gelmekte ve her an çağırıp ifadem alındıktan sonra serbest bırakılacağımı düşünüyordum.

    22 mayıs 1982

    cuma sabahı üç dört kişilik sivil ekip, gardiyan ömer, parama ve eşyama ait bir zabıt tuttular. (evden alındığım sırada bozuk paralarımın haricinde yanıma 50 bin lira almıştım.) bu arada beş altı paket maltepe sigaramı da aldılar. bundan böyle sigara içmenin de yasak olduğunu söylediler.

    23 mayıs 1982

    cumartesi gününü de işkence odası olduğunu öğrendiğim odada, gardiyan tembihiyle ‘istiklal marşı’nı ezberlemekle, sandalye üzerinde veya beton zeminde ceketimi alta sererek geçirdim. pazar günü akşama doğru gardiyan beni bölük komutanının yanına götürdü. bölük komutanı mustafa samur bana buranın ‘soruşturma’ olduğunu, her türlü işkenceyi görebileceğimi, sakat kalsam, ölsem dahi kimsenin kendilerinden bir şey soramayacağım, bu sebeple sorduklarına doğru cevap vermemi ve kendisine ne söylersem sonradan değiştirme veya inkâr yoluna sapmamamı tavsiye etti. müteakiben, buraya yasadışı bir örgüte yardım mevzuunda getirildiğimi, bu hususta bildiklerimi anlatmamı söyledi.

    ben de dicle inşaat ve ticaret limited şirketi’nin müdürü ve ortaklarından olduğumu, şırnak’taki kömür ocaklarından kurtalan’a 150 bin ton kömür ihalesiyle, bu kömürleri vagonlara yükleme işi yaptığımızı ve ayrıca diyarbakır vilayeti’nin mutemedi olaak kömürlerini temin ettiğimizi, şırnak-kurtalan arasındaki ihaleyi değişik senelerde 1976’dan beri üç defa şirketimizin aldığını ve günde 800 ton kömür taşıma mecburiyetinde olduğumuzu ve şırnak-kurtalan nakliye işinin şirket tarafından vazifelendirilen aziz ipekçi’nin idaresinde yapıldığını söyledim. ancak ihalenin aksamaya başladığını, günde 100 kamyonluk nakliye yapılması icap ederken, son zamanlarda günde 2 kamyona kadar düştüğünü, kamyonların yollarda, hatta midyat civarında yol güzergâhındaki karakolların yanında soyulduklarını, soyulan kamyon şoförleriyle bu hususta devamlı tutulan zabıtların türkiye kömür işletmeleri’ne ve siirt sıkıyönetim komutanlığı yardımcılığı’na gönderildiğini, bu arada kimsenin mevzuyla alakadar olmadığım söyledim. bu arada işi yapamadığımız, teminatımızın irat kaydedileceği, işin yeniden ihaleye çıkarılacağı, cezaî şartların uygulanacağı, telgraf ve yazıyla ihbar ediliyordu. o yılın temmuz ayı sonları olmalı.

    kurtalan’daki işleri idare eden aziz ipekçi diyarbakır’a geldi. benimle yalnız görüşmek istedi. telaşlı ve korkmuş bir hali vardı. on sekiz-yirmi yaşlarında bir gencin yazıhaneye geldiğini, apo örgütünden olduğunu, 5 ağustos tarihine kadar şirketinizin 2 milyon lira ödemesine örgütün karar verdiğini, kamyonlarımızı kendilerinin soyduğunu, bu para verilmediği takdirde kamyonların geçişine müsaade etmeyecekleri gibi, yükleme işinde çalışan loderimizin de dinamitleneceğini söylediğini anlattı.

    son sene şirkete ortak yaptığımız bedii tan’ı da çağırarak ne yapabileceğimizi tartıştık. aziz ipekçi bu iş halledilmediği takdirde işin ucunda ölüm olabileceğini, kendisinin çoluk çocuğunun olduğunu, hayatını tehlikeye atamayacağını söyledi. ertesi sabah aziz ipekçi ile bedii tan batman ve kurtalan’a gittiler. bedii tan yaptığı tahkikat sonu paranın ödenmesinin icap ettiğini, loder dinamitlendiğinde, loder operatörü hikmet’in ölmesi halinde herkesin, ‘felat cemiloğlu para için adamın ölümüne sebep oldu’ diyeceğini, devletin bize sahip çıkmaması sebebiyle parayı ödemekten başka çaremizin olmadığı görüşünü savundu.

    bunun üzerine istenilen parayı örgüte verme mecburiyetinde olduğunu anladım. loderin yedek motorunu 1 milyon 600 bin liraya satarak, 400 bin lira daha ilavesiyle bedii tan ve aziz ipekçi’yi kurtalan’a gönderdim. dönüşlerinde fazla izahat istemeden, verdiklerini öğrenmekle iktifa ettim ve bu meselenin bir daha konuşulmamasını tembih ettim.

    bu hadiseden 1 ay 7 gün sonra 12 eylül 1980 oldu.

    bütün türkiye’de olduğu gibi kurtalan mıntıkasında da anarşik olanlar toplanıp tutuklanıyordu. kendi aramızda bu hadiseyi kapattığımızı, yalnız iş ortaya çıktığında hadiseyi doğru olarak anlatmaya karar verdiğimizi yüzbaşıya söyledim.

    sonradan öğrenmiştim. bizden para alan çocuk, daha önce 1980’de yakalanıp sorgulanmış. bizden para aldığını itiraf etmiş. o zaman beni yakından tanıyan 7. kolordu komutam korgeneral kemal yamak ve vali erdoğan şahinoğlu, ‘cemiloğlu isteyerek vermemiştir’ düşüncesiyle soruşturmayı engellemişler. 12 eylül’den hemen sonra 7. kolordu istihbarat subayı binbaşı çetin bey bana gelip diyarbakır belediye başkanlığı konusunda nabzımı tuttu, kolordu komutam adına. ben kabul etmemiştim. havadis şehirde yayılmıştı. o zaman belediye başkanlığına bakan albay, bu havadisten rahatsız olmuş olacak ki, sürt sıkıyönetim kurmay başkanından hakkımızda iddiada bulunan gencin ihbarını öğrenmiş. işte 1982’de diyarbakır cezaevi’nde tutuklu bulunan ihbarcı tekrar siirt’e getirilip yeniden ifadesi komutanlığın istediği gibi alınmış. o geceyi aynı odada geçirdim.

    sabahleyin dokuz sularında bir yarbay geldi. ifademi doğru vermemi tembih etti. bir müddet sonra gardiyan ömer, yerdeki çok kirli bir çaputla gözlerimi bağladıktan sonra ite kaka yüzbaşının odasına götürdü. gözüm kapalı olduğu için odada kaç kişinin olduğunu görmemekle beraber, çok kişinin olduğu inancına kapıldım. bu arada bana soru soran birinin sesinden sabah uğrayan yarbay olduğunu anladım. daha sonra bu yarbayın siirt sıkıyönetim kurmay başkanı olduğunu öğrendim. kolordu komutanı korgeneral kemal yamak’la, valiyle, hükümetle olan münasebetlerimi, kaç dönüm arazim olduğunu, ne kadar hazine arazisi kullandığımı, kömürleri neden ucuza ve veresiye verdiğimi, bundaki maksadımın ne olduğunu suçlayıcı şekilde sordu. ben de cevaplarımı doğru olarak verdim.

    sonra bana, ’senin akrabaların bu devletin temeline dinamit koymaya çalışırken senin bizle kol kola gezmenin faydası yok, onlar yapmış sen çekeceksin, sen yaparsan torunların çekecek’ dedi. ben de, ’akrabalarımın suriye’ye ben doğmadan gittiklerini, değerlendirmeyi böyle yapıyorsanız, boşuna yasadışı örgüte isteyerek yardım yapıp yapmadığımı sorup niye kendinizi yoruyorsunuz, zaptınızı ve kanaatinizi bildiğiniz gibi yapacağınız anlaşılıyor, benden artık bir şey sormanıza lüzum var mı?’ diye cevaplandırdım.

    beni tekrar gözüm kapalı olarak hücreme geri gönderdiler.

    26 mayıs 1982

    salı gününe kadar hücrede tek başıma bırakıldım.. günde birkaç kere, en az üç defa bütün hücrelerin kapılarını açıp, içeride kapıya doğru esas duruşta durdurup, tek tek ‘istiklal marşı’, ’türk gençliğine hitabe’, ‘andımız’ söyletiliyordu. bu arada söyleyemeyenler, yanlış söyleyenler, az bağıranlara gardiyan ömer’in vurduğu cop ve tokat sesleri geliyordu. ilk kaldığım hücrede, yerde, köşede manyetolu bir telefon vardı. daha evvel bu odanın bir yazıhane olduğunu düşündüm. daha sonra, zannediyorum 26 mayıs 1982 günü gözümü bağlayarak koridora çıkardılar, yüzümü duvara döndürdüler, bir müddet sonra benim kaldığım hücreden bir gencin feryatları gelmeye başladı. manyetolu telefonun elektrik verilmede kullanıldığını böylece öğrenmiş oldum. bana da, ‘doğru konuşmadığım takdirde olacağın budur’ dediler.

    bir müddet sonra beni koridorun ortasındaki bir odaya koydular. daha bir müddet işkenceden dolayı feryatlar duydum. yanıma bir iki saat sonra işkence yaptıkları kişiyi (kadri…) getirdiler. perişan vaziyetteydi. odada yalnız iki adet demir karyola vardı. şilte falan yoktu. öylece, demirlerin üstünde yatıyorduk.
    iki üç gün sonra gözlerim bağlanmadan, bölük komutanın odasına götürüldüm. orada sivil bir baskomiser, iki sivil polis beni sandalyeye oturtarak ifademi aldılar. yüzbaşı ben ifademi verirken girip çıkıyordu. sigara ikram ettiler. yasak olduğunu söyledim. gardiyan ömer’den sordular, doğruladı. günde üç paket sigara içmeme rağmen sigara içmek için bir arzu duymadım. ifademi hep anlattığım gibi söyledim ve imzaladım. ertesi gün gardiyan tıraş olmamı söyledi. biraz sonra da beni yüzbaşının odası götürürken, tuğgeneralin beni görmek istediğini ekledi.

    tuğgeneral beni karşısına oturttu.

    yüzbaşıya da sandalyeye oturmasını söyledikten sonra askere 'üç çay' dedi. paşa, diyarbakır'da sevilen ve sayılan bir kişi olduğumu duyduğunu, hayatta bu gibi seylerin olabileceğini, bir ihtiyacım olup olmadığını, ihtiyacım olursa yüzbaşıya çekinmeden söyleyebileceğimi, arabanın da bir an önce hazırlanarak diyarbakır'a sevkimin yapılmasını yüzbaşıya emretti. yüzbasi çayını içmedi. komutan gittikten sonra bana karşı eskisinden daha sert davranmaya başladı.
    sıkıntıların birkaç güne kadar diyarbakır’a gider gitmez biteceği ümidiyle olanları fazla mühimsemiyordum. bu haksızlığın devam etmeyeceğni düşünüyor, teselli buluyordum. siirt’e gelişimin on ikinci günü sabahı herkesi koğuşun önüne çıkardılar. kör bir tıraş makinesiyle koyun kırpar gibi traş etmeye başladılar. gardiyana, yüzbaşıyla görüşmek istediğimi söyledim. götürdü. diyarbakır’da tevkif edilmeme ihtimalim olduğunu düşünerek yüzbaşıya, toplantılarım olduğunu, bu yüzden saçımın kesilmemesini rica ettim. epey kızdı. ben de kızmasına lüzum olmadığını söyledim. geri geldim ve bir asker tarafından traş makinesiyle yol yol tıraş edildi kafam…

    sonra yse’nin otobüsüne bindirildik. ikişer ikişer kelepçelediler. bana sıra gelinceye kadar kelepçe kalmadı. böylelikle diyarbakır’a kadar ötekilerine göre birkaçımız daha rahat geldik. ihbarcımız kâzım türkkan da bizimle aynı otobüste diyarbakır’a döndü. yol boyunca otobüste ayağa kalkarak, ihbarcımızın tek tek söylediği ve hepimizin tekrar ettiği ‘istiklal marşı’, ‘ey türk gençliği’, ’andımız’ gibi marşlar söyledik. otobüste bir grup, on dört-on beş kişi kadar da nurcu vardı. üsteğmen fahrettin bazen nurcularla tartışarak, bazen de hakaret ederek konuşuyordu. bana da verdiğimiz paradan dolayı bir şey olmayacağını söyledi. diyarbakır’a gelince bizi ‘gözaltı’ denilen yere koymak için sıraya dizdiler. üsteğmen, başçavuşa benimle bedii tan ve aziz ipekçi’yi aynı yere koymaması için gizlice bir şeyler söyledi.

    gözaltında kaldığım on gün zarfında, buranın soruşturması bitenlerin mahkemelerini bekleme yeri olduğunu, soruşturmadan gelenlerin bir nevi tedavi yeri olduğunu öğrendim. burada kaldım devamlı olarak 5 no’lu diye adlandırılan askerî cezaevinde yapılan işkenceleri dinledim.

    nihayet büyük bir ümitle gittiğimiz mahkemede savcıya ifade verdikten sonra mahkeme huzuruna çıktık. orada da ifadelerimiz alındıktan sonra, savcılık ve komutanlığın tevkif taleplerini hâkim okuyup, kendisi de buna iştirak edince öyle bir şok geçirdim ki, biraz sonra sandalye üzerinde beni ayıltmaya çalıştıklarını gördüm. yirmi-yirmi iki günlük stresin neticesi nihayet kendini baygınlıkla göstermiş oldu. benimle bedii tan hakkında tevkif kararı verildi. aziz ipekçi serbest bırakıldı.

    5 no’lu hapishaneye gitmek için ertesi günü bekledik .

    son geceyi başımıza nelerin gelebileceğini düşünerek geçirdik. bütün anlatılanlara inanmak mümkün değildi. öğleye doğru 5 nolu hapishaneye gönderilmek üzere dört kişi dışarıya çıkarıldık. vazifeli başçavuş yemek yiyip yemediğimizi sordu. ’yemek yesinler öyle gönderelim, zira yedi sekiz gün yemek yemeyecekler’ dedi.

    buna inanmak mümkün değildi.

    kapalı kamyonete bedii tan’la birlikte beş kişi bindirilip sevk edildik. yolda bedii beyle ilk defa yan yana oturduk. benim kulağıma birol binbaşı’nın hapishane müdürü olduğunu, kendisini tanıdığını ve rahat edeceğimizi söyledi. hapishaneye teslim anımızdan ölünceye kadar bedii bey’in gözü hep kapıda oldu. binbaşı birol’u bekledi. ama maalesef onu görmeden öldü. sonradan, mahkûmlardan sorumlu güvenlik amirinin yüzbaşı esat oktay yıldıran olduğunu, birol binbaşı’nın güvenlikle alakası olmadığını öğrendik. asayişle ilgili her hususta olduğu gibi, diğer hususlarda da hep yüzbaşı esat oktay yıldıran’dı tutukluların muhatabı.. ve yüzbaşı kendi deyimiyle ‘5 no’lu’nun allahı’ydı.

    bizi hapishanede bir teğmenle ona yakın asker karşıladı.

    tamamen soyunmamız emredildi.

    eşyalarımızı kontrol ederken benim tıraş köpüğümü aldılar; herhalde daha evvel görmedikleri için bunun ne olduğunu sordular. üst kapağa basınca köpüğün fışkırdığını görünce çok zevklendiler ve köpükleri hepimizin yüzüne, kafasına ve vücutlarımıza fışkırtarak, köpüklü yüzümüze tokat atmaya başladılar. tokatladıkça köpük üstlerine ve etrafa sıçramakta, onlar da bundan büyük bir zevk almakta ve tekrarlamaktaydılar.
    bir müddet sonra nizamî olarak ‘geriye dön!’ emri verildi. ben biraz muntazam dönmüş olacağım ki, ‘ibneye bak, nizamî dönüyor’ diye hem alay ettiler, hem mükâfat olarak çıplak sırtıma birkaç darbe vurdular.

    sonra, makatlarımızın içine de baktılar.

    eşyalarımızın kuşak, kravat gibileri haricindekileri torbalarımıza koyarak giyinmemizi söylediler. ve sonradan öğrendiğimiz 35 no’lu koğuşa, içinde hücreler bulunan koğuşa bizi götürüp 1 no’lu hücreye sokarak, ‘soyunun!’ dediler!

    bedii bey, hilvanlı hamdoş dedikleri elli yaşlarında hamit gerger ve on beş-on altı yaşlarında bir çocukla aynı yerdeydik. 35 no’lu koğuş üç katlı, yanyana sıralı hücrelerden ibaretti. en alttaki hücrelerin önünde genişçe bir kısım vardı. girişte, yandaki merdivenlerle ikinci ve üçüncü katlara çıkılıyordu. üst kattaki hücreler de bu boşluğa bakıyor, önünde dar bir koridor bulunuyordu. hücrede bir yatak alacak şekilde betondan yüksek bir sedirle, yanında bir o kadar boşluk ve arkada kapısı olmayan bir tuvalet vardı.

    eşyalarımı hücreye bırakmamız ve külot üstümüzde kalacak şekilde soyunmamız söylendi. koridora çıkarıldık. diğer hücredekilere arkalarını dönmeleri ve yere çökmeleri emredildi. bize de birer süpürgeyle ortalardaki bir hücredeki suyun koridora çıkarılması emredildi hücre içindeki tuvaletin tıkalı olduğunu ve içeride bir karış kadar suyun içinde pisliklerin yüzdüğünü gördük.

    su ve pislikleri hücrelerin önündeki geniş koridora yaydıktan sonra, daha gerideki bir hücreye tekrar toplanmamız istendi. bunları yaparken bir taraftan coplanıyor, bir taraftan da ‘son sayı üç!’ deyip, sayıncaya kadar bitirmemiz isteniyordu.

    bu ‘son sayı üç’ emrinin sonradan her işte kullanıldığını gördük. ‘son sayı üç’ dedikten sonra hemen ‘bir…iki..’ deyip arkasından ‘iki on beş… iki otuz…’ diye yavaş yavaş sayıyorlardı. her seferinde yapılacak iş daha bitmeden ‘iki kırk beş… üç…’ deyip saymayı bitiriyorlardı. tabiî emri zamanında yerine getiremediğin için de ceza hemen geliyordu. bu ‘son sayı üç’ emrinin tatbik edilmediği hiçbir anımız yoktu. îçtimada, yemekte, tuvalette, bulaşıkta, velhasıl her yerde bu emirle iş yapıyorduk.

    pis suyu, içinde yüzen boklarla birlikte istedikleri hücreye doldurduktan sonra, bu hücrenin eşiği yüksekliğinde bir göl meydana geldi.
    bu suyla yıkanmamız emredildi.

    pislikle birlikte avuçlayarak başımızdan itibaren bu suyla yıkandık.

    müteakiben hepimiz koridorda diz çökerek başlarınızı birbirimize yaklaştırdıktan sonra üstümüze bir iki bidon su döktüler. böylelikle sözde temizlenmiş olduk ve 1 nolu hücremize konulduk.

    1 no'lu hücre koğuş kapısının girişindeydi. îçeriye her komutan (gardiyanlara komutan denirdi) girişinde, tekmil vermemiz emredilmişti. ‘birinci kat, 1 nolu hücre … mevcuduyla emir ve görüşlerinize hazırdır komutanınım!’ demek lazımdı. komutan diğer hücrelerin önünden geçerken de her hüc¬re numarasına göre aynı tekmili verirdi. hemen hemen her tek¬milden sonra, ya geç tekmil vermekten, ya yanlış ya da yüksek sesle verilmediği için ceza almak muhakkaktı.

    hücredeki cezada, parmaklıktan eller dışarı çıkartılır, cop, haydar veya kuzuyla vurulurdu. ‘haydar’, haydar isimli bir teğ¬menin adından kaynaklanan bir sopaydı ve bir başka adı da ‘beşe-on kalas’tı. kuzu ise yuvarlak kavak ağacından yapma bir sopaydı. copla dövülürsen şanslıydın, zira az acıtırdı. ‘dayak vazi¬yeti al’ diye bağırıldı mı, iki elinin avuçlarını açar öne uzatırdın. ceza için en geçerli bahaneleri tekmil verilirken yeterince canlı olmamaktı. ne kadar yüksek sesle tekmil verilirse verilsin, se¬sin az çıktığı veya topuk sesinin iyi olmadığı bahane edilir ve karşılığında ceza verilirdi. bu cezalar yalnız hatayı yapanla sınırlı kalmayıp bütün hücredekilere tatbik edilmekteydi. cezada eşitli¬ğe tam riayetti bunun adı...

    ilk günlerde dikkatimi çeken bir husus da şuydu: coplanırken yalvaran ve sızlananlara bu yüzden, sesi çıkmayan¬lara da ses çıkarmadıkları için ceza aynen tatbik edilirdi. sızlanma¬nın faydası olmadığını gördükten sonra sekiz ay hep şikâyetçi ol¬madığım için dayak yedim. hücreye konulduğum 12 haziran 1982'den sonra ‘stiklal marşı'nın, 'gençliğe hitabe' nin ve ‘andımız’ marşlarının tamamını öğrenmeden koğuşlara giremeyeceği¬miz söylendi.
    hücrelerde sabah 5:30’da mesai başlardı.

    üst kat hücrelerinden birinden bu marşların her kelimesi bir kişi tarafından tek tek söylenir, bütün hücreler bunu tekrar ederdik. marşların çok yüksek sesle ve canlı söylenmesi şarttı. bu canlı söylemenin şekline hükmetmek komutanların keyfine bağlıydı. ne kadar canlı söylerseniz söyleyin, beğenilmemek muhakkaktı ve arkadan da cezası hazırdı tabii.

    marşlardan sonra öğlen 12'ye kadar bütün hücrelerde hayat, 'hazır ol' durumunda ayakta, yine yukarı hücrelerden birinin tek tek söylediği ve hücrelerin hepsinin tekrarladığı marşlarla devam ederdi. 12'de sabah mesaisinin bitiminde tekrar ‘istiklal marşı’, ‘gençliğe hitabe’ ve 'andımız' aynı şekilde tek tek okunurdu. 12:00 - 13:30 arası yemek ve tatil dönemiydi. 13:30'da tekrar üç marşla öğleden sonra mesaisi baslardı. esas duruşta ve marşlarla 18:30'a kadar devam eder, mesai tekrar üç marş söylenerek bitirilirdi.

    20:30’da yatmak mecburiydi.

    hücrede, elinizde getirdiğiniz poşetler içindeki eşyanızdan başka yastık, yatak, yorgan, battaniye gibi şeyler yoktu. poşetler ekseriya yastık olarak kullanılırdı. gece eğer tuvalet kapısının önünde yatmamış isek, kendimizi çok mutlu hissederdik. tutukluların birbirlerine isimleriyle hitap etme mecburiyetleri vardı. abi, amca, bey vs. diye hitap yasaktı. hücreye beraber konduğumuz dicleli çocuk takriben on beş yaşındaydı. ben elli üç yaşındaydım. hilvanlı hamit gerger altmış, bedii tan elli civarındaydı. bu çocuğun bize hamit, felat, bedii diye hitap etmesini evvela çok yadırgamış, sonra alışmıştım.

    hücrede verilen yemekler için fazla bir şey söylemeye lüzum görmüyorum. hakaret ve eziyet yanında yemek verilip verilmemesi benim için önemini kaybetmişti. yemek dörtlü birleşik madenî kaplarda verilirdi. dört beş kişiye verilen yemek ve ekmek bir kişinin dahi doymayacağı kadardı. yemekten ziyade su problem oluyordu. her hücrenin önüne birer bidon su konulurdu. bu sudan ancak komutanın emriyle içebilirdi. bu da sadece yemek saatlerinde mümkündü.

    mesai saatlerinde, yani 5:30 - 12:30 ve 13:30 - 18:30 arasında içmek ve içmek için izin istemek de katiyen yasaktı. yemek saatlerindeyse içilecek su miktarını komutan tayin ederdi. hücrelerde sigara içmek tamamen yasaklanmıştı. zaten hücreye girerken herkesin sigaraları alınmıştı. hücre içindeki tuvalette su akmadığı, dışarıdan da su verilmediği için temizlenme imkânı yoktu.

    1 no'lu hücrede üç dört gün geçirdikten sonra bizi daha orta¬larda bir hücreye aldılar. orada da dört kişi vardı. hücrede sekiz dokuz kişi olduk. verilen yemek ve su miktarında bir değişiklik olmuyordu. yani dört kişiye verdikleri kadar yemek sekiz dokuz kişiye veriliyordu. yemekleri karavanayla tutuklulardan iki kişi dağıtıyordu. yemek dağıtanlara kaç hücreye dağıtılacağı söylen¬meden her hücreye eşit dağıtmaları emrediliyordu. dağıtım so¬nunda yemek artarsa da, eksik kalırsa da, eşit dağıtmadıkları ge¬rekçesiyle ceza görüyorlardı. müteakip yemek dağıtımında ayrı iki tutuklu vazifelendiriliyor, tabiî onlar da aynı akıbete uğruyor ve böylelikle bütün hücredekiler dağıtıcılardan dolayı cezadan nasiplerini alıyorlardı.

    ve komutanlar, 'orospu çocukları, bir yemek dağıtmasını bile beceremiyorsunuz, bir de devlet kurmaya kalkışıyorsunuz' diye azarlıyorlardı.

    hücredeki yedi sekizinci gece, saat iki suları.

    cop, sopa sesleri ve feryatlarla uyandık. sanki yüzlerce kişi da¬yak yiyor gibi geldi bize. ve biz hücrelerin basıldığı, sıranın bize geleceği endişesine kapıldığımız sırada, hücrelerimizi açıp eşyala¬rımızla birlikle ‘son sayı üç’le çıkmamız emredildi. sırtlarımız coplanarak bir üst kattaki hücrelerden birine tıkıldık. yerlerimize dışarıdan yedi sekiz kişi yine dövüle dövüle getirilip yerleştirildi. bu dayak ve yerleştirme işi bir iki saat sürdü. bir üst kattaki hüc¬rede sabahleyin on sekiz kişi olduğumuzu saydık. hücremizde ar¬tık ancak yan yana ayakta durabilecek kadar yer vardı.

    mesai aynı şekilde devam ediyordu. marşları ayakta söylerken, bir kısmımız da yatak için yapılmış beton kısımda duruyorduk.

    yemek ve su dağıtımında, hücreler arasındaki eşitlik ve mesailer normal devam ediyordu. on sekiz kişi olmamıza rağmen gece yatmamız bir sorun olmadı. artık o kadar yorgunduk ki, 20:30 ol¬duğu zaman açlık, susuzluk, yorgunluk, gündüz yenilen copların tesiriyle uyumuyor, bayılıyorduk. on sekiz kişinin ayakta zor sığdığı yerde on sekiz kişi yatıyorduk.

    hücre arkasındaki tuvalete de üç dört kişi isabet ediyordu.

    hücrede herkesin yalnız başı üstte gibiydi. bir kişinin üstünde üç dört kişinin bacakları, kolları, vücudunun bir kısmına isabet ediyordu. artık yastık derdi kalmamıştı. başlar muhakkak diğer birisinin vücudunu yastık gibi kullanıyordu,

    hücrede komutanların dayağına, hakaretine, yorgunluğa, açlığa, sigarasızlığa artık alışmıştık. eh marşları da az çok öğrenmiştik. koğuşlara intikalimizi dört gözle bekliyorduk. koğuşlarda yatak olduğu, gezinilebildiği söyleniyordu. üç marş için imtihan yapıldıktan sonra koğuşlara gidebileceğimiz, ikinci defa gelen tecrübeli arkadaşlardan biri tarafından söylendi. bu gibi hususlarda komutanlarımız bir izahat vermedikleri gibi, onlarla konuşmak ve bir şey sormak, hatta istemek de yasaktı.

    bu arada hesapta olmayan bir şeyle karşılaştık. geldiğimiz günden beri co isimli köpekle devamlı muhataptık. mesela sırayla co'ya tekmil verdiriyorlardı. co'nun karşısında, ‘felat cemiloğlu, diyarbakır, emret komutanınım’ tekmilini çok yüksek sesle ve topuk sesiyle veriyorduk, co, tekmili beğenmezse havlıyordu. ve co'yu memnun edemediğimiz için cezalandırılıyorduk, işte bu co, marşlar söylenirken bizi kontrole gelmiş ve marşları canlı söylemediğimiz için havlayarak komutanlarımızı haberdar etmiş, onun için de marş imtihanlarımız üç gün tehir edilmişti. hücrede üç gün daha kalacağımız söylendi. müteakip üç gün co'yu kızdırmayacak davranışlarda bulanmaya çalıştık.

    bu arada mesai sırasında bazen bir kısmımızı hücre önündeki talim yerine çıkarıp, ya talim yaptırıyorlar ya da birbirimize da¬yak attırarak bizimle alay ediyorlardı. böyle bir günde urfalı bir baba oğulla epey eğlendiler. baba altmış beş yaşlarında, 1, 90 boyundaydı. oğlu, yirmi beş-otuz yaşlarında ve babasından daha iri ve cüsseliydi.
    evvela oğlunu babasına tokatlattılar.

    yavaş tokat vurduğu için hem oğul hem baba coplanıyordu, beş on denemeden sonra oğulun babaya vurduğu şiddetli tokat¬ları beğenmediler bu kere oğulu babanın sırtına bindirdiler. bir taraftan babayı copluyor, daha hızlı koşması için zorluyorlardı. oğul babasının sırtından indikten sonra ağlamaya başladı.

    girdiğimiz sırada hepimize ağlamanın, inlemenin, özellikle gülmenin yasak olduğu 5 no'ludaki 'vatan haini orospu çocuğu ibneler'in bunların hiçbirine hakkı olmadığı hepimize söylenmişti. babayla oğul arasındaki bu tatbikatta hücredeki bazı tutuklular sırıtmış, bazıları suratlarını asmış ve oğul da ağlamıştı.

    emirlere itaat edilmediği için bütün hücreler cezalandırıldı:

    'birinci hücre, ikinci hücre, dayak vaziyeti al!' bu komutla herkes iki elini üst üste koyarak hücre parmaklı¬ğından dışarı çıkarıp nasibi kadar copu yedikten sonra yerini ay¬nı hücredeki ikinci sıraya bırakıyordu. 'dayak vaziyeti al!' komu¬tundan sonra tekmil verilerek eller birbirinin üzerinde öne uzatı¬lırdı. komutanın her vuruşundan sonra: 'emret komutanım!' demeye mecburduk, hücrede onuncu günümüz dolduğunda ‘istiklal marşı’, ‘türk gençliğine hitabe’ ve ‘andımız’ marşlarında blok çavuşuyla bir¬likte iki üç gardiyan bizi imtihan etti. tam bilenler dahi stres için¬de söylerken şaşırdıkları oluyordu. bu şaşırmalar karşısında kü¬für ve coplanmalardan sonra 21 haziran 1982 günü öğleden son¬ra koğuşlara gönderilmek üzere hücrelerden çıkarıldık. hücre önündeki boşlukta toplandık.

    ben aynı koğuşa düşebilmek için bedii tan' a yaklaşmaya çalış¬tım. ellerimiz yanlara yapışık, başlarımız önde, etrafa bakmadan bana çok uzun gelen koridorlardan geçtikten sonra, yine bir ko¬ridorda koğuş gardiyanlarına teslim edildik. külot dahil tamamen soyunmamız emredildi. eşyalarımız tek tek arandı. ondan sonra da yüzlerimiz duvara döndürüldü, emir verildi: ‘domal!’

    hepimizin makatları kontrol edildi.

    tabiî kimsede bir şey bulunmadı. bulunması ihtimali de yoktu. soruşturmadan, gözaltından, hücreden gelmiş, zaten defalarca kontrol edilmiştik.

    koğuşa girerken sırayla hepimiz coplandık. kırk - kırk beş kişiydik. bu arada herkesin aynı koğuşa gideceği¬ni, bu koğuşun 'cezalı bir koğuş' olduğunu, bu yüzden şansımız ol¬madığını söylediler. ve bu koğuşun ceza sebebini öğrenmeye çalış¬manın yasak olduğunu, bize de zaten kimsenin söylemeyeceğini eklediler.

    koğuşa girerken ismini sonradan öğrendiğim mehmet emin kardeş'e gözleri ilişti. meğer mehmet emin'in 5 nolu'ya ikinci gelişiymiş. ikinci gelenlere çok kızıyorlardı. sebep olarak da ‘birin¬ci sefer demek ki ders almamış!’ diyorlardı. mehmet emin'i, cop, haydar ve kuzuyla hemen hemen bayıltıncaya kadar dövdüler. akşam karanlığı bastığı sırada cezalı 33 no'lu koğuşa girdik. koğuşun bütün camları kapalı ve kırmızıya boyanmış ve de ortasına ay - yıldız çizilmiş olduğu için koğuş çok loştu. koğuş, sonradan söylendiğine göre atölye olarak yapılmıştı. epey büyüktü. kapı girişindeki kısım boştu. ortada, herhalde sonradan yapıldığı için, yüksekçe üç tane kapısız tuvalet vardı. tuvaletin önüne rastlayan ranzalar iki katlı, pencere tarafına rastlayanlarsa üç katlıydı.

    içeri girdiğimizde elli kişi kadar bir kalabalık duvar dibinde, üçlü sıra halinde içtimadaydı. ortadaki, soluk benizli iki kişi, san¬ki mumyadan yapılmışlar intibaını veriyorlardı. yalnız çakı gibiy¬diler. her emirden sonra tekmil verip, topukları üstünde dönerek söyleneni yaptıktan sonra tekrar geliyor, avazları çıktığı kadar bağırarak tekmil veriyorlardı. bunların koğuş sorumluları ekrem dal, selim dindar ve fahri tunç olduklarını sonradan öğrendim. sorumlulara, 'kırk tane mal' getirdiklerini, ranzalarda değil talim yerinde yerde yatırılmamız gerektiğini, ihtiyar saydıkları on kişiyi ayırıp geri kalanlara iki gün yemek verilmeyeceğini söylediler. ben yemek verilmeyecek gruba dahil edildim.

    o gece koğuş sorumluları ellerinde yazılı on dört-on beş mad¬deden ibaret koğuş talimatını bize okudular. ve bunlara riayet et¬mek mecburiyetinde olduğumuzu, hataların cezasız, kalmayacağı¬nı söylediler. bu koğuş talimatnamesi günde dört-beş kere anlatı¬lıyor ve tatbikatları yapılıyordu.

    talimattan hatırımda kalanlar şunlar:
    (1) koğuşta konuşmak yasaktı. (2) koğuş içinde dolaşırken eller iki yanda yapışık gezilecekti. (3) komutanla konuşmak, bir şey istemek yasaktı, (4) koğuş sorumluları dahil her çağrılan canlı tekmil verecekti. (5) sabah 5, 30 ' da herkes uyanmış, 20. 30'da yatmış olacaktı, (6) yatışlar sırtüstü ve nizamî olacak, esas duruş uykuda dahil bozulmayacaktı. (üst ranzada yatıyor­san, kurtuluş yok, ışık gözünün içindeydi. (7) akşam 7. 30'dan sonra tuvalde gitmek yasaktı. (8) görüşmelere on iki kişilik pos­talar halinde gidilecek, kapıdan tekmil verilerek, sayı sayılarak çıkılacaktı. (8) istiklal marşı, 'gençliğe hitabe', 'andımız' ve bunlardan gayri kırk altı marş öğrenilecekti.

    bu marşlardan bugün isimleri hatırımda kalanlar arasındaki tarihi çevir' marşı otuz beş dakika sürerdi. sonra 'neslin dede, ceddin baba` adını taşıyan bir marş vardı söylediğimiz, marşları yüksek sesle, hareket halinde, dizler karına doğru çekilerek söylenirdi, iler koğuş aynı anda ayni bir marş söylerdi her gün her saat, havalandırma dahil... bu delirtici, çıldırtıcı bir şeydi.

    ilk ve müteakip yirmi gün ranzalardaki yatakların boş olmasına rağmen yerde, beton üstünde yattık. ilk gece beton üstünde olmamıza rağmen, ayaklarımızı uzatarak yatabildiğim için çok mesuttum. ilk üç gece üstümüze su döküyorlardı, bidonlarla su..

    dümdüz, yüzüstü, kıpırdamadan yatıyorsun. tanı üç gün boyunca. kımıldamak yok! tuvalete gitmek yok!

    önümüzdeki insanın idrarı gelince... sıcak olurdu, ellerimizi ısıtırdı, hatta birazcık ısınacağımız için sevinirdik idrarın aktığını hissedince.,.

    koğuştaki hayatımızın günlük programı: sabah kalkış 5. 30; traş, tuvalet., sabun yoktur. doğru dürüst su akmaz. bir haftalığına iki kişiye bir adet permaşarp verilir. kahvaltı 5.30 - 6.30; 6.30 - 12.00 içtima, sayım, eğitim; 12.00 - 13.30 öğlen yemeği, istirahat; 13.30 - 18.00 - 19.00 eğitini; 18/19 - 20.30 içti­ma, sayım; 20.30 'kaybol!' komutuyla yatma zamanı... haftada bir, on günde bir havalandırmaya çıkarsın... yemek duayla ballar

    'bismillahirrahmanirrahim. allahımız'a hanıdolsun. ordu mil­let var olsun. vatan hainleri kahrolsun!'

    yemek gelir önüne konulur, ayakta hazır olda dua okunur. ama yine el süremezsin yemeğe. önce komutanın 'afiyet olsun p de­mesi lazım ki yemeye başlayabilesin. öyle beklersin hazır olda. bazen komutan çeker gider, afıyet olsun demeden, ün beş, yirmi, yirmi beş dakika, yemek önünde, sen hazır olda beklersin. sonra gelir komutan, 'getirin yemekleri der ve hepsini döktürür, 'şim­di sikimi yiyin ! der ve gider

    mahkemeye gidiş gelişler başka âlemdi. "

    o tarihte koğuş sorumlusu olan vasıf kahraman şöyle anlatır mahkeme faslım:

    "eller arkadan kelepçelenir kelepçelerin içinden bir zincir ge­çer yetmiş seksen kişi zincirli. biri düştü mü, herkes düşer yere. ve herkes dayak yer. mahkemede, sırada oturuyorsun. asker gö­zünün içine bakar. çünkü senin gözün hiç kıpırdamayacak. avu­katına biie bakaıuazsın, yasak! benim avukat, var im, yok mu, ba­zen anlamazdım gözün kaydı mı,. tekmil vermek zorundasın ha­pishaneye döndüğünde: 'vasıf kahraman, diyarbakır, emret ko­mutanım, vukuatım vardır komutamınim!` '"dayak vaziyeti al!'

    haftada 2 bin lira para gelmesine izin verirler. bir başkasından 2 bin fazla geldi nü o hafta, yanarsın. yani para örgütten mi geldi kuşkusu.,.

    ve dayak!

    korkardık, kimseden ekstra para gelmesin dîye dua ederdik.

    yatmadan sonra bütün koğuştakiler sırayla ikişer saat koğuş nö­beti tutarlardı. bunların biri nöbetçi onbaşı, ötekisi nöbetçiydi. ak­sanı sayımdan sonra kapılar kilitlenirdi. içeriye, sabaha kadar kim­se giremeyeceği için rahatlardık. dışarıda gece nöbeti tutan asker­ler, giriş kapısı üstündeki mazgal kapağını açıp içeriyi kontrol ederlerdi. mazgal deliği açıldığında nöbetçiler koşarak kapı önüne gitmeye ve en yüksek sesle tekmil vermeye mecburdular. mazgalın bazen beş on dakikada bîr açılmak suretiyle sabaha kadar tekmil durumu devam ettirilirdi. gaye, tutukluları rahat uyutmamaktı.

    tekmil kolay olmakla beraber nöbetçiler tarafından daima şu veya bu şekilde yanlış söylenirdi. yanlışı yapan tutuklu nöbetçi­lerin sabah komutanlarına tekmil vermeleri emredilirdi. o nöbet­çiler de sabahleyin gardiyan gelince, gece yaptıkları hatayı tekmil vererek bildirirlerdi. tabiî ki her hatanın cezası olduğu gibi, bu dj muhakkak cezalandırılırdı. gece nöbetçisi, uykusunda döneni de görebilmişse, onun da sabahleyin komutana tekmilinin verilmesi­ni koğuş nöbetçisine söylerdi. sabahleyin geceki bütün vukuatlar böylece gardiyana intikal etmiş olur, o da tabiî uykusunda dönen nizamî yatmayan, böylece emirlere riayet etmeyen tutuklular cop veya haydarla cezalandırırdı.

    koğuş nöbetçileri şöyle tekmil verirlerdi:

    'yahya arı, siirt, emret komutanım, 10 - 12 nöbetçi onbaşısıyım e blok, 33, koğuş yüz heş mevcuduyla yatak istirahatına çekil­miştir, vukuatım yoktur komutanım!!

    onbaşıdan sonra nöbetçi er de aynı tekmili verirdi. bu tekmi­lin çok yüksek sesle, sert topuk selamıyla verilmesi mecburiydi nöbetçi komutan, sesi veya topuk sesini beğenmezse, tekmili bir kaç defa tekrar ettirebileceği gibi, mazgal deliğini kapatıp nöbet çiler daha koğuşun öbür tarafına gitmeden tekrar açar, aynı seremoni tekrarlanırdı. bu söylediklerimin hepsi sekiz ay müddetle hiçbir şekilde aksamadan her gece devanı etti.

    gece tuvalete gitme yasağı olduğu için, büyük küçük abdestini altına kaçıranlar da sabahleyin durumlarını tekmil vererek ko mutana bildirmek mecburiyetindeydiler. istisnasız bütün vukuatlar sabahleyin komutana söylenirdi. çünkü, koğuşta sık sık değiştîrdikleri zayıf karakterli ajanları vardı, ilgili şahıs kendi vuku atını kendisi bildirmezse, ajanlar mutlaka bildirirlerdi.

    birini getirirler, dövmüşler essek sudan gelinceye kadar. ölü gibi atarlar koğuşun ortasına. sen de ona açılırsın, adam bu ka­dar dayak yemiş diye... halbuki o adam ihbarcıdır, seni aldatmak için dövüp öyle atmışlardır koğuşun içine...

    her bakımdan seni çökertmek için,..

    önünde diz üstü çökertir ya da hazır ola geçirtir, sonra da der­ler ki:

    'annen, bacın elimizde; her şeyi yaparız!` pis sular çatıdan gelen yağmur oluğuna bağlanmıştı. pislik tı­kanınca taşardı. plastik bidonlara doldururduk. aynı bidona su doldurur getirirler, suyu ondan içerdik. yemek çok az verilirdi. bir bakarsın bir gün tamamen tuzlu. ve yemeği bitirmek zorunda­sın. bundan sonra da üç gün su yasağı koyarlardı. tek tip eşof­man verdiler. numaralı hepsi. kırmızı ve mavi renkli. eşofmaniar üstünde ıslak kalırdı, ishal olursun. gece tuvalete çıkma yasağı vardı. gece gidersen, bunu ihbar etmeyen daha çok dayak yerdi.

    bir bakarsın gece beş on asker ansızın gelir:

    'kule yapın`

    en alttkilerden yukarı doğru huni biçimde, giderek azalır tarz­da üst üste yığılırsın. en alttakinin bazen kaburgası kırılır, bayılır. ya da bir başka komut verilir:

    ''kaybol!`

    bu durumda bir anda ranzaların altına yüz beş kişi sığışmak zorundasın. hiçbir el ayak gözükmeyecek ya da arama yapılır. kimin ne malzemesi varsa, yataklar, her şey koğuşun ortasına ko nur. sayıma bitene kadar, 'bir... iki... iki kırk beş... üç.. ` dendi mi hazır ola geçeceksin. eşyanı bulamazsan, aynı hızla dayak faslı başlar, üstelik bütün koğuş dayaktan geçirilir

    bütün bunlar tabii dayak, eziyet için bahanelerdi.

    hamam bir başka âlemdi.

    yirmi günde bir gün sıcak, kaynar su. sabun verilir, tam başını sabunlarsın, 'bir,., iki... iki kırk beş, üç.. ` denir sabunlu olarak anında çıkman gerekir. koğuşa sabunlu başla gidersin. tuvalet de öyleydi. 'son sayı üç' vardı yine. 'üç` dediği an çıkacaksın, yarım kalsa bile... ve derhal hazır ola geçeceksin. haftada bir gün görüş vardı.

    oraya ikişer kişilik gruplar halinde gidilirdi, iki asker yanında, iki­sinin de ayakları senin ayaklarının üstünde. görüşünle konuşur­ken, ne dersen de, asker ayağına bastı mı susacaksın. tam 'an­nem nasıl?' diyeceksin, 'anne` der kalırsın, çünkü ayağına basılmıştır asker tarafından,.. görüşmeler hiçbir zaman kesintisiz bir dakikayı geçmez. mercimek ekmiştik. soramamıştım mercimek tarlalarını. çünkü mercimek sözcüğünü gizli bir şifre saymışlardı bir keresinde,..

    ramazan, geldi.

    1982'in temmuz ayı.

    oruç tutmak serbest dediler. sahura kalkmak yok, iftar ise saat 20. 00'den sonraydı. bu aslında 'oruç tutmak, istemiyoruz!' demek sayılırdı. benim ortağım ve muhasebecim bedii tan bey oruç tuttu. bu arada havalandırmada, betonda, üstümüz çıplak halde dünyanın idmanını yaptırıyorlar bedii'nin orucunun farkına vardılar,

    ne yaptılar biliyor musun?

    kanalizasyon kapağını kaldırdılar, avuçla pislik yedirdiler.

    bedii tan ishal oldu. çok hastalandı. hâlâ hatırlarım. koğuş kapısının önünde, buz kalıbı gibi 'pat`diye betonun üstüne düştü. yerde yatıyordu. bir er ve bir çavuş gardiyan geldi, koğuşa girdi­ler. yerde yatan bedii bey'in karnına bastılar. bağırsakları ve böbreği patladı bedii bey'in.

    marşlar kesildi.

    marşlar kesildi mi, ya bir heyetin geldiğini, ya savcının hapisha­nede olduğunu ya da birinin öldüğünü anlardık. avrupa konseyi'nden heyet geldi mi, mardin'in mazıdağı köylerinden iriyarı ha­san çelik sahneye çıkardı. iki oğlu ayrı ayrı koğuşlarda pkk'dan ya­tıyordu. heyet gözüktü mü koğuşun kapısında, başlardı bağırmaya: 'allah devlete millete zeval vermesin, yemekler o kadar çok ki!'

    yine bir keresinde 'heyet geldi' dediler, uludereli haydar ürün'ü alıp revire götürdüler. hasta gibi, göstermelik,,. yemek vermişler, hizmet etmişler yatakta, hasta muamelesi yapmışlar heyet ziyareti yüzü suyu hürmetine... îş bitip heyet gidince de es­sek sudan gelinceye, kadar dövmüşler haydar'ı. perişan yakını­yordu geri geldiğinde, 'ben mi istedim revire gitmeyi' diye.

    bedii tan öldü, elli yaşındaydı.

    gardiyanlara dava açıldı.

    diyarbakır e tipi askerî cezaevi'nden çıkıp cezaevi hakkında tanık olarak ilk konuşan ben oldum. o gardiyan (6 sene 8 ay ceza yedi. koğuştaki lakabı gestapo'ydu. erdi, gümüşhaneli'ydi, adnan'dı ismi...

    bir hadise oldu mu, herkes aynı ifadeyi verirdi. yüz beş kişibirden aynı ifadeyi:

    'bedii tan, eceliyle öldü. komutanlar ilaçlarım muntazamanveriyorlardı. '

    bedii bey 33 no'iu koğuşa girdikten otuz üç gün sonra öldü, üç gün beton üstünde, su içinde yatınca, hepimiz ishal olduk. bedii bey ölünce, bizi hastaneye götürdüler, kurtulduk. hepimiz ayakta, sırada bekliyoruz.

    eller popomuzda...

    kaçırmamak için... dayak korkusu ! altına bir kaçırdın mı dayak.,.

    yazın koğuşun bütün pencereleri kapalı, 70 derece... kışın bü­tün pencereler açık, eksi 23 derece, böyle günlerde tuhaf düşün­celere kaptırırdım kendimi, 'hiç olmazsa balkona çıkabiliyor ço­cuklarım' diye geçerdi aklımdan... hep çocuklarımı düşündüm, iki oğlan bir kız. iki oğlum, haluk ile haldun, ikisi de ingiltere'de tekstil mühendisliği okumuştu.

    gardiyanlar koğuşta hep küfürle başlardı konuşmaya:

    'ananı sikim, gel!'

    kızını sikim, gel!

    `karını sikim, gel!'

    seni psikolojik olarak da çökertmek, yıkmak için her şey yapı­lırdı. kapının önüne çıkartarak cop sokmak... seyredene de o co­pu yalatırlar. kusarsan, öbürüne yalatarak yeri temizletirler.

    pkk'nın ismini daha önce hiç duymamıştım. içeri alındıktan sonra öğrendim. o zamana kadar biz bu örgütü 'apocular' diye bilirdik. bu anlamda siyasetle hiç ilgilenmemiştim.

    dişlerimin çoğu sallanıyordu. neden mi ?

    çünkü hep kalas dayağı vardı ceza olarak. aç ağzını derlerdi, kalası getirir, iki elleriyle tutar ve küt diye çenenin altından yuka­rı doğru vururlardı. o kalın kalası çenene alt taraftan yedin mi, eğer tecrübesizsen dilini ısırırdın. tecrübeliysen dilini ısırmazsın ama bu sefer de dişlerin birbirine girer.

    işte şöyle bir şey.

    "bana bir gün bir avuç bok yedirdiler; öyle hazır ola geçtim !"

    bana da bir gün bir avuç bok yedirdiler de, bu sallanan dişle­rimden kurtuldum!

    tek ayak üstünde, duvar dibinde duruyorum. ceza! ama bir süre sonra yoruluyorum.

    ayağım düşüyor yere, tutunuyorum. emre itaatsizlik ! cezası:

    duvarın dibinde, kanalizasyonun kapağını kaldırdılar, bir avuç bok alıp agzima attim. sonra ağzımda pislik hazrola geçtim, öylece duruyorum.

    kıpırdamak yok. temizlemek yok.

    yere tükürmek yok.

    öylece ağzın kapalı, kımıldamadan ayakta, hazır olda bekli­yorsun.

    bir süre sonra bıraktı, içeri girdim.

    elazığlı arkadaş, ismi ramazan.

    allah razı olsun, bazı dişlerimi iple çekti. çünkü temizleyemedim dişlerimi... altın kaplanla olan iki dişten birini cebine attı, bi­rini bana verdi hatıra olarak. hapishaneden çıktıktan sonra ilk $im dişçiye gidip takma diş yaptırmak oldu.

    sekiz ay yattım, diyarbakır e tipi askerî cezaevi 33 nolu ko­ğuşta

    elli beş yaşındaydım.

    sekiz ayda on sekiz kilo verdim, iğne iplik kaldım. çıktığımda kimse tanımadı beni. "

    felat cemiloğlu' nun başından geçenleri ilk kez bir diyarbakır akşamında 1990'lı yılların başında kendi ağzından dinlemiştim, bu kitabı yazarken felat bey'le 30 ekim 2002'de, diyarbakır'ın kurt ismail paşa, 2. sokak, volkan apartman`ın zemin katında­ki bürosunda yeniden konuştum. anlattıklarını biraz düzelterek tırnak içinde aynen aldım kitabıma.

    felat cemiloğlu, 21 mayıs 1982'de gözaltına alındı. 10 haziran 1982'de tutuklandı. 14 ocak 1983'te, iki ayda bir yapılan inceleme­nin dördüncüsünde mahkemeye çıkarılmadan tahliye oldu. "suçlu bugün dahi aynı muameleyle karşılaşsa, para vermekten başka çaresi olmadığı" gerekçesiyle, tc sıkıyönetim komutanlığı di­yarbakır 2 no'lu askerî mahkemesi tarafından hakkında verilen beraat kararının tarihi ise 18 nisan 1984.. . felat cemiloğlu son olarak bana dedi ki:

    "hapishaneden kurtulduğum zaman genç olsaydım, en azın­dan soruşturma, gözaltı, 5 no'lu hapishane cehennemine tekrar haksız yere girmemek için dağa çıkardım. "
    '"

    hasan cemal - kürtler
  • cumhuriyetten yaralı kuşak” yaratmıştır bu cezaevindeki uygulamalar. sadece bu cezaevi mi? daha yüzlercesi. gelmek istediğim nokta, delilleriyle ve tanıklarıyla sabit olan bu hapishanede yapılan işkencelerin iğrençliği ya da insafsızlığı değil çünkü işkencenin her türlüsü biliyorsunuz ki kötüdür. sadece fiziki olanı değil, psikolojik olanı da bir o kadar kötüdür ancak fiziki olanında her ikisini birden yaşarsınız.

    evet, gelmek istediğim nokta, bugün “ordu göreve” diye kendilerini yırtanların bu ve bunun gibi binlerce olayı görmezden gelebilecek kadar “nezih bir mide ve omurga ontolojisi” sahibi olmalarıdır. askerî darbe dönemlerin “en karanlık dönemler” olduğunun farkında mısınız? bence değilsiniz. eğer böyle olunsaydı, çıkarları ilk zedelendiği anda “ordu göreve” diye bağırmazdı insanlar. tabii “ahkam kesmek” birkaç klavye tuşuna basmakla sonuçlanıyor ve bu mümkün. peki orada karakamu’nun yeşil ve postallı versiyonunun bu yaptıklarını neyle açıklayacağız? suçluydular değil mi?

    tamam, bunu kabul edelim ve herhangi bir devletin varlığını inkâr etmeyelim. bir devlet olsun ve belirli kanunları olsun, sonra o kanunlara uyma yükümlülüğü olsun bireylerin. hangi mantık bize olanları açıklayabilecek? herhangi bir suç karşısında insanlara reva görülecek şey bu mudur? “devlet baba” böyle mi muamele etmelidir evlatlarına? oedipus kompleksi, sadece bilinen anlamıyla algılanmamalı ve zannımca devlet baba’nın bunca baskıcı ve başat algılanması [ki; bunun sebebi yine devlet baba’nın kendisidir] sonucunda ne olmasını bekliyorduk? ece ayhan’ın “biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim” demesi ve “kılıç” imgesinin yine ece ayhan şiirinde devleti temsil etmesi işte hep bundandır zira ece ayhan’da da oedipus kompleksi vardır.

    hapishanenin doğuşu* kitabında michel foucault: “modern iktidar büyük gözaltıdır” demiştir, postal-seviciler güruhunun bunu anlamasına imkan ve ihtimal vermiyorum. yazı burada götümüze girmemesi açısından bitmiştir.

    bir de son olarak belirtmek isterim ki, “askeri darbe” döneminde “diyarbakır cezaevi” içerisinde olan olaylar, başbağlar’da ya da diğer pkk katliamlarında olanların karşılığı olduğunu düşünmek kadar düşmanca ve ikiyüzlü bir tavır daha yoktur.
  • "günün her saatinde işkence vardı. bazı günler elektrik, bazı günler askıi gergi vardı. çok afadersin ama, kötü şeyler de yapılıyordu, cop, sopa kullanma gibi... başka işkenceler de vardı. mesela bit, serum, tuvalet gibi.. kafana zaytinyağı döküp bit atıyorlardı. veya seni sıkıca bağlar, tepene de bir serum takarlardı. bazen günlerce o serum kafanda dururdu. her üç saniyede bir damla düşerdi kafana, aynı noktaya!"
    "işkencelerde kendini inkar etmen isteniyordu. pişmanlık duymanı, "ben kürt değilim, köpeğim" demeni istiyorlardı."
    "oradaki doktorlar işkence etmek için vardı. hastalansan da, delirsen de işkence devam ediyordu."
    "bize sıradan askerler işkence etmezdi, psikiyatristler, insan ruhunu bilenler işkence ederdi."
    "aynı işkenceye bağışıklık kazanmaman için, haftada bir işkence yöntemini değiştirirlerdi. bir hafta lağıma sokarlardı mesela, "bu sizin hamamınız, tertemiz olmadan çıkmayacaksınız" diyorlardı. öbür hafta sürekli pislik yedirirlerdi."
    "kapıda, gözetleme deliği vardı. camlar tamamen kırmızı beyaz bayrağa boyanmıştı. üç kış kaloriferler hiç yanmadı. yazın da camları açmak yasaktı."
    ekrem toğan'ın anıları
    express dergisi 53. sayı
  • 12 eylül rejiminin somutlaştığı yer. cehennem.
  • ece temelkuranın bugünkü köşe yazısında bahsettiği cezaevidir.
    http://www.milliyet.com.tr/…4/yazar/temelkuran.html

    şöyle der yazarımız yazısında:
    "
    çünkü daha sormadık o en önemli soruyu:
    'siz 12 eylülde neredeydiniz?'
    işkence görenlerin çocukları biliyor babalarının 12 eylülde nerede olduğunu. ama işkence yapanların çocukları daha babalarına sormadılar:
    'baba sen 12 eylülde neredeydin?' "
  • bir gun bu ulkede gercekten demokrasi oldugunda, kurbanlarinin acikca yasadiklarini anlatmalarini umdugum cezaevi. 12 eylul ankaradaki, istanbuldaki cezaevilerinde korkunc yasandi evet, insanlik disiydi evet, ama diyarbakir cezaevinde yasananlar hala karanlik bir kuyu bizim icin... yazanlar oldu ama anlasilan o ki yazilamayanlar yazilanlardan cok daha aci... kendimizle barisacagimiz zamanlara geldigimizde ogrenecegiz oralarda daha neler oldugunu... hesabini kim verecek o gunlerin, bunun cevabi yok iste...
  • çok büyük acıların yaşanmasına sebep olan mekan. diyarbakır cezaevinden önce kürt hareketi için rızgari, ala-rızgari, kawa, denge-kawa, özgürlük yolu ve pkk isminde altı örgüt vardı. bunlar diyarbakır cezaevindeki işkencelerden sonra bire indi, silahlı mücadele yolunu öngören pkk. diğer örgütlerin liderleri iç hesaplaşmalarla öldürüldü. pkk'nın dağ kadrosunu, silahlı kadrosunu diyarbakır cezaevinden çıkanlar oluşturdu. çünkü o cezaevinde işkence gördüler, onurları ayaklar altına alındı. pislik yedirildi, çivili sopalarla dövüldüler. altmış yaşında devlet yanlısı olarak giren bir adam çıktığında "eğer genç olsaydım dağa çıkardım" dedi. pkk'nın türkiye derin yapılarıyla oluşturulduğunun en büyük delilidir bu hapishane.
hesabın var mı? giriş yap