• express sayı 2010/05'ten geliyor.
    (cineuropa, der spiegel ve film comment'den çeviri; neslihan akpınar-ahmet gürata)

    ***

    - neden 1. dünya savaşı arifesinde bir alman köyünü filminize merkez seçtiniz?
    - michael haneke: amacım, bir mutlaka dönüştürülen değerlerle eğitilen bir grup çocuğu ele alman ve onların bunu nasıl içselleştireceğini görmekti. ister politik olsun, ister dinsel, bir ilkeyi mutlak statüsüne yükseltmek, gayriinsani bir şeydir. ayıca film sadece faşizmle ilgili değil; belirli bir kalıbı ve çarpık ideallerle ilgili evrensel bir durumu konu alıyor.

    - köyedeki ilişkiler içten içe sorunlu. kahraman yok, kurtuluş yok. insalık görüşünüz bu kadar olumsuz mu?
    - michael haneke: hayır; fakat dünyamıza düzensizlik hakim. dramanın amacı, çatışmaları göstermek, kuşkudan arınmamıza, rahatlamamıza izin vermemektir. bütün filmler manipülatiftir. izleyiciye tecavüz eder. mesele şu: izleyiciye neden tecavüz ederim? bunu izleyiciyi düşünmeye, zihinsel olarak bağımsız olmaya ve bu oyunda kendi rolünü görmeye zorlamak için yapıyorum.

    - beyaz kurdele'de çocuklar bile soğuk ve zalim...
    -michael haneke: ben çocukların masum olduğuna inanmıyorum. aslında kimse buna cidden inanmıyor. oyun parklarına gidin ve kum havuzunda oynayan çocukları izleyin! "tatlı çocuk", ilelerin arzuladığı romantik bir kavramdan öte bir şey değil.

    - filminizde, çocuklarınız katı bir protestan eğitimi altında nasıl otoriteye tâbi ve suça meyilli köleler olarak yetiştirildiğini anlatıyorsunuz...
    - michael haneke: evet, bu çocuklar emirlere uyan bireyler olarak yetiştiriliyorlar. otoriteyi kabul etmeyi öğrenmeleri gerekiyor. ancak eğitim, her zaman, bireyin topluma uyum sağlayabilmesi için özgürlüğünün terbiye edilmesi anlamına gelmiştir. filmdeki çocuklar, her ne kadar ebeveynlerine mutlluk ya da neşe getirmese de, onların çocuk yetiştirme konusundaki ideallerini somutluyor. luther'in incil'inde şöyle deniyor: "ben kıskanç bir tanrıyım, bablarının günahlarından dolayı çocukları cezalandırırım." tarihsel bir geçmişi olan kötülük ya da bir kuşaktan diğerine aktarılan şiddet, "lanet"in kökenine nereye dayandığı sorusunu gündeme getiriyor. eğer günah kavramından kaçınmak istiyorsanız, konuyu tarihsel ya da sosyolojik temellere dayandırmanız gerekiyor. herkesin her türlü kötülüğü yapabileceğini ya da tam tersi davranış sergileyebileceğini düşünüyorum. goethe'nin dediği gibi, "daha önce işlemediğim tek bir suç yok." iyi ya da kötü arasındaki denge hep vardı; esas mesele, koşulların ve kişisel tercihlerin buna nasıl neden olduğu. dünyada derin bir adaletsizlik hakim. filmde incil'den yaptığım alıntıya gelince, özellikle korkunç olduğu için kullandım. çocuklar açısından, bu kasabdaki en güçsüz kişiye işkence yapma hakkını getiriyor. fanatikler böyle davranıyor... tarihsel açıdan baktığımızda filmdeki çocukların kuşağı ve tâbi oldukları "eğitim", bize gelecekte birer yetişkin olarak üstlenecekleri rolü ve hatta onların çocuklarını düşündürüyor. sanırım bu nedenle anlatıcının sesi bir yaşlı adama ait. filmdeki genç öğretmenle bu ses arasındaki mesafe, arada geçen tarihsel deneyimleri çağrıştırıyor.

