• yaklaşık 15 yıl önce. 17 yaşındayım. aşık olduğum kız ile ilgili cinsel isteklere sahip olmanın mümkün olmadığı bir ergenlik dönemindeydim. o gözümde bir melek. siyah küt saçları var. basket oynuyor. bisikleti var. bisikletiyle basket oynadığımız lisenin bahçesine geliyor. o da bize katılıyor. her gün basket öncesi ve sonrası okul bahçesindeki banklarda oturup sohbet ediyoruz. o okulun bahçesine girer girmez “seninki geliyor” diyorlar. utanıyorum. oyuna başlarken çıkardığım tişörtümü giyiyorum. o geldiği için çok ama çok mutlu oluyorum. zaten ben de her gün onu görmek umuduyla oraya geliyorum. ama her gün onu oraya görmek için gittiğimi, ona deliler gibi aşık olduğumu, hayatımın ilk aşkı olduğunu ona söyleyemiyorum. sadece havadan sudan ve şimdi hatırlayamadığım konulardan konuşuyoruz. onunla konuşmak öyle güzel ki. ben lise ikiyi bitirmişim. o üniversitede ikinci sınıfı bitirmiş. yaz tatili için memlekete gelmiş. bense yaşadığımız ege kasabası dışında bir yerleşim birimine aşina değilim. sadece televizyondan, kitaplardan biliyorum istanbul denen kocaman bir şehri. o ise istanbul’da bir üniversite öğrencisi. oysa bu, ona aşık olmamı, onunla olmadığım her dakika onu düşünmemi engellemiyor. deli gibi seviyorum onu.

    bir dersane, lise üç öğrencilerini bedava kayıt yapmak için bir sınav düzenliyordu. o sınava gideceğim gün, benimle buluşmak istediğini, sınav çıkışına geleceğini söyledi. daha önceleri her gün “basket oynamaya” gittiğim okul bahçesinde onu görmekten hoşnuttum. şimdi bu birbirimiz için orada olacağımız fikri yüreğime öyle sevinçli öyle ağır geliyordu ki heyecandan titriyordum. sınavdan erkenden çıktım. onun geleceği vakte kadar, heyecanımı yenmek ve cesaret toplamak için gidip birkaç kadeh rakı içtim. dersaneye döndüm. damarlarımda kıpır kıpır dolaşan, alkolün izleri mi yoksa onunla “buluşacak” olmanın heyecanı mı, emin değildim. rakının etkisiyle çişim de geldi sanki. off sırası mıydı şimdi. tuvalete filan gidecek halde değildim. sonra o geldi. evet, birbirimizi görmek için bir araya gelmiştik! ve ilk defa onu spor yaptığı kıyafetle değil kolsuz bir gömlekle görüyordum. ne kadar da güzeldi. rahat görünmeye çalışıyordum fakat beceremediğimin ben de farkındayım.

    “cafe’ye gidelim” diyor. o ege kasabasında o zamanlar liseli öğrenciler için “cafe” demek öpüşmek demek, sevgili olmak demek; sevgililer cafeye gider. oysa ben ona hislerimi anlatmaya cesaret bile edememişim. cafe’ye varıyoruz. küçük bir yer. ilk defa giriyorum buraya. merdivene yöneliyoruz. demir merdivenlerle çıkılan bir asma kat var. tavanı çok alçak. demir merdiven sonrası, oturulacak yere geçerken tavanın kolonuna çarpmamak için eğiliyorum. geçtiğimiz yer tavanı alçak bir asma kat. küçük bir oda büyüklüğünde. karşılıklı iki çek yat var. ortada da bir sehpa. birer soda siparişi veriyor ve garsonun ayrılışının ardından baş başa kalıyoruz. yan yana oturuyoruz, baş başa, dip dibe. çok heyecanlıyım. ne konuşacağımı bilemiyorum. terlemeye başlıyorum sanki. tuvalete gitsem mi şimdi? sonra elini omzuma atıyor, sarılıyor. “seni tutan bir şeyler var. rahat ol.” diyor. şimdi öpmeli miyim onu? o mu beni öpecek yoksa? nasıl öpüşülür bilmiyorum. memeleri var. aşık olduğum “melek” aslında güzel bir karşı cins. ne, çüküm kalkıyor. olamaz. ne yapmalıyım, bilmiyorum. o pozisyondan hızla sıyrılıyorum. “tuvalete gitmeliyim” diyor ve koşar adım uzaklaşamaya çalışıyorum. henüz ikinci adımımı atmışken, kafamı tavanın kolonuna vurup yere düşüyorum. kafam acıyorken, hızlıca toparlanıp kendimi tuvalete atıyorum. aynada kendime bakıyorum. alnım kızarmış. ne yapacağım şimdi?

    tuvaletten çıkıyorum. sakince “hadi gidelim” diyor. otursaydık, demek istiyorum ama diyemiyorum. oradan çıkıyoruz. birkaç hafta sonra istanbul’a gidiyor. bir daha beni aramıyor. ilk aşka bu kadar yakınken, beceriksizliğim kafama öyle acı dank ediyor ki, birkaç yıl acısını çekiyorum.
  • fransizlarin turkce "kahve"den aldiklari, turklerin ise fransizlardan "cafe" (café) olarak geri aldiklari, sonunda tdk sozlugune "kafe" olarak girmeyi basarabilmis sozcuk.
  • oturup konuşup çay, kahve içmek için açılmış yerler. fakat çoğunda içecek bittikten sonra garsonların ikide bir gelerek "başka bir şey ister misiniz?" (meali: hadi kalkın yoksa birşeyler daha için ki para kazanalım) diyip insana oturmayı zehir ettikleri mekanlardır, hiç haz etmem.
    oturup konuşmak için en ideal yer evlerdir, ne işiniz var ulen dışarda madem oturacaksınız?
    (bkz: mesaj kaygım yok varsa top olayım)
    (bkz: mesaj kaygısı kötüdür)
  • uzun yıllar gittiğim, arkadaşlarıma randevularımı verdiğim, buluştuğum, sohbet ettiğim, zamanımı öldürdüğüm, paramı gömdüğüm, enerjimi harcadığım, sahiplerine para kazandırmak ve hayatımdaki olumsuzlukları arkadaşlarımın hayatlarındaki olumsuzluklarla takas ederek bir afyon gibi beynimizi uyuşturduğum mekanlar.

    40 yaşındayım ve yirmili yaşlarda başladım o mekânlarda oturmaya. hep bir arayışın, hep bir kaçışın mekânlarıydı. kâh bir kızla sohbet etmek, kâh eve biraz daha geç gitmek, kâh "kısmetimiz yok abi" temalı ağlak sohbetlerle kendimizi gazlamak için oturduk kaldık. evimizde bedava içeceğimiz veya bakkaldan çok ucuza alıp bir bankta tüketebileceğimiz çaya, kolaya beş katı paralar verip (o zamanlar sigara yasağı da olmadığından) dumanlar içinde zamanımızı ve enerjimizi tükettiğimiz yerler. o kadar çok giderdim ki... istanbul'da müdavimi olduğum bir dünya cafe vardı. deniz kıyısında olanı vardı, ara sokakta izbe yerlerde olanı da. sanki bir görevmiş gibi, sanki orada bir bekleyenimiz varmış gibi, sanki biz oraya bir ay gitmesek birilerine ayıp olacak, bizi arayacaklarmış gibi. oysa hepsi ticari birer işletmeydi, içtiğimiz çay kadar itibarımız vardı, o da hesabı ödeyene kadardı. en fazlası üçüncü beşinci gidişinizde size "abi hoşgeldin" denilecek bir itibar ki onu da kapıdan giren, yüzü azçok aşina herkese söylüyorlardı zaten. hepsi hepsi beş masa yirmi sandalyeden oluşan mekanların duvarındaki bir iki objenin yarattığı hava ve "mekân güzel aabi" 'den öteye gitmeyen yorumlar, oturduktan onbeş dakika sonra gözünüzde sıfırlanıyor zaten. bildiğin sokak arası izbe dükkânları sizlere çok farklı bir yer gibi sunuyorlar. siz de kendinizi şanzelize'de zannediyorsunuz. epi topu genişliği üç metre olan sokakta, sokağın tozuna nazır bir masada oturup çay içiyorsunuz işte.

    yıllarca gittim geldim, boş yere besledim bu adamları. edindiğim deneyimi söyleyeyim gençler: bu cafe denilen mekânların size bir iki dandik sohbetten başka verebilecek hiçbirşeyi yok. ama sizden çok önemli iki şeyi alıp götürüyorlar. zaman ve enerji. zaman kısmını çoğu insan söyler de bu enerji kısmını ben keşfettim sanırım. buralarda geçirdiğiniz zaman bir yana, burada kendi kafanızdaki insanlarla gerçekleştirdiğiniz sohbetler, sadece sizin eylemsizliğinizi arttırıyor. çünkü siz, evinizde ve işinizde bir başarısızlık olduğu için çoğunlukla artan boş zamanınızı oralarda geçirmek istiyorsunuz ve kendiniz gibi arkadaşlarla buluşuyorsunuz haliyle. sohbetlerin uyumluluğu, birbirinizle ortak sıkıntılarınızın olmasından kaynaklanıyor. birbirinize aktarıyorsunuz, kendinizi yalnız hissetmiyorsunuz ve bir afyon almış gibi sakinleşiyorsunuz. uzun zamandır görülmeyen bir arkadaşla iki lafın belini kırmak türünden ayda yılda bir yapılanı bir kenara koyuyorum ama "müdavim olma" formatına geldiğiniz zaman işler maalesef bu şekli alıyor. eğer iş veya özel hayatınızda bir başarısızlığınız mevcutsa cafelerde bunu ancak arttırabilir ve sürekli hale getirebilirsiniz.

    dedim ya yirmi yıla yakın o mekânlara takıldım. hayatım hep kötüye gitti. oralardan kendimi kurtardıktan sonra işim de gelişti, özel hayatım da. birlikte oralarda buluştuğumuz arkadaşlarımız, bunları okurlarsa alınmasınlar, mesele onların kişilikleri falan değil, hala özlüyorum hepsini. belki onlar ayda yılda bir takılıyorlardı, ben müdavimdim. sonuçta hepimizden birşeyler "emdiğini" düşünüyorum.

    hiçbir zaman yaşamadığım bir tecrübe olmadan kuru tavsiyelerde bulunmadım. o bakımdan buradan genç arkadaşlara sesleniyorum. çok nadiren gidip oturun. ama asla alışkanlık haline getirmeyin. paranızı, zamanınızı ve birşeyler yapabilme gücünüzü, sanki elektriğin topraklanması gibi o cafelerde tüketiyorsunuz. kafanızı kaldırın ve bir işin ucundan tutun. inanın o sohbetleri kendi evinizde yapmak, cebinizde özgürce harcayabileceğiniz yeterli miktarda para bulunması, o ucube mekânlarda sıkışıp kalmaktan çok daha iyi.
  • fransizca kahve. bugun klas olabilmek icin biryerlerini yirtip, adina da cafe diyen yerler, bu ismin eskiden fransa'da bariz kiraathane olan yerlerden esinlenilerek geldigini bilseler... gene ayni halti yerlerdi ya ne diyorum ben.
  • türkçe kafe sözcüğünün sık rastlanan (hatta doğrusundan bile daha sık) yanlış yazımı. ne bulunuyor bu özentilikte? türk alfabesi, seslerinizi ifade etmekte yetersiz mi? yoksa "cafe" diye mi seslendiriliyor? madem cevap ikisine de "hayır", o halde bu özentiliğin sebebi ne? k harfinin suyu mu çıktı? bir de e harfini bilirmiş, telaffuz edebilirmiş gibi accent aigu'yle yazılıyor, hey yarabbim!

    böyle "café", "cafe" yazan işletmeleri görünce tabelaları alıp sahiplerinin başına geçiresim geliyor.
  • nargile, kahve, parfüm, tütsü karışımı kokan mekanlar. aynı kıyafetler, benzer insanlar ve muhabbetler. şehrin janti yığınlarının sığınakları. daha fazla müşteri uğruna en ufak boşluğa bile sıkıştırılan masalar. sokak boyunca sağlı sollu sıralanan bölgeler mevcuttur şehrin kimi kesimlerinde. yorucu, artık.
  • fransizcadan turkceye kafe olarak gecmis olsa da ne yazik ki hatta marifetmis gibi sozluk, blog, altyazi vs gibi yerlerde fransizca asli -e uzerindeki accent aigu olmadan- cafe olarak yazilan sozcuk.
  • 2010 yapımı bir film. jennifer love hewitt varmış bakayım dedim. içinden dünya tatlısı madeline carroll da çıktı. konusundan bahsedemiyorum zira büyük spoiler vermiş olurum. gerçi bir bok anlattığı yok. bir cafe ve müdavimlerini, dünya ve insanlığın metaforu olarak sunuyor. aha güzel bir şeyler çıkacak bundan derken boka sarıyor. jesus coffee drinkin' fat ugly christ!
hesabın var mı? giriş yap