• bir düzeneğin anlayabilip anlayabilemeyeceği sorununu inceleyen düşünce deneyi. aslında sorun bir düzeneğin "anlayabilmesi" olarak değil de, bir "zihin" sahibi olması şeklinde ifade edilirse daha doğru olur. zira anlamak demek, (kişi kendinden bilir ki) düşünmek demektir, zihin demektir, ve (yine kişi kendinden bilir ki) zihin "nesne"mize ait olmaktan çok, "içimizde" var olan bir şeydir. bir düzeneğin zihin sahibi olmasını kabullenmek insanın sağduyusuna aykırıdır, çünkü düzeneği oluşturan alt parçaları bilmekteyizdir, bunlar nesnelerdir, yani düzenek de nesnedir. düzeneğin zihin sahibi olmasını kabullenmek masanın sandalyenin, taşın, ağacın da zihin sahibi olduğunu kabullenmek anlamına gelir.

    bilim giderek insan vücudunun işleyişini daha çok ortaya çıkarıyor, ve görüyoruz ki insan vücudu da bir nesnedir. ve bu nesne zihin sahibidir. insanın zihin sahibi olduğunu kabul edip insanla aynı işlevleri gerçekleştirebilen başka bir nesnenin zihin sahibi olmadığını iddia etmek, insan zihnini diğer nesnelerden ayıran "nesne olmayan" bir etkiyi kabullenmek olacaktır. şunu açıkça ifade etmek gerekir ki, masanın kendi maruz kaldığı ve tepki verebildiği etkiler alemi uyarınca bir zihin sahibi olduğunu kabul etmek, insanın nesne olmayan "ruhani" etki sayesinde, yani "ruh" aracılığıyla bir zihin sahibi olduğunu kabul etmekten çok daha bilimseldir.

    insan olmayan nesnelerin ve düzeneklerin zihin sahibi olacağını kabul edersek eğer, birden çok insandan oluşan düzeneklerin, insanlar ve başka nesnelerden oluşan düzeneklerin, yani insanın alt parçası olduğu üst sistemlerin de zihinleri olduğunu kabul etmemiz gerekecektir.

    kural olarak diyebiliriz ki, dış etkileri algılayan ve bu etkilere depki veren her "şey" bu algı karar mekanizmasının içeriğinden oluşan bir "zihin" sahibir.

    çin odası düzeneğinin çinceyi anlamadığı doğrudur, çinceyi anlayabilmek için ülke, dil, toplum, kültür gibi karmaşık kavramların oluşabileceği insan zihni kadar zengin bir zihin gerekir. ancak çinceyi anlamamak hiç bir şeyi anlamamak demek değildir, bir "anlayış" sahibi olmamak demek değildir. çin odası, kartların etkileşimini belirleyen kuralları ve içindeki adamın kartlara yönelik "davranışlarını" içeren bir "zihin", bir kavrayış, bir "anlayış" sahibidir. ve benzer şekilde, (malesef bilimsellik adına iddia etmek zorundayım ki) iki arkadaştan oluşan bir arkadaş grubu, birlikte karar verip hareket ettikleri müddetçe iletişim kanallarını ve davranış alanlarını içeren, bu iki kişinin de zihninden bağımsız ve ayrı bir zihne sahiptir. ve hatta (yine iddia etmek zorundayım ki) bir insan tornavida ile duvardan vida sökmekte iken, insan, tornavida, vida ve hatta duvardaki yivlerden oluşan grubun, her parçasının davranış ve ilişkileri çerçevesince bir zihni vardır. ve hatta (yine iddia etmek zorundayım ki) vurduğumuz zaman kırılmaya karşı koyan bir taş, tekme algısı ile moleküler bağlarının etkileşimini içeren bir zihin sahibidir. bu zihinler alt zihinlerin işlevlerinden oluşur, ama alt zihinler üst zihnin kavrayışından, anlayışından haberdar değildir.

    çin odasının bir anlayışa sahip olabilirliğinin kabullenilmez oluşunun önemli bir nedeni de, sistemin alt zihinlerinden birinin insan oluşu, ve insanmerkezcil bakış açısı nedeniyle tüm sistemin bu insanın kavrayışına sahip olması beklentisidir. oysa ki her sistem kendi alt ve üst sistemleriyle entegrasyon halindedir ve her sistem kendi üst sistemiyle değerlendirildiğinde bir çin odasıdır. örneğin şu an bilgisayar başında ekşi sözlüğe yazı yazıyorum. yazı yazarken zihnimdeki kavramların birbirleriyle etkileştikleri karmaşık bir işleyiş vuku buluyor. bir "zihin" kavramını düşünürken çocukluk anılarımdan önümde duran bardağa kadar pek çok düşünceyi birbiriyle etkileştiriyorum. bu süreçte "bardak" kavramı kendi formasyonu dahilinde çeşitli davranışlar sergiliyor. bardak kavramı zihnimin bir ögesi, zihnimin içinde olduğu için onun "zihinsel" (sözüm ona ruhani) yapısını hissedebiliyorum. ama bardak kavramının ekşi sözlükten haberi yok. ekşi sözlük internet ortamında var olan bir sistem. elektronik aksamdan ve beş bin kadar insandan oluşuyor. ve benim bu bütünün işleyişinden haberim yok. evet, mantık yürüterek ve öğrenerek zihnimdeki "ekşi sözlük" kavramını geliştirebilirim ama bu sadece benim zihnimdeki bir kavramdır. çin odasındaki adamın çince anlamasının beklenemeyeceği gibi benden "fiber optik kablodan veri aktarımını" anlamam beklenemez. ekşi sözlük kendisine etki eden etkilere tepki verir, örneğin yazılım altyapısında ortaya çıkabilecek ihtiyaçlar için mikrosoftla anlaşmalar yapabilir. ancak ekşi sözlüğün, yaptığı bu hareketin de içinde bulunduğu ülke ekonomisi, ülke kültürü, ve hatta dünya ekonomisini ve kültürünü "anlaması" beklenemez.

    evren herbiri içi içe geçmiş çin odalarından oluşmaktadır ve her zihin sahibi "şey" kendi zihinsel varoluşunun yalnızlığına mahkumdur. insanlar, anlayışı ve zihni kendi tekellerinde varsayıyorlar ancak çin odası sorunu öz itibariyle sadece çin odasıyla yahut ilerde varolacak androidlerle ilgili bir sorun değil, her bir diğer birey için geçerli bir sorundur. arkadaşımızla aynı şeye bakıyoruz ama aynı şeyi görüp aynı şeyi mi hissediyoruz? neden bir androidin zihinsiz bir zombi olübileceğini düşünüyoruz da arkadaşımızın zihinsiz bir zombi olabileceğini düşünmüyoruz? çünkü insan sosyal bir hayvandır ve kendini diğer toplum üyeleriyle, bireylerle özdeşleştirmeye içgüdüsel olarak programlıdır. kendine benzeyenleri kendi gibi varsayar. sadece "kendine benzeyenler" tanımının kapsamı değişebilir. insan, bana küçükken "hayvanlar düşünmez" diye öğretenler gibi sadece insanları kendinden sayabilir, hayvanlar için "onların da canı var" diyerek hayvanları da kendinden sayabilir, zencilere her türlü zulmü hak görerek sadece beyazları, hatta sadece "beyaz, anglosakson, protestan"ları kendinden sayabilir. yahut tasavvufta olduğu gibi "nefs"i sınıflandırırken "nefs-i tabii" diyerek cansız nesneleri, "nefs-i nebati" diyerek bitkileri, "nefs-i hayvani" diyerek hayvanları, "nefs-i insani" diyerek insanları, nefs sahibi olmak hususunda özdeşleştire de bilir. tabi tasavvufta nefs-i insani'den sonra insan-ı kamilliğe doğru gidiliyor ama şahsıma soracak olursanız nefs-i insani'den sonra "nefs-i içtimai", yani toplumsal nefs gelmelidir. bu gün bilim adamları karınca topluluklarını topluluktan öte "süper organizma" adı altında inceler ve değerlendirirken nefs-i içtimai kavramı pek abes kaçmasa gerektir.

    ancak şundan eminim ki insanların, kabullendikleri çevredeki bireyler dışındaki varlıklarla özdeşleşmeleri, çin odasının kendince bir anlayış sahibi olmasını kabullenmeleri, nesnelerin zihin sahibi olabileceğini düşünebilmeleri uzak ihtimaldir. zira ekonomiye her zaman "bizden olmayan", zulme layık bir iş gücü gerekir. bu ekonomilerin ideolojileri, zaten sosyal içgüdüleri dolayısıyla kendilerine bir "bizden olanlar" sınırı çizmeye eğilimli insanlara, gelecekte de sınırın ne olduğunu anlatacaklardır. geçmişte zenciler sınırın dışındaydılar, bu gün üçüncü dünya insanları sınırın dışındadırlar, ve önümüzdeki yüzyıllarda, alım satım fiyatları belli, ticari birer eşya olarak pazar oluşturacak androidleri zor günler beklemektedir. "yoksa android içi boş bir zombi mi" tartışması geleceğin ideolojisinin bu gün yapılan alt yapı çalışmasıdır.
  • bu entri olabilecegi kadar kisa olacak.

    felsefecilerin kimi zaman burunlarinin ucunu goremeyecek kadar kor olduklarini gosteren iddia.

    neden korler, cunku bu iddiayi ortaya atmadan once bir bot ile oturup muhabbet etmemisler, ben ettim iste sonuclar.

    1. her bot baslangic cumlelerinde cok iyidir
    2. konusma uzadikca her bot cuvallar

    neden, cunku konusma birbirinden bagimsiz cumlelerden olusmaz, bir konu cercevesi ile sekillenir. zaten bu konu cercevesinin farkinda olmaya da anlamak diyoruz.

    ornek verelim;

    insan: merhaba
    bot: merhaba
    insan: senin konusulanlari algilayip algilayamadigini test etmemi istiyorlar, bunu test eden kucuk bir deneye hazir misin?
    bot: evet hazirim
    insan: neye hazirsin?

    caaaattt!!!

    simdi dusunelim, o kitapta (cin odasindaki sorulari cevaplayan kitap) "neye hazirsin?" sorusunun cevabina ne yazilacak. "neye hazirsin?" onceki konusmalari da baglayan konusmanin tamamina hakim olmayi gerektiren bir soru.

    o zaman, o kitapta olasi tum konusma agaclarina referans veren bir kitap olmali.
    satrancin dallanip budaklanma hizini dusundugumuzde bu agacin ne denli hizla buyuyebilecegini daha iyi anlamis oluruz.
    aradaki konusmanin sonlu olmadigi dusunulurse; bu agac da sonlu olamaz, dolayisi ile bu kitap da sonlu olamaz.

    zaten zeka denilen sey de bir bakima bu agactaki gereksiz dallari budamaktir.

    peki karsimiza 60 70 yil yetecek butun konusmalarin agaclarinin icinde bulundugu bir kitap ile gelirseniz ne olacak?

    o zaman odanin boyuna bakacagim (odanin disindan hacmini olcecegim). fizik yasalari geregince uzayda belirli bir hacme sigdirabileceginiz bilginin belli ust sinirlari vardir tipki o bilgiyi oradan geri almak icin harcamaniz gereken enerjinin de belirli alt sinirlari oldugu gibi. kuantumun belirsizlik ilkesi, enerjinin korunumu ilkesi ve kuantum bilgi teorisi (quantum information theory) geregince yapacaginiz bilgisayarin boyunu belli bir olcunun altina dusuremezsiniz (kaynakcayi uykum olmayan bir ara koyarim / uykum kacti [1]). evrenin hesap yapabilme yetenegine iliskin teorik sinirlari belirleyen bu sayilar cok buyuk olsalarda (1gr maddeye 10^50 bit yuklenebilir gibi bir bilgi hatirliyorum), bizim agacimizi olusturabilmemiz icin gereken bilgi miktarinin yaninda onemsiz kalmaktadirlar (n-np problems). dolayisi ile zorlanmadan soyleyebilirim ki, bu agacin bilgisini tasiyacak kitap bizim evrenimizden daha buyuk olmalidir. eger bu kitap bir odanin icinde ise ve oda sonlu buyuklukte ise ve oda ile 10 gunden daha uzun tekrara sarmayan bir konusma yurutuyor isem; bu odanin bir secenek eleme algoritmasi olduguna yani dusunebildigine ikna olurum.

    [1] http://arxiv.org/…e/quant-ph/pdf/0110/0110141v1.pdf
  • turing, kendi adını ile anılan testi geçmenin ölçütünü sorulan sorulara insandan ayıredilemeyecek cevaplar vermek olarak göstermiştir. bu deney de temel olarak anlamak kavramını irdeler` ve bir soruya, belirli bir algoritmayı uygulayarak insandan ayırdedilemiyecek cevaplar vermenin konuyu ve hatta soruyu anlamış olmanın delili sayılamayacağını ileri sürer - ki kısmen haklıdır da.

    fakat kanaatimce ai karşıtı bu görüşün deneyin iki eksik noktasından biri anlamak kavramı üzerinde fazla inatçı olması ve sistemin her bir parçasının yaptığı işi ve sonuçlarını kavramış olmasını beklemesidir. oysa aşikardır ki hiç bir noronumuzun türkçeden bir bok anlamıyor olmasına rağmen bir bütün olarak beynimiz - en azından bir çoğumuzun ki - türkçe kelime ve sesleri algılayıp ayırdedebilme ve onları daha önceden öğrendiği kavramlarla eşleştirebilme yetisine sahiptir. ve hatta beynin esnek çalışma şekli sayesinde, bu anlamlandırma, farklı zamanlarda farklı sonuçlar üretebilmektedir. burdan hareketle deneyin ikinci eksik noktasına ulaşırız : deneyde bahsedilği şekli ile anlamak insana özgü bir algoritmadır ve tüm zekaların bu algoritmayı motomot uygulaması beklenmemelidir. nasıl ki ölçüt kabul ettiğimiz insanların herbirinde anlatılanı anlama yöntemi farklı ise başka tipte zekaların anlatılanları anlama yönteminin de farklı olabileğini kabul etmemiz gerekir.
  • beynin tüm işleyişi çözülse yine aynı testi makinelerin anlayamayacağına, bir algoritmayı sürekli uygulamanın anlamak sayılamayacağına delil gösterebilinir mi çok merak ediyorum. mesela bundan yüz sene sonra searle'yi alsalar koysalar bir odaya, bu yazdıklarımı okusalar da sorsalar anladın mı diye, evet diyince "ha ha kafanda iki tane kimyasal sentezlendi diye kendini anlamış mı sayıyorsun" deseler ne cevap verir duymak isterdim.
  • bi dusunce deneyidir. ilgili olarak (bkz: turing test) (bkz: ai) (bkz: dusunce) (bkz: deney) (bkz: hipotetik)
    lavugun tekini odaya koyarsiniz, bi tane kucuk penceresi olur odanin iceri cince sorular yazili kagitlarin iletilebilecegi. lavugun eline de yeterince kart verirsiniz cince seylerin karsiliklari olan.
    bu lavugun cince anlamli cevaplar uretip uretemeyecegi esas konusudur dusunce deneyinin.

    aradan geçen yıllarda fikrim değişmemiş. bazı konularda gelişirim, değişirim ama bu tip temel hususlarda bir nevi fikri sabitim galiba. dogmatik düşünmüyorum, ya da kendimi böyle kandırıyorum. özetle, kendimizi (homo sapiensi) konumlandırdığımız o yüce yerlere rağmen, çok basit, oldukça basit olduğumuzu ama bunu kabullenemediğimizi gösteren bir deneydir. çok gelişmiş, biyokimyasal bir makine olduğumuz fikri bizi derinden yaralıyor. bunu ifade ederken, bir gün gelip de öleceğimi bildiğim ama hiç ölmeyecekmişim gibi duyumsadığımdaki gibi, mantıken doğru bularak ama inan(a)mayarak yazıyorum.
    yirmibirinci yüzyılın bence en önemli devrimi bu konuda olacak, insanoğlu/kızı kendini doğru konumlandırmaya (biyokimyasal bir makine olduğunu kabul etmeye) cesaret edecek.
  • john searlenin,makinenin insanla aynı şekilde anlayıp yorumlayabileceği yönündeki yapay zeka teorilerini çürütmek için kurguladığı bir paradigmadır.
    bir insan pencereli bir odada oturur. çince bilmez,ama elinde her çince cümlenin çince cevabı bulunan bir sözlük ya da kuralllar kitabı bulunur.kağıda yazılı olarak pencereden kendisine verilen cümleleri alır, sözlükte bunların karşılığına bakar ve cevapları gene yazılı olarak pencereden verir.uygun bir davranış sergiliyor olsa da, iletilen şey konusunda hiçbir şey anlamaz.bir bilgisayar modelinin yapabileceği en iyi şey olsa olsa budur.bu nedenle bilgisayar insan davranışını taklit edemez.yapay zeka sözdizimini (syntax) sağlayabilir, ama anlam-yorumu (semantic) sağlayamaz.
    çince odası akıllı makineler için kullanılan turing makinesimodeline karşı güçlü bir eleştiri olarak ortaya konmaktadır.
  • ---
    zihin felsefesi veya yapay zeka konularında eğitimli ve bilgili biri değilim. makaleyi douglas hofstadter ve daniel dennett'in editörlüğünü yaptığı the mind's i isimli derlemeden, yalnızca bir kez okudum ve anlamadığım yerleri biraz hızlı geçtim. dolayısıyla buradaki yorumlarımın ziyadesiyle isabetsiz olacağını tahmin ediyorum. yine de, okurken getirdiğim eleştirilerin bazılarıyla hofstadter'in reflections bölümündeki değerlendirmeleri arasında paralellik gördüğüm için düşüncelerimi aktarmakta sakınca görmedim. siz yine de hem bilgisiz, hem de üstünkörü okumuş birinin yorumlarını okuduğunuzu aklınızdan çıkarmayınız.
    ---

    çin odasının en büyük numarası sistemin içine "anlama" yeteneğine sahip insan yerleştirmek, değil mi? ama bu durumda anlamanın sadece insana dair bir yetenek olduğunu, kalan işlerin mekanik dünyaya ait olduğunu zaten baştan varsaymış oluyor ve hatalı çıkarımlar yapıyor searle.

    - öncelikle, bir yapay zeka sisteminin içine başka bir sistem olan insanı yerleştirmek, ve anlama görevini bu insana bırakmak çok tuhaf. bir otomobilin motorunu söküp yerine pedal çeviren bir insan yerleştirmek gibi değil ki bu? hem sistemin bir yapay zeka olarak anlama yetisini test edeceğiz, hem de bu sistemin içine yabancı bir parça olan insanı yerleştirerek, sistemin anlama görevini insana tahvil edeceğiz. bunu yaparken de insanın herhangi bir şeyi anlamasını baştan engelleyeceğiz; yani çince bilmeyen bir insanı kullanacağız. deney zaten baştan yanlış tasarlanıyor. "sistemin içine yerleştirdiğim insan çinceyi anlamadığına göre, sistem de anlamamıştır" anlayışı bir garip; böyle düzenlenmiş bir deneyden hangi sıradışı sonucun çıkması bekleniyordu ki?

    - beyin simülasyonu itirazına verdiği cevap burada iyice tutarsız görünüyor. itiraz kısaca şu: "beyni nörona-nöron hassasiyette simüle eden bir sistem kursak, bu sistemin de düşünemeyeceğini mi iddia ediyorsunuz?" searl'ün cevabı ise, "bunun için bilgisayar sistemine bile gerek yok. aynı şeyi su borularıyla bile yapabiliriz. bu boruların bir noktasına yerleştireceğim insan, yine sadece simge değiştokuşu yapacak, çinceye dair hiçbirşey anlamayacaktır."

    yine aynı problem... zaten insanın çince anlamasına gerek yok ki? sistem, içinde bulunan insanla beraber çinceyi anlıyor mu, anlamıyor mu, önemli olan soru bu. ki bu durumda da ister bilgisayar simülasyonu olsun, ister su borularından kurulmuş bir beyin olsun, sistemler toplamda bir anlayış ve bilinç kazanma şansına sahipler. bunun için içine yerleştirdiğimiz insanın fikrini almamıza gerek yok. neden bilinci ille de bir homunculusta arıyoruz ki?

    - beyin simülasyonu ile anlamadığım diğer bir nokta da, "makinelerin düşünemeyeceğini iddia etmiyorum. insan beyni de bir makinedir ve düşünebildiği açıktır. ben, bilgisayar gibi formel sistemlerin yalnızca input ve outputlarla bilince ve yönelimselliğe ulaşamayacağını gösteriyorum" anlayışı... turing makinelerinin neler yapıp neler yapamayacağı konusunda konuşabilecek son kişiyim ama, outputun sisteme input olarak verildiği sayısız sistem örneği yok mu? kapalı devre sistem kurulamıyor mu? neyse fazla uzatmayayım, bahsettiği şeyin bu olmadığına eminim.

    - zaman ve mekan ölçeği şovenizmi: hofstadter buradan vurdukça toz çıkartmış... fiziksel bir oda, bu odanın içinde kağıtlar, listeler, talimatlarla boğuşan bir insan, deneyin dışından izleyen bizler de elbette bu insana odaklanıyoruz. kendisi çince anlamadığı için bizler de sistemin çinceyi anlamadığı, yalnızca sembol dönüştürme işleri yürüttüğünü düşünüyoruz. peki, boyutları biraz küçültürsek yine aynı şeyi mi düşüneceğiz? hofstadter, sistemin işleyişini benzer tutarak farklı bir örnek ortaya koyuyor. sistemimiz bir beyin; ama ölü bir beyin. sistemin içinde sembol maniplasyonu yapan "bilinçli" varlık da insanın son derece küçültülmüş ve hızlandırılmış bir hali olan 'haugeland cini'. haugeland cini, içinde bulunduğu ölü beynin içinde, kendisine verilen talimatlara göre nöronların ateşlemelerini tetikliyor. şimdi, bu ölü beyin, canlısı ile aynı özellikleri sergilemez mi? eğer sergilerse, searl'ün muhatabı kuşkusuz cin değil beyin olacaktır. birbirine boyut ve hız dışında özdeş olan bu iki sistem arasında bilinci atfettiğimiz parçanın veya bütünün yerine göre değişiklik göstermesi insani bakış açımız, şovenizmimiz olabilir mi?

    - buradaki en güzel tartışma maddesi simülasyonlar ve dualizm bence. searl, simüle edilmiş bir gerçeklikle gerçekliğin kendisinin özdeş olmadığını, örneğin simüle edilmiş bir kasırga kurduğumuzda başımıza gerçeğinin gelmediğini, bu durumda bilgisayarda kurulan bir bilinç simülasyonunun nasıl olur da bizim dünyamızdaki bilinçle iletişim kurabileceğini soruyor. harika bir soru! böyle bir şey olabilirse, simüle ortamdaki bilinç, kendi evreninin dışında kalan bir gerçekliklikle de iletişime geçebiliyor demektir ki, bu durumda aynı durum bizim düzeyimizde de geçerli olabilir. aklıma hemen (bkz: matematiksel kavramların platonik gerçekliği) konusu geliyor. matematik öyle bir dal ki, bizim evrenimiz onun mümkün kıldıklarından yalnızca birisi olarak bile tarif edilebilir. soyut kavramlar ve birkaç aksiyomla yola çıkarak gerçek bir durumu matematiksel olarak modelleyebiliyorsak (bir sarkacın titreşimini deney yapmadan matematik yoluyla bulabiliyorsak örneğin), gerçekliğin matematik tarafından yakalanmış bir dual yönü hakikaten de olabilir mi? zaten bilgisayardaki bir simülasyonla bizim dünyamız arasında ilişkiyi kuran şey matematik değil midir? matematiksel kavramların bizim dünyamızı, simülasyonlar aracılığıyla kurduğumuz alt dünyaları, ve içinde yaşadığımız olası üst dünyaları içerme ihtimali var mıdır?
  • john searle'nin "adam çince bilmiyor ama tüm sistem çince biliyor" itirazına yanıtı şu şekildedir:

    - adam kural kitabını ezberlesin ve işlemleri kafadan yapsın. şimdi tüm sistem ondan ibaret ama adam hala çince bilmiyor*

    not: * ı ben ekledim.
  • bi bok anlamayip yine de bi sekilde gectiginiz dersler mersler icin rahatca kullanabilirsiniz bu odayi:
    "hocu ben lineeri cin odasinda gectim"**
  • gördüğüm kadarıyla bazı kafalar karışmış. birkaç konuya açıklık getirelim.

    düşünce deneyinde yanlış şeylere kafayı takmamalısınız. john searle'un kendinin de verdiği bir örnektir. einstein "ışık hüzmesi üstünde yolculuk yaptığınızı düşünün" dediğinde kimse "hmm düşersin ki" dememiştir. çünkü mesele ışık hüzmesi üstünde gidip gidemeyeceğin değil, gidebilsen neler olacağıdır.

    bu nedenle sakın "o çince kitap var olamaz" demeyin. çünkü bu sadece benzetme. bilgisayarların bugünkü çalışma sistemini insana uyarlama. eğer hoşunuza gitmiyorsa onu şu şekilde düşünebilirsiniz. kitap odaya gelen tüm yazı ihtimallerine vereceğin cevabı içermek yerine o cevabı nasıl üreteceğini anlatsın. örneğin kitapta şöyle yönlendirmeler olduğunu düşünün:

    gelen yazıdaki tüm karakterler için aşağıdaki adımları uygula
    - karakter x ise kendi not kağıdına "x geldi" yaz ve bir sonraki karaktere geç (bu ve benzeri not almalarla daha önceki konuşmalara referans da tutabilirsiniz)
    - karakter y ise cevabın sonuna z ekle ve sonraki karaktere geç
    - not kağıdında "x geldi" yazıyorsa önce o yazıyı sil, sonra da cevabın başına xx ekle
    ...
    ...

    bu örnek bir bilgisayarın yapacağı işlemlerin benzeri. elbette bir insan, bilgisayar kadar hızlı bir şekilde bu işlemleri yapamaz. ama önemli olan ne kadar hızlı bir şekilde cevap verebileceği de değil. farzedin ki hızlı yaptı, cevap bekleyen de çok acele etmedi. yani yanlış yere kafayı yormayın.

    deney bize şunu anlatıyor. her ne kadar kitaptaki yönlendirmeleri takip ederek çince sorulara cevap verebiliyor olsam da aslında çince konusunda en ufak bir fikrim yok. ne çince anlıyorum, ne de verdiğim cevabın farkındayım. sadece bazı işlemler yapıyorum ve bir sonuç dönüyorum. yaptığım şey sadece sözdizimi* ile alakalı, anlamsal* bir işlem yapmıyorum.

    yapay zeka dediğimiz (siri, ibm watson vb.) yazılımların yaptığı şey yukarda örneklediğimiz kitaptan farklı değil. o kitabın çeşitli matematiksel teoriler ve işlemlerle* karmaşıklaşmış haline bugün yapay zeka diyoruz. peki bilgisayarın yaptığını insan yaptığı zaman bir şey anlayamıyorsa, bilgisayarın bir şey anlayabileceğini ve bilinçli olacağını nasıl iddia ediyorsunuz? işte çin odası düşünce deneyinin demek istediği tam olarak bu.

    şu anki yapay zeka çalışmaları ise sadece bu düşünce deneyindeki kitabı küçültmeye yöneliktir. çünkü sizin de dediğiniz gibi bu kadar büyük bir kitap var olamaz. konuyla ilgili bilimsel çalışmalar genellikle daha az yönlendirme ile daha becerikli yapay zeka üretmek üzerine. elbette zaman içerisinde bu teknoloji gelişecek ve çok rahat sohbet edebileceğimiz strong ai üretilecek. fakat bu gelişmeler, üretilecek yapay zekanın bilinçli olacağı anlamına gelmiyor.

    bilinçli bir yapay zeka nasıl üretilir, bilinç nedir, nasıl bilinçli oluyoruz gibi sorular ise bilgisayar biliminin değil türkçesi bilişsel bilimler olan cognitive science alanının araştırma konularıdır. ve ne yazık ki insanlık henüz bu sorulara tatmin edici cevap vermekten çok uzak.

    john searle çin odası deneyiyle günümüz bilgisayarlarından bilinçli bir yapay zeka yapılamayacağını ispatlıyor; fakat materyalist bir filozof olduğu için bilincin doğaüstü bir şey olduğunu iddia etmiyor. aksine insanın biyolojik bir makine olduğunu, bilincin nasıl çalıştığını anladığımızda bizim de bilinçli yapay zekalar geliştirebileceğimizi düşünüyor.

    son olarak şu soruyu soranlar gördüm: "peki yapay zekanın bilinçli olamayacağından eminsek neden hala bu konuda çalışılıyor?". eğer insanlığın tek amacı bilinçli bir yapay zeka yapmak olsaydı emin olun günümüzdeki yapay zeka çalışmalarının çoğu durdurulurdu. yalnız amacımız genellikle işlerimizi kolaylaştırmak. çünkü insan en başından beri kendi işlerini kolaylaştırmak için ürettiği aletlerle geliştirdi kendini.

    yarın bilinçsizce sokaklardaki çöpü temizleyecek bir yapay zekanın üretildiğini düşünün. bu sizce kötü bir şey mi?
    bu çalışmaların bir diğer faydası da bizi insan beyninin çalışma yöntemi üzerine daha fazla düşünmeye sevk etmesi. böylece her ne kadar bilinci çözmese de bilincin araştırılması için bilimsel alanlar yaratıyor.
hesabın var mı? giriş yap