• çözümü tecrübe edilmeden bulunmayacak sorular üzerinde uzunca ve tabulara kurban gitmeden düşündükçe içine girilen bir haldir sanırım bu. sonuça toplumun bazı temel şablonlara göre hareket etmeyen insanlar için daha ne anlatmaya çalıştığını bile irdelemeden yapıştırabileceği bir sıfata ihtiyacı vardır. toplum güvenli ve anlaşılması kolay fikirleri sever. aslına bakarsanız bu kadar bir arada genellemeye gerek yok, birey de çözemeyeceğine inandığı soruları yoksaymayı marifet sayar. bunu yapmayana da delilği yakıştırır. iş bu halde hemen deli manyak ve şizofren olduğum önkosuluyla aklımdan geçen birkaç delice fikri sizinle paylaşacağım. belki bir halta yarar.

    bir delilin gözünden insan

    ey canım sözlük okuru en temelinden başlarsak biz dünya denen gezegende yaşayan ve yaşaması için gerekli enerjiyi bir takım kimyasal tepkimelerden alan bu gezegene bağımlı canlılarız. ancak öbür canlılardan farklı olarak gelişmis düşünme yeteneğimiz sayesinde hiçbirinin sahip olmadığı* karar verme, şekillendirme yetisine sahibiz. işte tam bu noktada ben nedense filozoflara bırakılan ve herhangi bir bireyin aklından bile geçmesi garip karşılanan bazı sorular soracağım izninizle. hatta anlatmaya çalıştığım temel konu da bu aslında; neden insan bu kadar temel gizemler gözünün önünde dururken onları kurcalamaz, dibini kazımaz.

    soru 1 ölüm

    bakın soru kipine bile ihtiyaç duymuyorum ölüm başlı başına bir sorudur. zira insan şu an geldiği teknolojiye, aşırı gelişmiş sosyal yapısına, inanılmaz yaratım seviyesine rağmen diğer birçok canlıya ve evrenin yaşına oranla olağanüstü kısa ömürlüdür. ve bu nedense filozoflar dışında kimsenin ilgisini çekmez. hatta genel fikir odur ki ölüm üzerinde düşünmek içkarartıcıdır ve boşuna karamsarlık yaratmaya gerek yoktur. insan öleceğini kabullenmekten çekinmektedir nedense. ölüm ancak başkalarının başına gelecek olduğundan kimse üzerinde uzun uzun düşünmeye gerek duymaz. bir saniyeliğine de olsa herkesi şu an mouse tutmakta olan elinin toprak altında çürüdüğünü düşünmeye davet ediyorum ey sözlük okuru. gerçekten de işte o el toprağın altında çürüyecek yavaş yavaş. aslında zamanı biraz hızlandırıp dünyaya tepeden baksak her yüzyılda milyarlarca insanın ölüp daha fazlasının doğduğuna tanık olacağız. biz energi döngüsünün bir noktasında üst üste gömülen ve bir başkasının yapıtaşlarıyla yeniden gelişen canlılarız. bir organik madde çorbasının içinde milyarlar ve milyarlar hızla kaynayıp duruyoruz ve ne hikmetse her bir zerremiz bizim kıymetli olduğumuza bizi ikna etmeye çalışıyor. işte tam bu yüzden de bence ölümü düşünmekten çekiniyoruz. çünkü biz yani her birimiz en kıymetliyiz, en akıllıyız. ölmek mi o da nesi, olur mu hiç öyle şey. şimdi bunu böyel söyleyince bir çoğumuz garipsiyoruz. herkes ben öleceğimi kabul ettim diyor, ancak çoğunlukla olması gerekn ciddiyetle kendini buna inandırmıyor. öyle olsa milyon tane ayrıntıya kafa yorarken az da olsa böyle büyük bir soruya kendince cevaplar arar. ama nedense klişe birkaç fikri kendimizinmiş gibi kabul ediyoruz genelde.
    biraz daha başa dönerek soruyu yinelemek istiyorum. madem biz düşünme yeteneğine sahip canlılarız neden bu kadar kısa ömürlü ve üstüne kısa ömürlü olmasına rağmen ölümü düşünmekten çekinen varlıklarız. bakın herkesce sorulan ölüm nedir olgusundan başka bir şeyden bahsediyorum. al sana kapı gibi soru. ben bir manyak olarak kendimce şöyle cevaplara meylettim zaman içinde. insan kıymetsiz genetik köprülerdir. amacı genlerin sonsuza uzanma amaçlarına hizmet etmek ve bunu yaparken sorunlu genlerin ilerlemesini durdurmaktır. yani önemli olan kodun (bu kodun yazılma amacını istediğiniz düşünce yapısıyla birleştirebilirsiniz; din, tesadüf) selametidir. işte bunu kabul etmeye gelince insan içerliyor ne yani ben kıymetsiz miyim diyor. asıl genler bana hizmet ediyor diyor hmm. eğer öyle olsa senden kalan tek şey genetik kodun olamzdı ey canım okur. sen ömrünce iki sisteme hizmet etmeye ancak hala kendi kıymetine inanmaya programlanmışsın ve ne yaparsan yap bunun dışına çıkamazsın. bu iki sistem bir evrensel sistem yani yaratıcının veya fizik kanunlarının dilediği. ikincil olarak insanlar tarafından toplumsal düzen için geliştirilmiş olanlardır.(okul evlilik kanun)

    yani demek istediğim yaptığın hiçbirşeyi bu iki sistemin birine hizmet etmeden yapamazsın. ve hala kıymetli hissedersin kendini. çünkü sen zekisin üstünsün dünyaya dilediğince şekil verme gücü sırf sende var. ancak ne hikmetse minnacık, kısacık ömürlerimiz var. sizce de saçma değil mi şimdi bu, ben mi abartıyorum. işte istikrarlı bir manyak olduğum için buna da şöyle bir cevabı uygun gördüm. genlerdeki kod hataların onarılması, evrimin verimli yol alması için bazı güvenlik bölgeleri oluşturmuştur. yani hatalı bir kod evrende boşuna uzuun zamanlar harcamasın işleyişi bozmasın diye insana ortalama bir seksen yılı layık görmüştür. yani eğer sapıtık uçuk bir çiftleşme sonucu bir ucube dünyaya gelirse onun evrenin düzenine etki etmesi bu yolla önlenmiş oluyor. yep yeni taze elenmiş bir nesil yetişiyor ve onlar da kadının seçicliği ile kısmen, ölümle tamamen arıtılmış hale geliyor. yeterince saçmalamamışım gibi hayatta kalmak ve üremek dışında bir amaçla haraket edemeyeceğimizi de söyleyeceğim izninizle. her ne yaparsak yapalım sonuçta bu bizden önceki insanlarca yapılanların zilyonuncu tekrarı olacak. yani ben tanrı olsam ve insan ırkını yaratılıştan bu güne izlesem çok sıkıcı bir film izlemiş olurdum sanırım.
    evrensel sistem daha önce de başka yerlerde bahsettiğim üzere insan ırkını kullanmakta ve bunu yaparken çok sinsi davranmaktadır ancak dikkatli bakan gözler şunu görebilmektedir sanırım. sistemin istediği herşey bize haz verir. yani seks zevklidir, su içmek zevklidir, sıçmak zevklidir. bu da mı ilginç değil şimdi. göz göre göre sisteme bağlı kalmamız için ödüllendirilmiyor muyuz biz. bunlara yönelmemiz için rüşvet değil mi haz meselesi. yüzüne üç saat makyaj yapyorsun yeri gelkiyor ama onu çalıştıran yüzlerce kasın nasıl işlediği konusunda zerre fikrimiz yok. umursamıyoruz bile ne halta yaradıklarını. ve hala biz kıymetliyiz. bu bedeni de biz yönetiyoruz öyle mi. vah vah. kalp atışımız üç dakikalığına otonom sistemden çıkarılıp bize bırakılsa neyi nereye pompalayacağımızı şaşırırız ama halen hakim biziz öyle mi hmm. fark etmiyoruz hala bu sistemde ufak bir rolümüz olduğunu, ilginç. beden bizim ama biz kontrol etmiyoruz, karar bizim ama farklı bişey yapamıyoruz, evren bizim ancak çabucak ölüyoruz ve hala mükemmeliz. işte mucize diye ben buna derim.

    soru 2 sonsuzluk

    al sana üzüerinde kafa yorulmaya gerek duyulmayan ve yine filozoflara bırakılan bir soru daha. nasıl olsa sırf filozofların işi düşünmek. biz basit soruların ve sorunların insanlarıyız sonuçta. oldum olası evren için sonsuz derler ve biz de bunu olduğu gibi kabul ederiz. nedir yahu sonsuzluk demeyiz. üüüf gittiği yere kadar giden birşeydir bizim için sonsuz olan şey. evren mesela hep gitsen de sonunu bulamayacağım birşeydir ve daha düşünmeye gerek yoktur. böylemidir gerçekten. garip değil mi şimdi sonusuz diye bişey olması. ne renk ayakkabu giyicem lan yarın demekten daha önemli bir soru değil midir bu. ama sorulmaz ne ilginçtir ki, bilimadamları ve filozoflar içindir bu tip sorular. bizim evrenimiz değildir çünkü bahsedilen evren.
    biz yaşar aşık olur evlenir çoğalır ölürüz ohh ne yorucaz kendimizi. çözemeyeceğimiz sorular sormak saçmalıktır zira. onun yerine nereye gitsek kimi düşürsek diye düşünürüz mis olur. ancak yok ben manyağım arkadaş ben sorarım bunu ve tüm gece de uyumam gerekirse. evren denen sonusuzlukta bir zerre olduğunu gerçekten idrak edene kadar düşünürüm hatta. ama kıymetliyiz ya o kadar küçülmek pek hoşumuza gitmiyor sonuçta. biri çıkıp diyor ki mesela siz yaratıldınız hop hemen kabul ediyoruz, öbürü çıkıp yok yaratılmadınız büyük bir patlama raslantısal olarak sizi oluşturdu diyor hemen atlıyoruz. sanki bunları söyleyenler insan değil. ulan al sende de var aynı teknik altyapı beyin sinir uçları kaslar lenf bezleri. otur düşün. yasak mıdır bunları düşünmek?

    neyse bence sonsuzluk sonsuz hızda tüm yünlerde genişleyen demektir anasını satiyim. bunun ansıl olduğunu daha mesai ayırıp düşünmedim ancak bir manyağın neyi ne zaman yapacağı belli olmaz sonuçta. gün gelir ona da bir şey uydururum. neyin içinde sonsuz hızda genişlemektedir mesela bu evren, neden genişlemektedir. hmmm

    soru üç hiçlik

    bak bunu da ölümün içinde anlatabilirdim aslında ama bazı ilgin ayrıntılar için ayırdım bir kenara. bilinç öyle garip bir nane ki ey okur bir kere var olduğunda yok olması imkansızmış gibi geliyor bize. yani şimdi ben bilinçliyim yani varım, ama yok olmasını anlayamıyorum. şimdi mesela dan diye ölsek ve öbürdünya diye bir şey olmasa ne olacak. kapkaranlık bir fonda sonsuz bir düşüşe mi geçeceğiz. bilincin yok olması ne demektir. bir kere var olmuş bir bilinç yok olabilir mi. işte insan genetik kodlarla önemli kıymetli hissetmeye öyle konumlandırılmış ki. aksi bir hiçliği kabul edemiyor, anlayamıyor nedense. sen duya bağlı ampul değilsin ki elektirik gidince kapanasın. senin bir bilincin var. yok olmaz gibi geliyor. ama belki de oluyor bilemiyoruz. yeterince manyak olmama rağmen ben de bilmiyorum bir şey uyduramıyorum.

    soru 4 aşk

    hmm şimdi akıllı/normal insanların dilinden konuşuyorum sanırım. bunu hepimiz biliyor ve düşünüyoruz aşk. üstüne onlarca soru da soruyoruz ama ben başka birşey soracağım izninizle. ne bok yemeğe aşk diye bişey var. şimdi başından beri anlattığım üzere biz kıymetsiz, genlere hizmet eden organik çorbalarız. genlerdeki kod sonsuzluğa taşınsın diye kıçımızı yırta yırta hizmet edip kendimiz için yaptığımızı sanıyoruz. bizdeki kontrollü bir dalgalanması olan düşünme yeteneği bizi diğer canlılardan farklı ve işlevsel kılıyor ancak o bilinci yönetmesi de bazı sorunlar içeriyor. sonuçta her ne kadar genlere hizmet ediyorsak da bunu fark etmemiz istenmiyor. zira biz insan olarak öbür canlıardan farklı olarak fark edebiliyoruz. bir anlasak köle olduğumuzu anında olay çıkarırız. karşı koymak için organize oluruz. üremeye karşı eylem falan yaparız. bilincin bir diğer getirisi de sosyal yapıya olan etkisidir, biz toplumsal bir sistem yaratabilecek donanımlara sahibiz sonuçta. ancak durum bu olunca hayvanlar gibi sağda solda ürememiz kaptığını tutup kolundan sürüklememiz mümkün olmuyor. yalın haliyle seks bizim gibi bilinç sahibi canlılara ilkel geliyor. işte aşk burada devreye giriyor sayın okur. aşk üreme içgüdülerini toplumsal hayatın anlayabileceği kabullenebileceği hale sokuyor. insan topluluğunu düzenli üremeye itiyor. ve tabiki bu bazı hormonlarca ve yine insanın yarattığı toplumsal sistemin dayatmalarıyla da destekleniyor. yani kısaca söylemek gerekirse aşk seksin üstüne geçirilmiş modern bir kılıftır amacı da olayı da budur.

    oh ulan içimi döktüm azıcık rahatladım. yeni sorularla yeniden görüşmek dileğiyle, salıncakla kalın.

    edit: okudun mu lan gerçekten buraya kadar, yoksa direk sonuna mı baktın?

    ilişkili entryler;
    (bkz: hayat/@limon kimyon zorro)
    (bkz: #19358942)

    (bkz: inanmak/@limon kimyon zorro)
  • küçücük bir odadayım, kapı içeriden kilitli, çünkü kapalı bir psikiyatri servisindeyim. dışarıdaki hastalarla arama bir barikat koymak zorundayım, yoksa içeri girecekler, tahmin değil biliyorum. zaten içeri girmemin üstünden 5 dakika geçmeden kapı kolu oynamaya başlıyor. delilik içeriye sızmaya çalışıyor ve ben kapının bunu engelleyebileceğine inanarak kanepeye uzanıyorum.

    sabahın erken bir saati, hava bulutlu, karanlık, tipik bir kış sabahı. iç bahçenin sık ağaçları, bulutlardan aşağı ulaşabilen azıcık ışığı yapraklarıyla engelliyor. kalkıp pencereye seyirtiyorum, bugün gibi nemli ve soğuk günlerde pencereden bahçeye baktığımda, sanki hansel ve gretel'in hapsolduğu şeker evden, büyülü bir ormana bakar gibi hissediyorum kendimi. insanı hem korkutan hem de içine çeken bir havası var ağaçlarla yerleri kaplamış sarılı yeşilli yaprakların. servisin küçük bahçesinde yaşayan ve arada büyülü ormana kaçıp gelen kedilerden biri pervaza sıçrayınca, masalın arka planı oluşuveriyor. tabi hep pencereden bakmam lazım, kafamı çevirip daracık odaya ve toz kokan devlet malzeme ofisi masasına baktığımda büyü bozuluyor.

    e, hep dışarı bakamam ya, kanepeye dönüyorum. tavana dikiyorum gözlerimi, tavan da bana dikiyor. öyle boş boş bakışıyoruz. o da sıkılmış benim gibi belli. kimbilir kaç hasta görüşmesi, kimbilir kaç şef viziti, kimbilir kaç nöbet gündüzü ve gecesi gördü geçirdi. ben nöbetlerimde kaç tavana baktıysam o belki bunun bin katı doktora baktı böyle tepeden. bu yüzden ona baktıkça sıkıntım artıyor, empatiğim ya, ondan. yan dönüyorum, cenin pozisyonu alıp gözlerimi kapatıyorum. gözleri kapatınca sesler daha iyi duyulur efsanesini yaşamaya başlıyorum.

    kapının hemen dışındaki oturma grubuna oturmuş kadın hastaların konuşmaları çarpıyor kulağıma. burası adli servis, hepsinin bir suçu ve üzerine tatlının üzerine konulan krem şanti gibi kondurulmuş bir hastalıkları var. şizofreni de var, bipoları da, depresifi de. kocasını öldüren de var, annesini de, çocuğunu da. şişmanı da, zayıfı da, kısası da, uzunu da.
    en önemli ortak noktaları şu an orada, kapının hemen dışındaki oturma grubunda olmaları, bir de konuştukları.

    neredeyse hepsi(kocalarını öldürenler hariç) kocalarından söz ediyor. erkeklerle kadınlar ne kadar da farklı. kulak misafiri olduğum erkek hastalarsa karılarından hiç söz etmezler, fener'in mağlubiyetinden, hülya avşar'ın poposundan, sibel can'ın memesinden bahsederler genelde. aylardır görmedikleri karıları pek akıllarına gelmez. tuhaftır, karılarını en çok düşünenler hastalanıp onları öldürenlerdir.

    kadınlarsa kocalarını özlediklerinden, bayramda kestikleri kurbanı nasıl kavurma yapıp yediklerinden, kocalarının en sevdiği yemekten, tuttuğu takımın maçını izlerken nasıl da heyecanlandığından bahsediyorlardı. bir tanesi çocuklarını göstermeyen kocasından dert yanıyordu, işin acı yanı çocuklarını geçen sene boğarak öldürmüş olmasıydı, ama bunu hatırlamıyordu, 'çocuğumu öldürmüşmüşüm, yok canım daha neler, onlar benim kuzum' diyordu. odanın basıklığından bunalan yüreğim bu 'kuzum' kelimesini duyunca birden titredi. içimde bir yer ezildi ezildi, gözlerime doğru yükseldi yüreğimin titremesi, ağladım ağlayacağım. ama hani bilirsin ya, ağlamaya başlarsan gözlerin pandaya dönene kadar durmayacaksın, öyle bir his.

    o yüzden kendime 'ağlama' dedim, 'onu da ağlatacaksın'. sanki tavan ağlayabilirmiş gibi, ağlayacak olsa şimdiye kadar tavan mavan kalmazdı orda. öyle hikayeler girmiş o odaya. kendini kaybedenler, kendilerini üzüntülerinde, acılarında kaybedenler, kendilerini gerçekliklerinde kaybedenler, kendilerini zihinlerinin berraklığında kaybedenler. kaybedenler.
    kendimi başkalarının hayatlarında kaybetmemek için gözlerimi kapattım.

    uyandığımda, kadınlar şarkı söyleyip dans ediyorlardı. yüzümü gülümsemeleriyle okşadılar. ben de onlara gülümsedim, kapının arkasından ama sıcaklığı kapının arkasına geçti. deliliği arkasında tutamadığı gibi gülümsemeye de engel olamıyordu kapı. iyi ki de olamıyordu.

    (aralık-2008)
  • insan zaten delidir. o deliyi kalıba uyduramayan toplum onu dışlar.
    bizden değilsin!”
    “biz “ derken? biz kimiz?
    deliyi tanımlamak için önce bizi tanımlamak gerek! eğitilmiş, öğretilmiş ve normal düşünceye sahip olduğu varsayılan kişiler. ne diyordu yazar, “ insan sandığı şey değil sakladığı şeydir”
    yani sandığı ve sandığımız şey değil de sakladığımız şey isek, biz de sosyopati mevcut olabilir mi! olabilir. sakladığımız şeyler neler olabilir mesela? toplumun bilmesinden utandığımız, dışlanacağımızı düşündüğümüz her şey.
    o zaman saklayabilmek normallik, özgün davranmak ise delilik!

    normal kavramı “aşırılığı, eksikliği ve taşkınlığı olmama, ortalama durum, kurallara uygun, alışılagelen, olağan, uygun” olarak ... normallik

    anormal ise “genel olana, alışılana ve kurallara aykırı olan, dengesi yerinde olmayan, davranışı bozuk olan, deli” olarak açıklanmaktadır. anormallik

    mesela felsefe yapan adamların normal olduğunu mu düşüyorsunuz?
    sokrates hangi meşhur 5 li kuralı uyguluyordu? ya diyojen? yukarıdaki normal insan tanımına uyuyor muydu?
    nietzsche'nin iyi aile babası olduğunu düşünen var mı?
    bir insan delirmeden; ''zayıflar bizi kendi gücümüzden utanmaya zorladıkları için kazandılar" diyebilir mi? eğer bu adamlar deliyse, bu sözü hangi akıllı söyleyebilir?

    delilik insanın özüdür, normallik ise o özün kalıplara sığdırılmış halidir. delilikten sıyrılmış her insan sadece birer rutindir.

    “kim bilmez ki delilik özgür bir zihin ve görülmedik bir erdemin ortaya attıklarıyla yakın kapı komşusudur.” montaigne
  • size bi takım delice laflar hazırladım.

    sarımsak turşu için neyse, delilik de sanat için odur.
    augustus saint gaudens

    insanın geçmişi ya da geleceği görebilmesi için biraz deli, yaşamı anlayabilmesi için yaşamın biraz dışında olması gerek.
    djuna barnes

    az unutup çok hatırlayan delirir.
    unutmaları, hatırlamaları eşit düşenler sevinir.
    çok unutup az hatırlayan sevilir.
    hiç unutmayıp hep hatırlayan delirtir.
    bunları ölçmeye kalkan çıldırır.'
    özdemir asaf

    delirmek bazen gerçekliğe verilebilecek en uygun tepkidir.
    philip k. dick

    insanoğlunun doğasında akıllılıktan çok delilik vardır.
    francis bacon

    delilik tek kişilik azınlıktır.
    george orwell

    bazen gezegenimiz acaba evrenin tımarhanesi mi diye düşünmeden edemiyorum.
    goethe

    delilikten muzdarip değilim her anın tadını çıkarıyorum.
    poe

    deli olmanın, delinin kendisinden başka kimsenin bilemeyeceği bir zevki var.
    john dryden

    bir insan acıdan delirdiginde, diğerleri onun acısını değil deliliğini görür.
    murat menteş

    içinde bir tutam delilik olmayan hayat eksik bir hayattır.
    paulo coelho

    deliliğimde hem özgürlüğü hem güvenliği buldum; yalnızlığımın özgürlüğünü ve anlaşılmazlığın güvenliğini. bizi anlayanlar bizden bir şeyleri tutsak ederler çünkü.
    halil cibran

    ara sıra delirmek bile ne kadar güzel!
    seneca

    deli ol ve bize algının peçesinin ardındaki gizleri anlat. hayatın amacı, bizi bu gizlere yakınlaştırmaktır ve delilik bunun en hızlı atıdır.
    halil cibran

    onlar dans ederken görüldükleri için, müziği duyamayanlarca deli sayıldılar.
    friedrich nietzsche

    delilik, en sağlam dokunulmazlıktır.
    aziz nesin

    delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. delilik var olmuş bir zekanın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekanın var olmamaya devam edişidir. deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. aptallığın şerefli bir tarihi bile yok.
    peyami safa

    1949“daha önce de pek çok kez olduğu gibi, yoksa ben deli miyim, sorusu geçti aklından. belki de deli dedikleri tek kişilik bir azınlıktı. bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse, şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu. bu inancı bir tek kendisi taşıyor olabilirdi ve eğer öyleyse, o zaman delinin tekiydi. ama deliliği pek dert etmiyordu, onu asıl ürküten yanılıyor olabileceğiydi.
    george orwell

    tüm akıl hastalıklarının temelinde meşru acıları yaşamayı reddetmek yatar.
    carl jung

    tüm insanlık içinde herhangi bir deliliği olmayan tek bir kişi bulunabileceğini sanmıyorum. aradaki tek fark, derece farkıdır. bir kabak görüp de onu karısı sanan adama deli denmesinin nedeni, böyle bir şeyin çok az insanın başına gelmesidir.
    erasmus

    tam anlamıyla deli olduğum söylenemez çünkü aralarda aklım tamamen, hatta öncesinden de normal oluyor. ama ataklar sırasında durum iyice kötülüyor ve her şeyin bilincini yitiriyorum. ne var ki tehlikede olan bir madencinin işini hızlandırması gibi bu da beni çalışmaya ve ciddiyete itiyor.
    vincent van gogh

    delilik çoğunlukla başka bir kılığa bürünmüş akıldan başka bir şey değildir.
    goethe

    evrendeki en büyük gösteri sen, aklını keşfettiğin an başlar.
    sigmund freud

    delilik, kişide seyrek görülür; ancak gruplar, partiler, uluslar, çağlar için bir kural halindedir.
    friedrich nietzsche

    deli dedikleri etrafında neler döndüğünü çözmeye başlamış bir insandır hepsi bu.
    william s. burruoughs

    ''kendi kendine gülmek delilik değil, özgürlüktür.''

    "delilik, en sağlam dokunulmazlıktır."

    "insan tabiatında akıllıktan ziyade delilik vardır."

    "şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden."
  • "insan kendinden nefret ederse, birini sevebilir mi? kendi kalbi ile barışık olmazsa başkalarıyla iyi geçinebilir mi? kendi varlığından canı sıkkın ve yorgun ise topluluğa hoşluk getirebilir mi? bu soruların hepsine evetle cevap vermek için, deliliğin kendinden daha deli olmak lazımdır." **

    erasmus delilik konusunda yetkin biri değildi, bağnazlığa hatta katı kilise kurallarına karşı direnen sıra dışı bir rahipti. bize kalan bu baş yapıt niteliğindeki değerli eseri bilgeliği sorgulayan, insana, kiliseye, yönetimlere ve bildiğimiz kurumlara delilik üzerinden gülümseterek eleştiri yönelten bir tür hiciv.

    korkarım bu özelliklere evetle cevap vermek pek mümkün olmadığı gibi, nasıl cevap verilirse verilsin, bu ne delilik, ne deli olmaktır, olsa olsa kötülüktür...

    edit: ifade
  • neler buldum, ne kaybettim.
    ne beklerdim hiç bilmezdim.
    içine düştüğüm nefret,
    biraz miras, biraz alınteri.

    her şeyden vazgeçiyor insan,
    değişmiyor... değişmiyor... değişmiyor yalan dolan.

    tuhaf rastlantılar,
    tuhaf temaslar
    önüne geçemediğim bir deliliğe dönüşmüş...

    http://www.youtube.com/watch?v=oketoisrp9e
  • düşünce , inanış ve davranışları açısından topluluktan farklı olma durumu.

    edit: george orwell delilik tek kişilik azınlıktır demiş çok zaman önce, iyi de demiş.
  • murat menteş'in tanımıyla;

    "deli, dostunu bulamayan kimsedir. yalnızlık, deliliğin hammaddesidir. bir muhatap bulunca, deliliğin çemberinden çıkarız.mesela, kendimi mum sanıyor olsaydım ve biri de cereyanlar kesilince beni yaksaydı, delilikten yırtardım. yine de, insan istiyor ki, bir kişiyle olsun bu ‘kalpteki sır’, daha doğrusu ‘kalbin sırrı’ konusunda anlaşabilsin. birisi "evet"desin, "seni anlıyorum. aynı dertten bende de var."
  • "bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil deliliğini görürler."*
  • “deliliğe ancak gevezelerle suskunlar ulaşabilir: bütün sırlarını boşaltmış olanlar ve fazla biriktirmiş olanlar.” emil michel cioran
hesabın var mı? giriş yap