    - "beyaz kurdele"de koşullar kişisel tercihleri nasıl etkiliyor?
    - michael haneke: 1914 gerçek bir kültürel kırılmaydı. 1. dünya savaşı'nın patlak vermesiyle, tanrı, imparator ve anavatan arasındaki birliktelik koptu. bir bakıma 2. dünya savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeler de bununla ilişkilendiriliebilir. "beyaz kurdele"de 8 ile 15 yaşları arasında gördüğümüz çocuklar, nasyonal sosyalizmin yükseliş döneminde sorumluluk üstlenecekleri bir yaşa gelmiş olabilirler. aklımda sol terörizmin, kızıl ordu fraksiyonu'nun tarihçesi de vardı. gudrun ensslin, protestan bir rahibin yedi kızından dördüncüsü; ulrike meinhof da son derece dinsel bir aile ortamından geliyor. her ikisi de benim çok ilginç bulduğum bir ahlaki katılığa sahip. meinhof'u 60'ların sonundan biraz tanıyorum. bambule adlı televizyon oyununu hazırladığı dönemde ben de yayıncı olarak çalışıyordum. fanatik birine benzemiyordu. etkileyici, iyi eğitimli ve çok komik biriydi. bir keresinde çocukları okula geç kalmıştı. onlara, eğer aynı şey bir daha başlarına gelirse, "kapitalizmin suçu" diyerek mazeret göstermelerini söylemişti.

    - filmlerinizin çok fazla şiddet içerdiğinden şikayet ediliyor...
    -michael haneke: ama şiddeti çekici hale getirmiyorlar. öylesi müstehcen olurdu. izleyicinin fantezisi görüntüden daha güçlüdür. gıcırdayan bir zemin, kağıdaki canavardan daha ürkütücüdür. korku, inan varlığının en temel koşullarından biri.

    - sizin korkularınız neler?
    - michael haneke: çok özel şeyler değil. hastalık korkusu, acı duyma korkusu... sevdiğim birini kaybetme ve ölüm korkusu...

    - insanların zaten çok fazla korkusu var, sinema onları daha endişeli hale mi getirmeli?
    - michael haneke: pasolini'nin faşist italya'daki cinsel sapkınlığı konu akan filmi "salo ya da sodom'un 120 günü" beni o kadar korkuttu ki, 14 gün hasta yattım. filmden hiçbir şeyden olmadığı kadar çok şey öğrendim, ama bir daha asla böyle bir cehenneme bakmadım.

    - modern orta sınıf toplumunda böyle cehennemlerden çok var. siz de dönüp dolaşıp buraya dönüyorsunuz.
    - michael haneke: bu, en iyi bildiğim şey. filmlerimin başlıca izleyicileri de bu sınıftan; bu durm, filmdeki karakterlerle özdeşleşmelerini kolaylaştırıyor.

    - sanki orta sınıf kökenli olmakla ilgili bir derdiniz var...
    - michael haneke: hayır, böyle ayrıcalıklı yetiştirildiğim için minnettarım. üçüncü dünyalı insanların yaşadığımız yere gelebilmek için neler yaptığını her gün görüyoruz. ve biz de onları içeri almamaya çalışıyoruz. çünkü paylaşmaktan korkuyoruz. ama korku saldırıya neden olabilir. "saklı"daki karakterlerden biri şöyle der: "hiçbir şey yitirmemek için yaptığımız onca şeyi bir düşün." toplumumuz açısından çok önemli bir cümle.

    - siz başkalarından daha mı iyisiniz?
    - michael haneke: hayır. ben de herkes kadar korkak ve bencilim. bir göçmen kapıma gelip "çok fazla odan var, burada yaşayabilir miyim?" deseydi, onu içeri alır mıydım? hayır. ben bir aziz değilim. filmlerimde diğer insanlara ve kendime belirli bir şüphe geliştiriyorum.

    ***
  • filmin siyah beyaz çekilmesini haneke http://www.cinema.de/ 'ye şöyle açıklar:

    'genellikle tarih filmleri izlediğimde, hikayeyin doğru olduğunu bilmeme rağmen, inanmakta zorlanıyorum. bunun nedeni görsel hafızamda bu zamanların (20yy'ın ilk yarısı) gerek varolan videolar gerekse resimlerden dolayı zihnimde siyah beyaz ile ilişkilendirilmiş olması. başka şekilde hayal etmem nasıl mümkün olabilir? ayrıca siyah beyazı seviyorum ve bu fırsatı bir neden olduğu zaman kaçırmam (gülümser).'
  • --- spoiler ---

    film, 1913 yılında geçiyor. bu tarihin neden seçildiğini bilmemekle birlikte, şunları söyleyebiliriz. "1. dünya savaşı" arkaplanı filmde 'edilgen' olarak baskın iken, etken olarak*, anlatıcının 1917 yılında savaşa katılmak amacıyla kasabadan ayrılması dışında yer bulmuyor.

    o zaman bu tarihi şöyle yorumlayabiliriz. 1913'te, 8-10 yaş arası çocuklar, tam 20 sene sonra, 30'lu yaşlarının sonunda hitler'i iktidara getiren asli kitleyi oluşturacaklar. hatta hatta, almanya ordusunda orta-üst düzey subaylardan, parti yöneticilerinden müteşekkil olacaklar.

    haneke, belli 2. dünya savaşı'nın sonuçlarını bizzat deneyimlemiş bir entelektüel olarak; "dünyaya karşı bunca kinin, bunca sistematik vahşetin nedeni" sorgulamasına, birkaç esaslı yanıt veriyor.
    birincisi; insan, doğası gereği kötüdür. tüm o gözü dönmüş vahşilik, "telkinci ideologların" sıktığı masumiyet/saflık gibi palavraların altındaki koskocaman bir gerçek olarak yatıyor. ister masumiyet de masumiyet diyerek uyumaya devam edersin, ister cüret edip masumiyeti sorgularsın.
    ikincisi; tüm o saflık palavralarının altında yatan yoketme isteği, geleneksel ideolojiler tarafından (filmde yer yer soylu sınıf, ama baskın olarak ruhban sınıfı, hristiyanlık) görmezden geliniyor. insanlar, bu ideolojiler tarafından "saflık, masumiyet" palavralarıyla kandırılırken, kinleri ve vahşet isteklerinin kapsamları genişliyor. bu kinin dışa vurulduğu nadir anlarda din, (filmin sonunda, rahibin anlatıcıyı evinden kovması gibi) olayı örtbas etmek ve vahşetin "arkasını toplamakla" iştigal ediyor baskı, kötücüllüğü hem besliyor hem olumluyor.
    üçüncüsü; geleneksel sisteme entegre olamamış, ilişememiş insanlar (filmde anlatıcı ve öğretmen) sorunu fark etseler de inisiyatif almıyorlar. çünkü sayıları çok az. en önemlisi etki alanları geniş gibi gözükse de (filmde, baş kişinin "öğretmen" olması ve vahşetin kaynağı "çocuklar"la doğrudan muhatap olması) karşısında çelik gibi iki özne var. insanın varoluşu/genleri ve yüzlerce yıllık öğretiler. bunlara karşı kısa vadede yapılabilecek hiçbir şey yok.

    bir adım daha ileri gidiyorum; anna karenina'da kont vronski, içine düştüğü bunalımdan, pişmanlık duygusundan bir nebze olsun kurtulabilmek için, orduya yazılıyor, osmanlı'ya karşı savaşa gidiyordu. filmde de anlatıcımız farklı bir düzlemde, benzer bir eylem içinde. kinin/nefretin orijinini ve belirtilerini fark etti. ve sonra, farkında olmanın yükünden kurtulabilmek için 1917 yılında savaşa, yani vahşetin en hoyrat biçimde varolduğu, olumlandığı ve yeniden üretildiği meydanlara gitti. yükünden arındı. -ve buraya dikkat- tekrar kasabaya dönmedi. kötücüllükten kaçılmayacağını idrak ettiğinden ötürü öğretmenliği, çocuklarla muhatap olmayı bıraktı. baba mesleği terziliğe döndü, evlendi ve sahte mücadelesinden dahi (kötücüllükle savaştan) elini eteğini çekti. sisteme, yabanıllığa yeni kıyafetler biçen bir terzi olarak sisteme eklemlendi.

    elbette bu sisteme ilişme süreci ve sonrası haneke'nin ilgi alanının büsbütün dışında olduğu için, süreç birkaç cümleyle geçiştirildi ve film en nihayetinde bitti.

    dipnot: bana kalırsa, yaşlılığında tüm bu dehşetengiz yaşanmışlıkları sukunet içinde anlatabilen "anlatıcı" da, öğretmenin ta kendisi. anlatıcı, öğretmenin sisteme ilişmiş, rahata kavuşmuş, iki esaslı savaştan da yırtmış yaşlılık hali.

    ***
    http://www.radikal.com.tr/…26.05.2010&categoryid=97
    ***
  • kisa ve oz olarak , avrupanin-hatta dunyanin savasla yogrulmus karanlik caglarina zemin hazirlayan zihniyete goz atan filmdir.
    o beyaz bez parcasi ki kolda veya sacta , gucsuz omuzlarina yuklenilen agir kutleleri tasiyamayan kucuk bedenleri adeta cezalandirircasina , iclerindeki karanliga isik tutsun diye parildamaktadir.ama gun olacak kucuk beden buyuyecek , kendi bireysel iktidarina sahip olacak ve o kurdelayi baskalarina takmak icin firsat kollayacaktir.
  • --- spoiler ---

    yazılmamış olmasına şaşırdım, filmin en etkileyici sahnelerinden birisi de lahanaları talan eden max'in babasının intihar ettiği sahneydi. çocuğun gelip ahırın kapısını açması ve babasının ölüsünü görmesi.. sonra bahçede oyun oynayan kardeşlerini farkedip kapıyı tekrar kapatıp, tek kelime etmeden tek damla gözyaşı dökmeden mutfağa gidip oturması. çok güzel be. şimdi film bittikten sonra bir daha izledim. gerçekten çok güzel
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    birileri yere bağladığı iple doktorun atını tökezletiyor, doktor haftalarca hastanede yatıyor
    kontun çiftliğinde yangın çıkıyor
    çalışan kadınlardan biri iş kazası geçirip ölüyor
    kontun oğlu dövülüyor
    hasta küçük çocuk dövülüyor
    ölen kadının kocası intihar ediyor
    travmatik doktor ebe ilişkisi
    baskıcı, dayakçı rahip,
    ensest vb.
    olaylar olaylar!!!
    --- spoiler ---

    bu kadar olayın olduğu filmi 2.5 saat boyunca seyrediyoruz ve çok yavaştı, hiç hareket yoktu diyoruz.
    en aksiyonlu holivut filmlerinde bile bu kadar olay yoktur.
    filmden çıkarttığım sonuç; önemli olan ne yaptığın değil nasıl yaptığındır.
  • sinemada izlenecek film değil.

    1. ses namına ara sıra çalınan enstrumanları saymazsak sadece diyalog olduğu için yeni ve iyi yönetilen bir sinemada* dahi yan salondaki ekşınlı filmin sesiyle beraber izliyorsunuz, acayip dikkat dağıtıyor.

    2. 8 kişiydik salonda ben hariç 7'si haneke filmine geldiklerini bilmiyolardı sanırım, bir çift ilk yarıda siktir olup gitti, siktir olup gitti diyorum zira hatun kişi 2 defa salondan çıkıp geri girdi. bir baba oğul ilk yarıdan sonra çıktılar. tam arkamda oturan 3 arkadaş da oflaya puflaya, söylene söylene yani benim film keyfimin içine sıça sıça izlediler. ne konsantrasyon kaldı ne başka bir şey.

    sözün özü; dvd'sini alın, torrente abanın oturun evinizde izleyin.
  • --- spoiler ---

    itiraf etmeliyim ki bittiği anda hissettiğim şey yarım kalmışlık duygusuydu. ya yaşlanıyorum belki de ondandır ama sonunun seyirciye bırakıldığı filmler artık bana zor geliyor. hala merak ediyorum çünkü ebenin ve özürlü oğlunun akıbetinin ne olduğunu, ebenin niye apar topar bisikleti alıp yola düştüğünü vs.. hatta doktorun düşmesine sebep olan ipi kim germişti, kızı mı acaba.. yoksa yine filmin kötüleri olan çocuklar mı..

    bu soruların cevapları belki çok önemli değil, belki biraz düşününce bulunuyor ama ben yine de filmden beni bu zahmetten kurtarmasını ve anlatmasını beklemiştim. hatta anlatıcı gayet iddialı bi lafla, “belki ileride olanların sebeplerini daha iyi anlayabiliriz bunları anlattığımda” dediğinde beklentim daha da yükselmişti. bu cümleyi tam doğru yorumlayamadığımdandır belki ama ben filmin geçtiği tarihi 1938 sanmıştım ve sonra başlayacak savaşı direkt ikinci dünya savaşı sanmıştım. o yüzden hikayedeki kötü adamlar bizzat birbirlerine kötülük eden köylüler mi, hatta papazın kendisi mi çıkacak diye merak bile etmiştim.

    üstelik filmde papazın çocuklarına uyguladığı aşırı katı disiplin ve baskı dışında (ha evet bi de doktorun kızını taciz edişi var) diğer çocukların çok bi - ileride faşizme kayacak kadar – yaşadıkları kötü yetiştirilmeye de şahit olmamıştık. yani tamam papazın çocukları sonra nazi olsalar anladık da diğer çocuklar niye oldu.. haneke “kötülük bizim genlerimizde” diyorsa, o zaman zaten bütün herkesin içinde bi nazinin yattığını söylüyorsa almanya’da geçen bi hikaye anlatmasına gerek olmamalıydı.

    demek istediğim şu.. eğer haneke bu filmde nazizmin neden oluştuğunu anlatıyorsa o zaman bütün herkes doğuştan kötüdür demiyordur, işte "şu şu şu sebeplerden dolayı tarihin bi döneminde almanya’da nazizm yaşandı ve sebepleri buydu" diyordur. yok herkes kötü diyorsa o zaman özellikle almanya’dan bi hikaye anlatmazdı, kötülük bütün dünyaya has derdi.. ki zaten haneke diğer filmlerinde de bunu anlattığına göre ben bu ikinci olasılığı daha yüksek buluyorum. haneke nazizmin sebeplerini anlatmaya girişmemiş, seyirci bu yorumu filme atfetmiş bence.

    neyse içerik için diyeceklerim bu kadar, biraz da biçemden bahsetmek istiyorum. haneke’nin gerçekçi yönetmenliğinin müsebbibi bence diğer yönetmenlerin gerçekçi olmayan rejileri. haneke’nin çok üstün bi yönetmenliğini görmüyorum aslında yani. örnekleyeyim,

    bu filmde pek çok sahnede evin bi odasında yalnız kalıp diğer karakterlerin odaya gelmesini bekleyen insanlar gördük. mesela bi karakter eve geliyor, konuşmak istediği kişiyi söylüyor, o kişiyi çağırmaya gittiklerinde adam odada yalnız kalıyor ve bekliyor. işte bu anda biz de bekliyoruz ve sahnede hiç bi hareket olmuyor. sanki gerçekten biz de oraya gitmiş ve odada bekliyormuşuz gibi hissediyoruz.

    bu tip bi sahne ticari sinemada, zanaatkar bi yönetmen tarafından şöyle çekilir. ticari sinemanın şaşmaz kurallarından biri hiçbir saniyenin boş geçmemesi gerekliliğidir. bu yüzden adam odada yalnız kalınca etrafa bakar, kamera hareketlidir, adam odada ilginç bi şey görür falan filan.. ama mutlaka bi şeyler olur. asla boş bi an geçmez. yok odada görülecek ilginç bi şey yoksa bu sefer sahne değişir ve adamın (ona a diyelim) beklediği kişiyi (buna da b diyelim) görürüz, b’ye a’nın aşağıda beklediği söylenir, b’yi seyrederiz ve mutlaka b ilginç bi şeyler yapar. bi şeyi cebine alır, camdan bakar bi şey görür falan filan.. ama sahne asla boş geçmez.

    haneke (ve aslında benzer pek çok yönetmen.. ki bunlara sanat filmi yönetmeni de deniyor ya kısaca) bunu yapmıyor işte.. bu yüzden sanki bi film değil de gerçekten orada olan bi şey seyrediyormuş gibi hissediyoruz. kamera genellikle sabit oluyor, kamera numaraları asla kullanılmıyor, kamera sadece görmemiz gereken bi şey varsa en basit haliyle o olayı görmemiz için kullanılıyor o kadar. cut’lar, paralel kurgular, zoom’lar vs bu sinemaya yabancı..

    ben bu tarzı da seviyorum (çoğu popüler sinema izleyicisi tahammül edemiyor bu dinginliğe) ama bazen dengeyi kaçırdıkları da oluyor. mesela tarkovsky filmlerini bu yüzden seyredemiyorum. siebente kontinent’i de ilk beş on dakikasında gayet keyifli seyrederken sonra ara vermek ve ertesi gün bitirmek zorunda kalmıştım. ama bak, zaman geçtikçe haneke de değişiyor. çünkü bu filmi kontinent’le kıyaslarsan bu filme gayet hızlı bile diyebilirsin.

    neyse gitgide dağıttım anlattıklarımı. toparlamak için uğraşasım yok şimdi.. güzel film, iyi film. bitti.

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    filmin siyah beyazlığının almanya'nın küçük köyündeki renksiz, toleransız, tutucu ve katı disiplinle çevrili atmosferine fazlasıyla uyduğu; yer yer sanki haneke filmi izlemiyormuş duygusuna kapılıp, haneke'nin ara ara uzun es'leri size kendini hatırlatan, kuşkusuz haneke'nin en iyi filmi olmayan film olmuştur. filmin sonunun tarihte birinci dünya savaşının başlanma nedeni olarak bize belletilen ve bir anlamda sadece bahane olan avusturya arşidük'*ünün sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi haber ise gülümsetmiştir.

    milletler kültürleri ile kuşkusuz bağlantılıdır. almanya'nın 2. dünya savaşından sonra otoriter ve itaata dayalı disipline bir şekilde toparlanmasına yol açan kültürü kuşkusuz benzer şekilde nazilerin kendi sapkın gerçekliklerini gerçekleyebilecekleri bir ortan sağlamıştır. haneke'nin eleştirisi dönemin alman kültürünedir kuşkusuz. itaatı sevginin yerine koyan ..... ödüllendirme yerine cezalandırmayı baz alan. gücün disiplinle ifade edilip, ispatlandığı
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap