• --- spoiler ---

    mehmet: bak... şairin de dediği gibi, sana gül bahçesi vadetmedim.... yani... ne bileyim burası... yurdanur bana gerçeği söyle, mutlu musun?

    yurdanur: sen kendini suçlu hissediyorsun mehmet. problem ben değilim. şikayet ettim mi hiç? hiç yüzüm asıldı mı? hiç sana belli ettim mi?

    mehmet: neyi belli ettim mi?

    yurdanur: öyle demek istemedim. evet zor buna alışmak zor. yeni bir yaşam kurmak, bir sürü alışkanlıktan vazgeçmek, yarını düşünmek, tüpü idare etmek, yemeğin etini az patatesini çok koymak da zor... ama çabalıyorum mehmet. ben öğreniyorum. seni, beni, ikimizi yaşatmayı öğreniyorum

    mehmet: ben mutlu musun diye sordum

    yurdanur: mutluluk ne? gördüğümüz filmlerdeki gibi ağaçların arasında kovalamaca oynamak mı? bu mu mutluluk dediğin? hayatımda ilk defa bir işe yaramayı, bir şeyleri yönlendirmeyi, yoluna koymayı öğreniyorum. mutluyum ben. sen varsın çünkü. sen şu kapıdan içeri giriverince, her şey bitiyor işte. saray oluyor tek göz oda... neden bunu düşündün? aksini mi bekledin benden? olmayacak mı sandın? başaramayacak mıyız? yapıcaz mehmet. bak nasıl güzelleşecek her şey göreceksin

    mehmet: ya ben... öyle demek istemedim

    yurdanur: benim yerim burası. senin yanın. sen benim hem ailem, hem vatanımsın artık
    --- spoiler ---
  • türkiye'de bugüne kadar yayınlanmış olan
    diziler içerisinde en iyi olanı. mesela bir sahneyi
    hiç unutamıyorum.

    yurdanur babasıyla arasının kötü olduğu bir dönemde onunla konuşmak için iş yerine gider. ama anlayamaz baba yine kızını. yaşadığı hayatı, evliliğini, evlendiği adamı kabullenemez bi türlü. yurdanur, kırılır, dökülür saçılır...

    odadan çıkarken kapının kenarına ilişir gözü. küçüklükten beri sık sık babasının boyunu ölçtüğünü ve o kapıya işaretlediğini hatırlar.
    en son ölçtüğü zamanla bugunkü boyunu kıyaslar ve der ki:

    bu kadarcık şey mi baba bizi ayıran?
  • beni bu dizide en etkileyen detay demans hastası kurtuluş savaşı gazisi halim dede'nin atatürk'e olan sadakati ve sevgisiydi. hala cephede olduğunu düşünerek kendini ona karşı sorumlu hissetmesine, gece yarısı paşa'yı görmeye gideceğim deyu ercan'ı yanına katıp otogara giderek suna'yı çıldırtmasına çok duygulanmıştım. bizim o rumelili çınara olan hissiyatımız bir devlet büyüğüne duyulan hürmetin ötesinde bir baba hasreti. böyle derin bir sevgi ve bağlılığın yanında yurdanur ve mehmet'in aşkı biraz sönük kalmıştı.
  • diziyi yıllar önce izleyip, çok sevdiğimi düşünmüş, nedenini hatırlayamamıştım.
    70'li yılların idealist gençlerini mi? yurdanur'un mehmet'e olan aşkını mı? samimi dostlukları ya da sıcak mahalle kültürünü mü çok sevmiştim?

    yok... bu detaylar aslında dizinin sadece tuzu biberiydi.

    bana bu diziyi sevdiren, çağan ırmak'ın kendisiydi. onun, türkiye'yi görmek istediği yer, bir şeyleri değiştirmeye çalışan bir avuç güzel insanı anlatma çabası, ülkesini ve içinde yaşadığı toplumu çok iyi tanıyor olmasıydı.

    suna ablanın almanya'da yaşayan torunu ercan ile feriha arasında geçen bir diyalog:

    +peki hiç özlemiyor musun türkiye'yi?
    - çok. bazen "keşke iki kişi olsaydım" diyorum. benden iki tane. biri almanya'da çalışıp, buraya, bana para gönderiyor. diğeri burada hayatı, duyguları, insanları, yani yaşamayı öğreniyor. başka bir türlü ülke bizimki biliyor musun? tüm karmaşıklığına, tüm reddettiklerine, hepsine karşı vazgeçemediğim bir sevgili gibi.

    mehmet ve devrimci arkadaşı vedat arasında geçen bir tartışmadan:
    "bana ölüme düzdüğün övgüleri anlatma vedat! bana insanları nasıl yaşatacağını anlat. nasıl mutlu, adil ve özgür yaşatacağını...”

    ve dizinin en güzel sloganı;
    "türkiye'yi sevmeyi anlat birilerine, birileri bunu hep yanlış anladı çünkü"

    çemberimde gül oya, öylesine çekilmiş bir dizi değildi. üzerine enine boyuna düşünülmüş, çağan ırmak kalitesinde bir diziydi.
  • yurdanur'un annesi sema, eşi dinçer tarafından aldatılır. ''diğer kadın''ın adı mehpare. sema bir şekilde, diğer kadının mehpare olduğunu anlar ve aralarında şöyle bir diyalog gerçekleşir:

    --- spoiler ---

    sema: o sendin değil mi?

    mehpare: efendim?

    sema: beni gayet iyi anladın. anlamamış gibi davranıp, süreyi uzatmaya çalışma. hoş senin daha uzun süren var, orası doğru ama onunla birlikte düşündüğün kadar uzun bir zamanın olmayacak

    mehpare: özür dilerim. söylediklerinizi anlamıyorum

    sema: (gülümseyerek) rahat ol kızım. ben her şeyi biliyorum. her şeyi... hatta seninle karşılaşacağımızı bile biliyordum, desem bana inanır mısın? hep öyle olmaz mı zaten? mutlaka iki kadın bir gün bir yerde karşılaşmaz mı?

    mehpare: madem olacakları biliyordunuz, neden her şeyin önüne daha önceden geçemediniz? neden onu elinizde tutamadınız?

    sema: erkekler elde edilemez küçük hanım. eğer öyle olsaydı, dünyada aldatmak diye bir şey olmazdı. erkekler çekirge gibidir. bir iki sıçrar, sonra da durup, otururlar. biz kadınlar da işte elde edebildiğimiz kadarıyla yetiniriz. elde edebildiğim kadarı; otuz yıllık bir evlilik, muhteşem bir kız çocuğu, zaman zaman kötü de olsa çoğu zaman güzel anılarla dolu bir ev... eh az şey de değil hani. peki sen ne elde ettin yavrum?

    mehpare: bu saydıklarınızın hiç de sağlam olmadığını, her an yıkılıp gidebileceğini de gördünüz ama

    sema: (yine gülümseyerek) yıkılmaz kızım korkma. birkaç odasında yangın çıksa da evimiz hala yaşanabilir durumda çok şükür. insan affedemedikleriyle de yaşamayı öğreniyor. peki sen bu saydıklarıma sahip olabilecek misin? sen ne olacaksın bunu hiç düşündün mü? en sonunda ne olacaksın, bir otel odası hatırası mı?

    mehpare: terbiyesizleşmeyin lütfen. bu kadarını hak etmiyorum

    sema: (şefkatle) terbiyesizleşmiyorum yavrum. sana hakikatleri anlatmaya çalışıyorum. genceciksin, ne kadar da güzelsin. gülümsemen de, ben bunu göremeyeceğim ama muhakkak güzeldir. (mehpare ağlıyordur bu anlarda) önünde uzun yıllar var. başkalarının hayatlarından çalmak yerine, kendi hayatını kur. terbiyesizleşmiyorum yavrum. annenin sana söyleyemediklerini söylüyorum. otuz yıllık bir yaşamın üzerine yeni bir yaşam kuramazsın. önünde uzun, ikiniz için de uzun yıllar yok. hoş, bunu istemiyor olabilirsin, sadece böyle devam etsin bu bana yeter, diyorsan sana şunu hatırlatmak isterim; (sema, çantasından bir mendil çıkarır, mehpare'nin gözyaşlarını siler) en sonunda insanlar otel odalarında ölmezler. eğer şansları varsa evlerinde ölürler ve hikaye orada biter. başka bir yerde değil.
    --- spoiler ---
  • o sıcacık konak asla yaprak dökümünün konağı olmadı benim için çemberimde gül oyadan sonra... tuba büyüküstün bir daha hiç zarife kadar güzel olamadı, mehmet ali nuroğlu hiç o kadar aşık bakamadı diğer dizilerde. hiçbir dönem dizisi o dönemi bu kadar güzel yaşatamadı.

    o kadar sıcak, o kadar güzel bir hikayeydi ki o... o zor dönem o zor aşk nasıl mutlu olmamız gerektiğini öğretmişti bize belki de.

    çocuk aklımla bile benim için en güzel diziydi. büyümüş halimle de söylebilirim ki; hatıra bıraktığı şarkılarla birlikte en güzel dizi olarak ilk sırada kalıcak hep.

    (bkz: hep bana)
  • tam 10 yıl sonra aklıma düştü. bir adamı ilk defa bu kadar çok sevdim diye belki de. bilinçaltım bana yurdanur'la mehmet'i hatırlattı belki de.

    çok sevdiğim adama sordum; "çemberim gül oya'yı izlemiş miydin?" diye. hayır izlemedim hiç dedi. "türk televizyon tarihinin en iyi dizisidir" dedim. aslında çemberimde gül oya, kaderinde sevilmek olsun ya da olmasın, insanlar tarafından canı acıtılsın ya da acıtılmasın, sevmeyi hep bilen ve sevmekten hiç vazgeçmeyenlerin dizisiydi. "hadi izleyelim" dedi.

    sabahtan akşama kadar ardı ardına izliyoruz bölümleri. kah gülüyoruz kah ağlıyoruz hüngür hüngür :) çok sevdiğim adam sabah uyanır uyanmaz "hadi çemberimde gül oya izleyelim!!" diyor, dünyanın en mutlu insanı oluyorum.

    tıpkı 10 yıl önceki duygularla izliyorum bu diziyi yeniden. tek fark "bir sonraki bölümde neler olacak acaba" diye kendimi yemiyorum 1 hafta boyunca :)

    bu dizi turnusol kağıdı gibidir vesselam. açarsın izletirsin yanındakine. içi cız ediyor mu bu diziyi izlerken, suna ablaya gülüyor, canan'a hem acıyor hem hayran kalıyor, mehmet'le yurdanur'a zarar gelmesin diye heyecanlanıyor, ercan'la dedenin gönül bağını gülümseyerek izliyor, madam niki'nin bu toprakları sevişine gözleri doluyor, sultan'la zarife'nin hikayesine içi parçalanıyor, feriha'da biraz olsun kendini buluyorsa yanındaki, sımsıkı tut onun elini bırakma. "insan"dır çünkü yanındaki. (bkz: insan tanıma yöntemleri)

    edit: adamı baya iyi tanımışım zira kendisiyle 3 buçuk yıldır evliyiz ve mutluyuz. seviyorum merkez! :))
  • yurdanur urfa'dan eli boş dönmüş ne orada zarife'ye dair bir iz bulabilmiş ne de canan'a dair herhangi bir şey öğrenememişti çocuğundan. yorgun bir halde kanepede uzanırken bir telefon çalar, arayan yurdanur'un yazdığı çemberimde gül oya kitabını diziye uyarlamak isteyen bir yönetmendir. yönetmen kahraman ve yurdanur arasında geçen bir diyaloğu anlatacağım şimdi. y; yurdanur, k; yönetmen kahraman.

    y: bakın, ben bu kitapta söyleyeceğim her şeyi söyledim zaten. açıkçası sizin bunu dizi film yapmanızla çok da ilgilenmiyorum. o yüzden buluşma teklifinizi de sizi kötü etkilememek için reddettim.

    k: yapılacak şeyden çok da ümitli değilsiniz, neden?

    y: bilmiyorum, genellikle edebiyat uyarlamaları hep hüsranla sonuçlanır.

    k: peki, niye bu kitabın film olmasına izin verdiniz?

    y: belki kitap okumayan bir kesim merak edip kitabı alır diye. yayınevi çok istedi, kızım çok istedi…

    k: bakın çok açık sözlüsünüz, teşekkürler. siz galiba benden pek ümitli değilsiniz, öyle mi?

    y: ümitli olmamı gerektirecek bir şey var mı sizce? ahh, özür dilerim. biraz ileri gittim galiba ama siz bu kitabı niye film yapmak istiyorsunuz, para için mi, anlatacak başka bir hikaye bulamadığınız için mi, popüler kültür canınıza tak mı etti de gerçek bir hikaye anlatmak istediniz, bu kitabı kullanarak saygın bir yere mi gelmek istiyorsunuz? ben başından beri samimiyetinize inanmıyorum.

    k: anlıyorum. sizi bu konuda ikna edecek hiçbir kanıtım yok, biliyorum. saygınlıktan kastınız..

    y: özür dilerim, saygın biri olmadığınızı söylemek istemedim.

    k: hayır, söyleyebilirsiniz. çünkü nerede durduğumu ve şimdiye kadar yaptıklarımın sizin tarafınızdan nasıl değerlendirilebileceğini bilecek kadar akıllıyım en azından. derdim insanların beni takdir etmesi, entelijansiyanın sırtımı okşaması değil. hiçbir zaman bunu istemedim ben. benim derdim sadece…

    y: bu işte kendinizi temize çıkarmak öyle mi?

    k: hayır, yurdanur hanım bakın; bu hikayeyi anlatmamı siz istediniz benden.

    y: nasıl yani?

    k: evet, bunu siz istediniz. keşke buluşabilseydik, o zaman bana inanırdınız.

    y: anlamıyorum.

    k: lütfen sete gelin, bir çayımızı için. belki o zaman bana inanırsınız.



    eveet; o yönetmenin şayet salak değilsem çağan ırmak olduğunu biliyorum yani bunu bildirmek istiyor zaten. diziyi defalarca izlediğim için son sahnede “kel” yönetmen kahraman'ı canlandıran fikret kuşkan olarak bize hoşçakalın dedi. kendini diziye son bölümde entegre etti. aslında sadece son bölümde yoktu. merhabasını şu şekilde demişti çağan ırmak; yurdanur'un ilk öğretmenlik deneyiminde mutsuz olduğu bir okul çıkışı günü, hani şu öğrencilerine dağıttığı kitapların* * * zararlı diye okulun bahçesinde yakıldığı gün.
    yurdanur okul çıkışı sokakta yürüyordu biraz buruk, biraz mutsuz. ve o gün unutmaması gereken bir şey daha olmuştu yurdanur için, yazmasa da unutmayacağı bir şey…
    yurdanur'un ardından öğretmenim diye koşarak geliyordu bir öğrencisi. y; yurdanur, ö; öğrenci veya yönetmen kahraman veya çağan ırmak.

    ö: bugün ağladınız ya siz ben çok üzüldüm. ben bunu sakladım, bu dediği küçük kara balık. zehirli bir kitap olsaydı babam almazdı ki aynısından bana.

    y: o zaman sen bunu okumuşsundur.

    ö: yok, daha okuyamamıştım. babam almıştı ama evde duruyordu. bugün son sayfasına kadar okudum ama son sayfasını okuyamadım. çünkü müdür geldi. sonunda n'oluyo örtmenim, küçük kara balık ölüyor mu?

    y: kitap şöyle der; bir daha küçük kara balığı gören olmamış. hikayeyi anlatan nine balık uyumuş, torunlar da uyumuş. içlerinden bir tek küçük kırmızı balık uyumamış. bütün gece boyunca okyanusu ve küçük kara balığı düşünüp durmuş.

    ö: çok güzelmiş.

    y: sen kitapları seviyor musun?

    ö: kitapları da çok seviyorum filmleri de çok seviyorum.

    y: ee, büyüyünce ne olacaksın bakalım?
    yurdanur tebessüm etmeye başlamıştır artık bu sohbet sayesinde…

    ö: bilmem.

    y: okumaya devam et. belki bir gün sen de güzel hikayeler anlatırsın insanlara, bugünleri anlatırsın.

    ö: ama bu çok zor. ya unutursam?

    y: çocukken yaşadıklarını hiçbir zaman unutmazsın. çünkü hafızanın en temiz, en güçlü olduğu zamanlardır çocukluk. büyüyünce bugünleri unutma. kitapların yakıldığı, insanların fikirleriyle suçlandığı bugünleri unutma. unutma ki anlatabilesin bunları. türkiye'yi sevmeyi anlat birilerine, birileri bunu hep yanlış anladı çünkü.

    ö: ya beni de yanlış anlarlarsa ya beğenmezlerse?

    y: olsun, sen yine de bir hikaye anlat. beğenen, inanan birileri çıkacaktır elbet… haydi bakalım al bunu, kitabı kastediyor, şimdi evine git. konuştuklarımızı da kimseye söyleme.

    ö: tamam der ve yürümeye başlar.

    yurdanur oturduğu yerden “küçük, adın ne?” diye tebessümle sorar. küçükse gülümser ve benim için hiç unutulmayan o muazzam sahne son bulur.



    ve 12. bölümde merhaba diyen küçük, 40. bölümde yönetmen kahraman olarak karşımıza çıkıyordu. yurdanur'un son sözleri şöyleydi;

    sözcüklerin bittiği yerde konuşmak neye yarar ki… bu bir hikayenin sonu mu başı mı bilmiyorum. ama bildiğim bir tek şey var; küçük kara balıklardan biri dereyi takip edip okyanusa ulaşmıştı işte.



    son bölüm son sahne; bağımsız türkiye bağımsız türkiye bağımsız türkiye…



    fikirleri ve inançları uğruna yok olan hayatlara ve türkiye'yi seven herkese saygıyla adanmıştır. bir hikaye ya da bir dizi filmim asla yeterli olamayacağını bile bile…

    ve yine; sevgili çağan ırmak, sırf şu dizi film için bile iyi ki varsın.
  • unutulmayacak sahnelerden biridir... sultan'ın * ibraam'ı * vurduğu sahne...

    bölüm 35'tir, adıda "sağım solum ebe" veya "hoşça kal"

    hesaplaşma

    (sultan, ibrahim'in kaldığı hanın boş avlusuna girer. boş avluya kuş cıvıltıları dışında büyük bir sessizlik hakimdir. sultan güçlü bir sesle bağırır.)
    - ibrahim!

    (ibrahim sese çıkar. hanın üst katından avlunun ortasındaki sultan'a umut ve sevgiyle bakar... (kararma))
    (sultan ve ibrahim'i avluda yan yana oturmuş görürüz. tüm bu konuşma sırasında hep kuş sesleri vardır. kısa bir sessizlikten sonra)

    ibrahim- aklım yerinde değil gaç gündür. hep sizi düşünmekteyim, hep seni düşünmekteyim o günden beri. nası oldun, ne ettin... sen, zarife...
    sultan- ondan daş üstünde daş bırakmadın gonakta. yıktın geçtin her yanı. bu mu senin insanlığın, bu mu senin adaletin, bu mu düşündüm dediğin...
    ibrahim- öfkelendim sultan... çok kızdım size. karşı gelmeyeceğdiniz bana, ayak diremeyeceğdiniz... ben böylesi bi adamım işte... kızgınlığım-
    sultan- gızgınlığın adam dövdüreninden, adam öldüreninden... gızgınlığın ocak batıranından, hayat garartanından he mi, he mi ibraam! yuva dağıtanından he mi!
    ibrahim- yuvamız, ocağımız dağılmadı sultan. sen istersen dağılmaz.
    sultan- bizim bi ocağımız var mıydı ibraam, oldu mu heç?
    ibrahim- öyle deme sultan, yıkıp geçme onca yılı. ben seni sevdim, bilmez misin bunu? urfa'dayken, gençliğimden, sabi sübyanlığımdan kelli sevdim seni ben. bilmen mi bunu? hancıların sultan geçiyo dedilermiydi yüreğim kuş gibi fırlardı yerinden. hiç bi gününü unutmadım ben. bu şeher bizi böyle etti, bu şeher bizi yıktı, geçti... allah kimseyi kötü olsun diye yaratmaz demiştim sana bi gün, hatırlar mısın? hı? kul kulu kötü eyler, parasızlık, fukaralık kötü eyler. hancıların sultan, hele yüzüme bak... artık paramız pulumuz her bişeyimiz tamam...

    (ibrahim bir yandan ağlayarak devam eder)

    ibrahim- hele bi bak! öyle bi bak ki; yok say geçen günleri, yok say olup biteni, sen ben ikimiz bir olak ki tövbe edek her bişeye. aynı onbeşimizdeki gibi günahsız, saf olak. her bişeye yeniden başlayak sultan. sen, ben, zarifem.. kızgındım, öfkeliydim.. ama sen geldin ya bana, ibrahim deyiverdin ya, gitti.. herşey bitti geçti. gel, gel barışak sultan. kötüsü geride kalsın ha!
    sultan- golay mı ibraam, golay mı artık.

    (sultan yerinden kalkar. arkası ibrahim'e dönük bir kaç adım atarak konuşmaya devam eder)

    sultan- dilim demese de, aklım unutsada geçmiş günü, galbim unutur mu sandın! galbim her gün bağırmaz mı bana göğsümden yalan bu ömür, yalan bu dünya deyi...

    (ibrahim hıçkırarak ayağa kalkar)

    sultan- olmaz ibrahim olmaz. sen ve ben gocaman iki yalancıyız biz. senin sevda bildiğin inat, senin sevda bellediğin gavgada kazanmaktır esasta. yanlış bilin sen onu. rabbim bunca yalana bir hakikat yaratmış, adını zarife koymuş. zarife lal olmuş, ağzı dili tutulmuştur ibraam. sen de ben de yaşadıkça o gün yüzü görmeyecek, o gız mutlu olmayacak... gızı yaşarken mezara kodun ibraam. son sözüm şudur ki, rabbim seni de beni de bağışlasın.

    (sultan çantasından silahı çıkarır ve ibrahim'e doğrultur. ibrahim panikle ..)

    ibrahim- sultann, sultan yapma! dellenme! hapislerde çürürsün... beni düşünmüyorsan zarife'yi düşün! o nolacak!
    sultan- zarife mutlu olacak, unutacak bu günleri biliim. bizdik onu solduran. sendin, bendim bahtını garartan. biz gideceğiz, o yaşayacak. hiç kimse beni mapusa koymayacak, gimse bana katil demeyecek. ölüler katil olmaz. allah seni cehenneminde garşıma çıkartmaya. şahadet getir ibraam
    ibrahim- sultan!
    sultan- şahadet getir ibraam

    (sultan tetiğe basar. aynı anda kuş şakımaları yerini kaçışan kuşların kanat seslerine bırakır. sultan birkaç kez daha tetiğe basar ve ibrahim yere yıkılır. daha sonra sultan namluyu kendi karnına çevirir.)

    sultan- (iç ses) eşhedü en la ilahe illallah...

    (ve tetiğe basar. sultan'ın parmaklarından kurtulup yere düşen silahla birlikte sultan da boş avluya yığılır. sultan'ın cansız bedeninin üzerine sultan'ın sesi düşer.)

    sultan- (iç ses) sanki bir ben vardır benden içeri. o davranıp kalkmakta, sanki yükselmekte göğe. böyle mi olurmuş ölmek dedikleri. ah sultan, hancıların sultan. böyle boylu boyunca uzanıp yatmakta varmış gaderde.

    (bu sırada sultan'ın göz hizasında yerde bir karınca yürümektedir. ses devam eder)

    sultan- (iç ses) şu garıncaya can veren rabbim bağışlar mı ki seni. hey mübarek; şunun çalımına bak hele! yaz geliy zaar. yaz gelmekte sen gitmektesin. ah sultan, hancıların sultan. hele dön de bi halına bak şimdi. hele dön de bir bak şimdi...

    (aynen çemberimde gül oya diyalogları adlı kitaptan alınmıştır. noktasından, virgülüne kadar dikkat edilerek yazılmıştır. varsayınız ki, şerif sezerden tekrar dinliyorsunuz bu cümleleri...) (ah hancıların sultan, yazarken bile ağlattın beni!)
  • --- spoiler ---

    vakit gece. ercan, yurdanur ve mehmet'in odasına pat diye girer.

    yurdanur ve mehmet: ercan?

    yurdanur: ne oldu?

    ercan: korkuyorum. sizinle yatabilir miyim?

    yurdanur: ayy ay

    mehmet: olur mu hiç ercan? anneannen çok merak eder. hadi koş bakalım yatağına

    yurdanur: ayy korkmuş... gel sen böyle bi' tanem gel

    mehmet: yurdanur ama olur mu?

    yurdanur: ne var canım, alışın biraz mehmet bey. sizin çocuğunuz da yolda. uff buz gibi ayakları. hadi bakalım uyuyalım şimdi. bak biz yanındayız (ercan'ı öpüp, sarılır)

    ercan: ölenler nereye gidiyor? anneannem öbür dünyaya, cennete gidiyorlar diyor. hepimiz orada buluşacağız diyor. ama okulda devrim diye bir çocuk var, o hiç bir yere gidilmiyor dedi. öbür dünya diye bir yer yokmuş.

    mehmet: ercancığım bu, dünyada insanların bir türlü karar veremedikleri konulardan biri. herkes kendisi nasıl inanıyorsa öyle düşünmekte özgür.

    ercan: sen nasıl düşünüyorsun?

    mehmet: ben? eee... ben... şimdi bana göre... bütün canlılar ölünce toprağa karışıyor. toprağın altındaki sularla beraber denizlere, dünyaya yayılıyorsun.

    ercan: yeni zelanda'ya kadar gidiyor muyuz?

    mehmet: (gülerek) evet... birazımız yeni zelanda'ya gidiyor, birazımız çin'e, birazımız brezilya'ya... sonra oralarda yeni doğan başka canlıların bedenlerine girmiş oluyoruz. yani bir süreliğine o canlı olmuş oluyoruz. yani... yeniden ölene kadar.

    ercan: yani mesela kanguru?

    mehmet: eğer istersen kocaman bir ağaç olup yüzlerce yıl yaşayabilirsin. ha kanguru da olabilirsin tabii

    yurdanur: hadi ama uyuyun artık.

    ercan: peki kelebek olursam sadece bir gün mü yaşarım?

    mehmet: evet, ama o zaman da uçmayı öğrenirsin.

    (bu anlarda dışarıdan suna ablanın bağırışları duyulur)

    suna: ercaaaaaaaaaaaaaaan!!! ercaaan?

    yurdanur: burda suna abla!

    (suna mehmet'le yurdanur'un odasına girer)

    suna: aaa çüş! ne işin var senin burda!? ayıp, insanların yataklarında... ay kusura bakmayın çocuklar. yatmış bir de manda gibi oraya allahın cezası... yürü! (ercan'ın kulağını çekerek odadan çıkarır)
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap