• son 50 yilin en buyuk filmleri listemde sittin sene kendine yer bulamayacak film. cunku 1957 yapimi ve benim matematigim kuvvetli. bu guzel esprilerle sizi isindiriyorum ki "seviyorum ama ..." dan sonra gelen kisim icin beni ateslerde yakmayasiniz. seviyorum ama...1957'de izleseydim cok daha fazla severdim. artik onca varoluscu eserden, romandan, makaleden sonra etkisi azaliyor.

    olumden kacamayacagini bilen, bundan biraz korkan ama aslen tanrinin varligiyla ilgili bilgi ve cevap arayan, bulsa rahat rahat olmeye razi ama bunlarin yerini inancla degistiremeyecek kadar supheci ve disillusioned (hacli seferinden sonra) bir sovalyemiz var. bunun yaninda da varoluscularin duygularini 1957'den alip 1300lu yillara tasiyan bir ateist; olumle yuzlesenlerin tanri veya seytan yerine hiclikle karsilastiklari icin yuzlerinin terorle kaplandigini, yasamin zalim ve ilahi olmayan bir sakadan ibaret oldugunu dusunuyor ama bergmanin cagdaslari gibi o da nihilist degil, "human condition"a empati duyuyor, bir ahlaka sahip. karsilarinda da olum; kacinilmaz, kayitsiz, "unknowing".

    paradoksal bir sekilde ateist adam kendisiyle daha barisik, inanamayan ama inanmak isteyen sovalyenin ise ici kurumus vaziyette; taa ki son anda olumu kandirana kadar, son bir cabayla kendine bir amac edinip masum aileyi kurtarana kadar. (o sahnede de olumun "satranc tahtasini devirerek kazandigin ufacik zaman sana yaradi mi, kimse benden kacamaz" diye pismis kelle gibi siritmasi guzeldir)

    meshur satranc sahneleriyle benim derdim var. tamam film kulliyen sembolik filan ama aslen benim butun sinema tarihindeki satranc sahneleriyle derdim var. hemen hepsinde baba baba adamlar tarihi mucadeleler verirken, eninde sonunda biri durduk yere tek hamleyle digerinin vezirini alir veya daha kotusu sah cekip mat eder, dramatik son gelir. eyvallah, bos zamanimda grand masterlik yapmiyorum, oyunun bitmesine 150 hamle varken kaybedecegimi hesaplayip medeni bicimde tokalasmiyorum rakibimle ama kardesim, bir hamle oncesinden dahi mat olamayacagini goremiyorsan ben senin o daha deminki kara kara dusunen pozlarini, "o clash of the titans" havalarini nasil ciddiye alabilirim.

    bir ikinci sorun da aktorlerin bazi sahnelerde "bitse de gitsek" havasinda repliklerini ezberden cabucak okumalari. bir diyalogda cumleler arasina zaman, yuz ifadesi, duygu, vs girmeyince pek inanilirligi kalmiyor, ellerinde kagit ardi ardina okuyorlarmis gibi oluyor. daha ilk sahneden var bu, olumun sovalyeyle karsilastigi. belki tiyatrocu gecmisi olanlar zamaninda bunu pek onemsemiyorlardi ama simdiki filmlere alistigim icin olsa gerek bayagi igreti duruyor eski film diyaloglari.

    filmde dincilere, din adamlarina karsi nefret acik. kendini kirbaclayanlarin konvoyu filmin en etkileyici sahnesi ve konvoyu durdurup korkutucu konusmasiyla ortami gerim gerim geren din adami, insanlarin korkularindan istifade ederek guc ve otorite saglayanlari temsil ediyor. oradaki kilit nokta da adamin bir cozum onermemesi, aksine herkesi asagilamasi, "hepiniz oleceksiniz, bu dunya gecici" diye moralini bozmasi, dunyevi hayati hor gormesi (aksi halde kendi issiz kalacak, dunyevi hayat icinde bir arti-degeri yok ki). bedenen saglikli, mutlu aktor aile de bu ruh haline tam ters bir portre cizmis.
  • ortaçağda geçen hikayesinde bergman, her biri birbirinden farklı olan bir grup insanın üzerinden hayata dair ne varsa**** sorgulamaktadır. bu filmden sonra daha da sorgulayacaktır, bu ne ilk ne de sondur.

    --- spoiler ---

    filme dair naçizane yorumum şudur:
    grubun tüm üyeleri, hayat görüşü olarak birbirinden farklıdır, her bir karakter, bergman'ın sorularına farklı bir yanıtla karşımıza çıkar.
    tüm bu grubun lideri, max von sydow'un oynadığı antonius block'tur. antonius block'un özelliği, bergman'ın sorularını soran kişi olmasıdır. tanrıyı ve doğruyu aradığını, bu yolda acılar çektiğini söyler. aynı zamanda ölüm ile satranç oynamaktadır. ondan bir gömlek daha üstündür, ama ölüm onu masa başı oyunlarıyla alt eder. ve böylece 2 istisna dışında gruptaki herkes ölür. hayatta kalanlar, bebekleri ve yaşam biçimleriyle dünyevi mutluluğu temsil eden çift, görülemeyen şeyleri görebilen oyuncu jof ve karısı mia'dır; jof, bildiğimiz üzere filmin başlarında meryem ve isa'yı görmüştür, ve karısıyla birlikte ölümden kurtulabilmiştir. bu anlamda bergman, tüm dini ve tanrısal öğelerden bağımsız bir şekilde insanın içindeki "iyi"liği ve temizliği yüceltmektedir.

    "tanrı var mı?" sorusunda ise sanırım yine arada kalmaktadır bergman. jof'un filmin başında meryem ve isa'yı gördüğü sahne tanrı'nın olduğuna, ama antonius block'un veba'yı yaydığına inanıldığı için zulüm gören küçük kız çocuğuna şeytan'ı sorduğu (ve kızın şeytanın her yerde, içimizde olduğunu söylediği) sahne tanrı'nın olmadığına işaret ediyor. bu anlamda kesin yargısını "oda üçlemesi"nde*** verecektir.

    --- spoiler ---
  • ingmar bergman'in, yine kendisinin yazdigi "tahta boyasi" isimli tiyatro oyunundan senaryoya uyarladigi ve oldukca otobiyografik izler tasiyan (tiyatrocular, cocukken rahip olan babasinin isi geregi at arabasiyla koy koy dolasarak yaptigi yolculuklar...) saheseri.

    veba, tanri adina ciktigi hacli seferinde tanri disinda her seyle karsilasmis ve onun var olup olmadigini ogrenmek icin cabalayan bir sovalye, tanri'nin var olmadigina coktan karar vermis olan seyisi, sovalyenin sorusuna yanit bulmasini saglayan tiyatrocu aile ve satrancta hile yapip yapmadigina emin olamadigimiz olum. boyle mukemmel bir senaryo, boyle mukemmel bir oyunculuk, boyle mukemmel bir yonetmenlikle kolay kolay karsilasilmiyor. karsilastiginda da oturup uc kez izlemek gerekiyor filmi.
  • müslümanı bırak, kültürel müslüman bi ateistin bile (müslüman ülkede yetişmiş ateist) çok yabancı bulacağı bi filmdir bu aslında.. çünkü film baştan sona hıristiyan dünyanın soruları üstüne inşa edilmiş. tanrı inancı sorgulaması bile şövalye karakterinde yine hıristiyan kültürü içinde yapılıyor. şöyle ki,

    müslüman dünyada tanrının, hatta sadece herhangi bi doğaüstü gücün değil, direkt allah'ın varlığının kanıtı, basit bile olsa herhangi doğaüstü bi olayın tanıklığıdır. bi dindarla din üstüne bi tartışma yaptığınızda, ona tanrının yok olduğunu iddia ettiğinizde beş seferin üçünde karşınızdaki hemen size başından geçmiş bi doğaüstü olayı anlatacaktır çünkü ona göre bu doğaüstü olay tanrının varlığına bi kanıttır. bazen o kadar önemsiz şeyler duyarsınız ki karşınızdakinden (bi gece yatakta birden bi şey çöktü üstüme her tarafıma, kalkamadım yerimden.. bi akşam tam babamı düşünürken arkamdan bi elin dokunduğunu hissettim, baktım kimse yoktu.. vs).

    çünkü biz açıklayamadığımız her olayı doğaüstü olarak adlandırıp böyle bi şeye tanık olduğumuz anda secdeye kapanan bi kültür içinde büyüdük. o yüzden bu filmdeki "azrail'le satranç oynadığı halde tanrının varlığını sorgulayan şövalye" imgesi bize ne kadar da yabancı.

    acaba bi simgesel anlatımı çok mu düz algılıyorum.. evet kabul ediyorum ama yine de inanç sorgusunun anlatıldığı bi hikayenin sınırlarının da yine inanç kültü içinde çizilmesini garip bulmaya hakkım var diyorum.

    peki ama bu garipseme hissiyatım acaba kültürel müslüman olmayan insanlar tarafından paylaşılıyor mu.. büyük olasılıkla hayır. en azından bergman tarafından hayır. öyle olsa zaten bu filmi çekmezdi. peki tırpanlı bir ölüm meleğiyle karşılıklı satranç oynayan bi insanın tanrının varlığını sorgulaması, filmin bi inanç-inançsızlık ikilemi içinde ilerlemesi nasıl mümkün oluyor bergman ve izleyicisine göre.. çünkü film başından sonuna kadar, yine bize yabancı olan, ama hıristiyan kültüründe üstüne külliyatlar dökülmüş başka bi konuyu işliyor,

    madem tanrı bu kadar iyilik kaynağı, o zaman dünyada neden bu kadar kötülük ve acı var..

    bu soru bize en az ilk bahsettiğim şey kadar yabancı başka bi mevzu. biz (müslümanlar ve kültürel müslümanlar) insanların kötülüklerinden allah'ı münezzeh kılarız, insanın özünde zaten kötü olduğunu ama bunun (her nasılsa) allah'ı bağlamadığını, yaşanan acıların bütün sorumluluğunun yine insanda olduğunu, allah'ın sonsuz iyilik kaynağı olduğunu ve bunun bi tezatlık oluşturmadığını düşünürüz.

    oysa hıristiyan dünya neredeyse bütün tanrı sorgusunu bu tezat üstüne kurmuştur (the sunset limited'ı izleyin derim). o yüzden bu film de kendisine vebadan insanların sinek gibi kırıldığı ortaçağı kendisine dekor olarak alır. zaten vahşetin kol gezdiği savaş alanlarından dönen şövalye ev diye yine başka bi acı ve sefalet ortamına gelir ve bu kadar acı ona ister istemez tanrının varlığını sorgulatır. bu soru (tanrı iyiyse niye acı var) o kadar güçlü bi sorudur ki, bi ölüm meleğiyle karşılaşmak bile onu sorgusundan vazgeçirmez.

    film boyunca bu acının varyasyonlarını izler dururuz. ama en çok da birbirlerini kırbaçlayarak, buhurdanlıklarla geçen kafileyle zirveye çıkar bu.. bu dünyanın renksiz gerçekliğinden kırbaçlarla, acıyla, toplu bi histeriyle kurtulmaya çalışan ve bu sayede bu katı doğallıktan kurtulup doğaüstünü hissetmeye çalışan sefillerin, onların liderlerinin felaket tellallığının çirkinliği gözümüze vurulur. acaba burada dine dört elle sarılan kitlenin basitliği mi gösterilmeye çalışılmıştır.. olabilir. zaten başka bi sahnede de vebanın sorumlusu olarak şeytanla yattığını ileri sürdükleri genç bi kızı yakarlarken baş karakterlerin bu edimi onaylamayan tiksintilerini seyrederiz. evet filmin katıksız inancı aşağı bulduğunu söyleyebilirim. o zaman bi önceki sahne de büyük olasılıkla o tahmin ettiğim manadaydı (real time entry yazınca böyle oluyor :)).

    ayrıca filmin asıl karakteri şövalye değil, onun yol arkadaşıydı.. ki o da zaten filmde inançsızı temsil ediyordu. ve film hep onun en doğruyu bilen olduğunu gösteriyordu bize. o inançsız ve doğru, sefil halk inançlı, şövalye ise inanmak isteyen ama beceremeyen..

    ama hokkabaz jof'un diğerlerinin görmediği, bu yüzden jof'u halüsinasyon görmekle itham ettikleri şeyler neydi.. bakire meryem ve bebek isa'yı görüyordu filmin başında. biz de jof hayal gördü diye kestirip atabilirdik ama filmin sonunda şövalyenin karşısında ölüm meleğini de, karısı görmediği halde o görebiliyordu. yani hayal değildi gördükleri. kaldı ki en sonda ölüm meleğinin, canını aldığı arkadaşlarını "karanlık dünyaya" dans ede ede götürdüğünü de görüyordu.

    film bize kesin bi cevap vermiyor.. nasıl versin ki.. şövalye gibi o da "cevabını almadığı halde soru sormaktan yorulmuyordu" o kadar.

    ayrıca bu sorguyu altmış sene önce yapıyordu.. ki bence eski filmlerin kritiklerinde asla unutulmaması gereken en önemli kriter ne kadar eski olduklarıdır. bugün artık klişeye düşmüş çoğu şey zamanının orijinal fikirleridir çünkü. şövalyenin yoldaşının neredeyse kadın düşmanlığına varan ("tanrım niye kadınları yarattın ki") maçomsu bilgeliği de, dinin sorgulanış şekli de belki bugün için biraz küçümsenecek, bazen burun kıvırılacak şeyler olabilir fakat filmin çekildiği zaman için değil.

    bergman'ı yeni keşfediyorum (persona'dan daha çekici buldum bunu). du bakalım daha çok var seyredecek..
  • ingmar bergmanın bence açık ara ile en iyi filmi. persona yı maalesef beğenmemiştim fakat iki filmde de oynayan güzeller güzeli bibi andersson iki filmi de ayrı etkileyici. film 1957 de cannes da jüri özel ödülü almış. sahneler ayrı ayrı bir harika. filmin dvd si de oldukça güzel(ama tek cd ben her zaman çift cdlileri tercih ederim.)
    dvd nin arka yazısı şöyle;

    on yıl haçlı seferinden dönerken yolu ölüm tarafından kesilen şovalyenin öyküsüdür. ölüm'ü bir bir satranç oyununa davet eden şövalye eğer onu yenerse yaşamına devam edecektir. yedinci mühür, kıyamet tehdidi altında yaşamın anlamını çözmeye çalışan yalnız bir adamın çarpıcı portresidir. film inanç sistemlerinin erozyona uğradığı, nükleer kıyametin gündelik bir tehdit olduğu 1950lerin dünyasında insanların hangi değerlere sarılması gerktiğini sorgular. bu özelliği ile yeni tür var oluşçu sinemanın da ikonu olmuştur.

    --- spoiler ---
    bunula beraber filmin kilit noktası bence şövalenin kendi hayatına karşılık oynadığı satranç oyununu tiyatrocu ve ailesi için göz ardı etmesidir.
    --- spoiler ---
  • karakterler ortaya ciktikca tarot'taki major arcana kartlarinin siralandigini düsündügüm, sembolizm'in sinema tarihindeki belki de en güzel örnegi. filmdeki karakterlerin tümü sovalyenin anima, animus, gölge ve self'leridir.

    ölümle satranc oynamak; evreni ve tanriyi sorgulamak, bilgiyi aramak ve hayatta kalma mücadelesidir. ölüm, siyah pelerini ve oragi ile pesimizden asla ayrilmayacaktir.
  • seyredilmesinin ardindan yeterince yasaminizi ve inancinizi degerlendiremediginizi dusunuyorsaniz, bir yol ve hayat muhakemesi hikayesi olmasi bakimindan the bridge of san luis rey'i okumak onerilebilecek bir film. sonrasinda grup terapiye bekliyoruz efendim. hayirli olsun kafanizi bulandirdiniz.
  • insanin, kendine sormaktan korkmamasi gereken, çogunluk için tabu olmus sorulari soran, üst-film. biçimsel güzelligin, düsünsel boyutun derinligiyle e$siz biçimde harmanlandigi iki olagandi$i yapittan biridir benim gözümde. digeri elbette 2001.

    nasil desem, "tamamen kendime ait bir film çekebilseydim, konusu heralde $u $u olurdu" diye düsünmemis insan yoktur heralde. ben de böyle hep düsünürdüm ancak yedinci mühür'ü izleyince "burada yapilmisi varmis zaten" diyerek ingmar bergman'in köpegi oldum.
  • ön plandaki bütün karakterlerin birbirinden güzel oyunculuk çıkardığı, bergman'ın erken dönem filmlerinden yaban çilekleri ile birlikte en bilinen filmi.

    belki efendi şovalyemizin oyunculuk bağlamında pek kasması gerekmemiş olabilir. çok hoş ve akılda kalıcı bir kuzeyli çirkinliği de vardı yüzünde. ses tonu muhteşem olan ve belki en az efendisi kadar insanda güven duygusu bırakan jöns, yaşamak sevincimiz sevimli oyuncu jof, demir ustası, hırsız.. ne yazık ki bunlardan bir tanesinin bile bir filmde bulunması o filmin oscar adayı olmasına yetiyor günümüz dünyasında.. sonra yok akıcıydı, değildi... gollumu izlerken daha çok tat alan adama anlatamaz tabii insan derdini.

    isveççe çekilmiş bir filmden alıntıları ingilizce olarak aparan arkadaşlarıma da bir çift laf etmek gerekirdi ama neyse..
  • --- spoiler ---
    sokak tiyatrocularının arasında geçen bir diyalog:
    -ben hangi roldeyim?
    -öylesine budalasın ki, insan ruhunu oynayabilirsin!

    sokak tiyatrocusu ve şovalye arasında geçen bir başka diyalog:
    -evet mutlu görünmüyorsunuz.
    -değilim.

    -neden?
    -canımı sıkan biriyleyim.

    -silahtarınız mı?
    -hayır o değil.

    -kim o zaman?
    -kendim.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap