• ve
    anılardan anılara sallanan bahçe
    hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
    iyi.
    yeniköy'de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
    bu sabah bu sabah
    oralı olmadı kimse -pazartesi miydi-
    oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde
    nasıl?
    güllerse güller içinde yani
    ve balkon demirinde bir martı. dedim ki
    deniz şuralarda bir yerde olmalı
    çıt yok evin içinde
    deniz şuralarda bir yerde olmalı
    çıt yok
    sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı
    ve göklerden tepelere inen bir sokak
    ya da bir akarsuyum ben
    denizse
    şuralarda..
    yok önemi bir iki gün kaldı -martı-
    balkonda
    deniz de öldü sonra, martı da
    iyi iyi.
    suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
    günler -seni anımsadığım zaman-
    birden kurtuluş'tan taksim'e giden bir tramvay görüntüsü
    mavi bir elektirik çakımı tellerde
    sanki kar yağıyor da sürekli, tepebaşı'ndayız
    karlar gıcırdıyor ayaklarının altında
    besbelli gümüşsuyu'ndayız, rus lokantasındayız
    -ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz-
    şarap içmişiz, üşüyoruz
    dışarda dünya silinmiş
    ikimiz ikimiz ikimiz
    böyle birkaç defa ikimiz
    sonra ki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
    nasılsa
    sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
    sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
    üşümüyorum da
    bende herkes var, diyen bir kızın titrek
    sesleri dökülüyor kucağıma
    dudaklarım kan mavisi bugün.
    biz burda iyiyiz, biz burda çok iyiyiz
    biz burda kırk yaşındayız hepimiz
    dördümüz bir kişiyiz de ondan
    içimizden biri uyuyor olsa, falan filan
    onu bekliyoruz bir kişi olmak için
    evet evet, yanılmıyorum ben
    bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
    doğrusu ya
    yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
    duvardaki vitray, begonya
    begonya, vitray
    kurtuluşla asmalımescit birbirine geçiyor
  • gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiç bir yere gitmiyor...
    bu şiiri okuduğumdan beri gökyüzüne bakarken çocukluğuma bakıyor sayıyorum kendimi. sisli, açık, karanlık. açıksa o gün ve ışıl ışıl parlıyorsa güneş ve ısıtıyorsa hayatı ve hapisane avlusunda mahkumları; güzel anılar üşüşüyor aklıma: kırmızı bisikletim, istiklal marşının on kıtasını birden sular seller gibi ezberleyişim, öğretmenime topladığım çiçek, minare kadar uzun dedem... kapalıysa misal hep hüzünlü bir çocuk muydum diye arayıp sorasım geliyor öğretmenime, dedeme: ölümleri düşüyor akla, ölüm ölümü çağırıyor, o vakitten sonra gün geçirilmek zorunda.
    bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar...
  • içinde penceresiz bir odayı da barındıran, dört kişinin (seniha, cemile, cemal, ester) ve onların düşlerinin, kırgınlıklarının, mutsuzluklarının yaşadığı bir evde geçer bu şiir. bütün günler birbirinin aynı ve tekdüzedir. aynı sürahi, aynı bardaklar, ışığın içkilerde hep aynı şekilde kırılışı, bezik tahtasının bazen sert bazen yumuşak ama hep aynı düzen içinde yükselen sesi, o sesin aynalarda çoğalması…

    seniha, kendisini günlüğüne, günlüğünü çekmecesine kilitler. mutsuzluğunu çoğu zaman tersinden ifade ediyor. tıpkı kadınlığını garip bir erkek(si)likle dışsallaştırması gibi. aynı erkeklik seniha’nın kardeşi cemile’de de karşımıza çıkıyor. sanki erkek yüzü ön plandayken rakı, mutsuzluğa bürünmüş kadın yüzü ön plandayken konyak içiyor cemile. olmayan bir tanrının görevlendirdiği bir mesih gibi manastırlı hilmi bey’e mektuplar yazıp onun varlığına, dolayısıyla kendisinin dünyada oluşunun anlam(lılığ)ına inanmaya çalışıyor.
    cemal, kırmızı bir balığı öperken dudaklarını kanatacak kadar kırılgan, dünyayı içine taşımış ve orda yaşamaya çabalayan bir erkek. cemile’nin oğlu. annesine ve teyzesine karşı hastalıklı bir bağlılığı var. annesine yönelen nefreti sanki erkekliğinden bir şeyler eksiltiyor ve cemal bu eksikliği gidermek için ester’i sık sık konuk ediyor iç dünyasına.

    ester ise o evin ete kemiğe bürünmüş hali gibi. seniha ve cemile’nin içlerine gömdüğü dişiliği kendinde toplayıp dünyaya katıyor. evin bütün oluş ve olamayışları onun içinden akarak bize ulaşıyor.
  • edip cansever'in, manastırlı hilmi beyin mektupları, seniha hanımın günlüğü, cemal'in iç deneyi, ester'in lakırdıları arasında gidip gelen şiir telleri, lirkuşu sülalesi..
  • normalde başlı başına bir kitap olarak yayımlanmış edip cansever yapıtı. şu an kitabı piyasada bulmak mümkün değil lakin bütün eserleri adlı kitabında varmış sanırım. * şiirin tamamı için:

    bezik oynayan kadınlar

    manastırlı hilmi beye birinci mektup,
    manastırlı hilmi beye ikinci mektup,
    manastırlı hilmi beye üçüncü mektup,
    cemal'in iç konuşmaları /1,
    cemal'in iç konuşmaları /ıı,
    cemal'in iç konuşmaları /ııı,
    manastırlı hilmi beye dördüncü mektup,
    seniha'nın günlüğünden /ı,
    seniha'nın günlüğünden /ıı,
    seniha'nın günlüğünden /ııı,
    seniha'nın günlüğünden /ıv,
    seniha'nın günlüğünden /v,
    seniha'nın günlüğünden /vı,
    seniha'nın günlüğünden /vıı,

    ester'in söyledîklerî

    kendime,
    istek,
    kan yargısı,
    göz suyumda,
    akmayı duydum,
    o bile,
    düşüş,
    duruş,
    doğuş,
    umuş,
    ikilemler,
    özleyiş,
    saplantı,
    gidemeyiş,
    biliş,
    yeniliş,
    bitmeyen,
    düş,
    uyanış,
    bitiş,

    bezik oynayan kadınlar

    manastırlı hilmi beye birinci mektup

    işte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
    işte şu begonya, işte yalnızlık
    işte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
    işte yok oluşumdan doğan kent
    hiçbir yere taşınıyorum, kendime sızıyorum yalnız
    ben dediğim koskocaman bir oyuk
    koltuğun üstünde, aynadaki yansıda
    bir oyuk! sofada, mutfakta, yatağımda
    yaşamayı tersinden kolluyorum sanki
    yetişip öne geçiyorum sık sık. sözgelimi
    bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim
    iyi
    bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu
    salıyı gösteriyor.
    salondaki büyük saati sattım
    saatin ölçebileceği
    herhangi bir zaman parçası yok
    gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
    bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
    ne gereği var ki saatin
    balkona çıkıyorum sürekli
    yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece
    bir semtin ilk rengini alıyorum
    örneğin ümraniye'de bir çay bahçesindeyim
    bazan
    anılardan anılara bir yol
    ve
    anılardan anılara sallanan bahçe
    hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
    iyi.
    yeniköy'de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
    bu sabah bu sabah
    oralı olmadı kimse —pazartesi miydi—
    oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde
    nasıl?
    güllerse güller içinde yani
    ve balkon demirinde bir martı. dedim ki
    deniz şuralarda bir yerde olmalı
    çıt yok evin içinde
    deniz şuralarda bir yerde olmalı
    çıt yok
    sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı
    ve göklerden tepelere inen bir sokak
    ya da bir akarsuyum ben
    denizse
    şuralarda..
    yok önemi bir iki gün kaldı —martı—
    balkonda
    deniz de öldü sonra, martı da
    iyi iyi.
    suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
    günler —seni anımsadığım zaman—
    birden kurtuluş'tan taksim'e giden bir tramvay görüntüsü
    mavi bir elektirik çakımı tellerde
    sanki kar yağıyor da sürekli, tepebaşı'ndayız
    karlar gıcırdıyor ayaklarının altında
    besbelli gümüşsuyu'ndayız, rus lokantasındayız
    —ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz—
    şarap içmişiz, üşüyoruz
    dışarda dünya silinmiş
    ikimiz ikimiz ikimiz
    böyle birkaç defa ikimiz
    sonra ki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
    nasılsa
    sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
    sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
    üşümüyorum da
    bende herkes var, diyen bir kızın titrek
    sesleri dökülüyor kucağıma
    dudaklarım kan mavisi bugün.
    biz burda iyiyiz, biz burda çok iyiyiz
    biz burda kırk yaşındayız hepimiz
    dördümüz bir kişiyiz de ondan
    içimizden biri uyuyor olsa, falan filan
    onu bekliyoruz bir kişi olmak için
    evet evet, yanılmıyorum ben
    bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
    doğrusu ya
    yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
    duvardaki vitray, begonya
    begonya, vitray
    kurtuluşla asmalmıescit birbirine geçiyor
    bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım
    karanfil kokuyorsa biraz
    yeni koparılmış bir demet karanfilim ben
    saçlarını soğuk ve uzun.
    ne diyordum? yağmurlar, evet
    üşümüyorum ürperiyorum sadece
    biçimini zorlayan bir kedi gibi
    dur biraz
    kapı çalındı, hayır, telefon
    telefon kapı telefon
    ikisi birden mi yoksa
    yoksa
    ne telefon ne kapı
    bir şimşek sesi hiç olmazsa
    o da değil
    ses filan duymadım ki ben
    yuvarlandıkça büyüyen
    bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki
    iki sesi taşıyan bir ses
    neden olmasın
    biraz önceki gibi
    üstümden biri kalkmıştı —yok canını—
    öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi
    yer değiştiren gezgin bir gölge
    bahçedeki ceviz ağacından
    içeri sürüklenen.

    manastırlı hilmi beye ikinci mektup

    susmanın su kenarındayız bugün
    ne kadar sevgiyle konuşsak —konuşuyoruz da—
    korkuyoruz gözgöze gelince hilmi bey
    korkuyoruz
    sanki gözler rakiptir de birbirine —öyle değil mi—
    ve bir yokuştan iner gibi oluyoruz
    bir yokuştan bir yokuşa sürekli
    — nereye?
    — bilmem ki
    ellerimizde alkol sesleri, saçlarımızda
    alkol sesleri
    dağlarımızda, içdenizlerimizde
    ve günler günlerin içinde öyle yavaş ki
    yerine saplanıyor bir sürahi
    pencereler şaşkın
    perdeler bir uzak yol kadar uzun
    ve balkon
    kendi dudaklarında şimdi
    donmuş bir tavus kuşu
    bir tavus kuşu yontusu belki
    ne tuhaf
    demin de aşağıdan bir bando geçti
    sormak isterdim sana
    bir bando şefinin hüznü nedir hilmi bey
    bir bando şefinin uykusu
    nasıl bir uykudur ki hilmi bey
    ne kötü
    elimde bir çiçekle yaz geçti.
    ve bugün
    çepçevre oturduk masanın başına gene
    bezik oynadık hilmi bey —her gün oynuyoruz ya—
    giysisiz, sadece kombinezonlarımızla —öyle işte—
    oda çok sıcaktı —lal renkli çini soba—
    seniha korse takıyor, yahudi matmazel
    nerdeyse çıplaktı —terliyor terliyor terliyor—
    ve cemal bir köşeden bize bakıyordu
    bakmıyor gibi bakıyordu
    durmuyor gibi duruyordu da
    benim anlamadığım işte bu
    dün dudağını kesti çarşıda
    kırmızı bir balıkla oynuyordu
    öptü bir ara balığı —neden—
    öperken dudağını kesti
    balık da kırmızıydı, kan da
    ve balık yüzerekten geçti —gördüm iyice—
    dudaklarından
    durdu cemal gibi biraz ötede
    durmuyor gibi durdu
    ağlamadı, hiçbir şey söylemedi
    bu çocuk anlaşılmayanın ta kendisi
    yalnızca sordu, bu yüzden sana soruyorum ben de
    melekler dişi midir hilmi bey
    dişidir diye tutturdu
    yani ben..
    öyleyse neyim
    elimde bir yapma çiçekle.

    adım cemile ya, çok seviyorum adımı ben
    çocukluğudur insanın adı
    cemal şimdilik cemal'dir —evet, öyledir—
    benimkisi bir anımsama —cemile—
    cemal - cemile: yeni fışkırmış bir marulun sesi
    ezilmiş iki vişne
    ve akşam
    akşam ki sallanacak hamağını buldu
    buluyor
    sular menekşelendi hilmi bey
    karpuz lambanın altında
    yorgunum biraz —bütün gün içtim—
    hepimiz içtik
    cemal odasından çıkmadı hiç
    tangolar çaldık üstüste
    eski tangolar —bin dokuz yüz on beşlerde ne vardı
    ben pencereden bakarken
    kimseler ölmemişti
    ölüm diye bir şey yoktu ki hilmi bey
    var mıydı?—
    yüzümden bir şeyler aktı aktı
    içim de menekşelendi hilmi bey
    gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
    hiçbir yere gitmiyor.
    nedense odasına kapandıkça cemal
    soyundukça soyunuyor yahudi matmazel
    hırslı bir dişi gibi
    ester, diyorum, ester
    gülümsüyor hafifçe
    bir başka gülümsemeyi karşılar gibi
    öpüşürken gördün mü sen iki öpüşmeyi
    hilmi bey
    tam öyle
    hızla giyiniyor sonra, dışarı çıkıyor
    üç kişi kalıyoruz birden
    yeni ısırılmış bir elma gibi kalıyoruz
    parlıyor yeşil tarafımız kendi aydınlığında
    içimde bir soğukluk
    dışımda bir begonya.
    karanlık iyice dışarısı
    rakımızı bitirdik —üçümüz—
    cemal odasından çıkmıyor
    birazdan ester de gelecek
    koltuğa çökecek, bir sigara yakacak
    gene bir haç gibi olacağız dördümüz
    bir evin içinde kocaman bir haç
    kutsal değil, kirli
    coşkulu değil, kırık dökük
    sevinçle çekeceğiz onu kendimize.

    manastırlı hilmi beye üçüncü mektup

    yaşamaya yerleşiyor seniha
    kendi yaşamına
    —güvercinsiz bir avlu mu? olabilir
    sırları dökülmüş bir ayna?—
    oysa çok geçti
    yıllar yıllar yıllar
    her geçen yıl elinde sanki
    yıprak, filizi yıllar
    'şey' sözcüğü gibi bağıntısız
    ağaççileği gibi durduğu yerde bir ezinti
    piyano tuşları —tek tek bakıldığında—
    çarçabuk bir göz atıldığında aynntısız —beyaz—
    yıllar
    seniha
    gözlerinin altı uzun menekşe.
    dün korkuttu beni —bazan oluyor—
    kocası izmir'de yaşıyor, karşıyaka'da
    sahici bir ayrılığın dikişini dikiyor seniha
    mavi mavi
    usul usul yani
    kocası —ben sevmedim hiçbir zaman—
    ikizini bulmuş diyorlar. seniha aldırmıyor pek ,
    aldırmıyor da
    pudralar, kremler tiksindiriyor onu
    bu yüzden bohemya kaseyi kırdı dün sabah
    saçlarını kesecek oldu
    sonra da sustu sustu sustu
    akşama dek
    hüzünler acılaşıyor hilmi bey
    geceler katı ve parlak
    — ansızın yere düşen
    laciverdi bir kestane sesi—
    acılar da acılaşıyor gittikçe
    sanki
    bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi
    ödünç alıyorum seni bazen
    çoğu kez geceleri
    niye almayayım —kaç güz geçti—
    ıslak kaputun gibi kokardı güzler
    seni sevdiğimi unutmuşum hilmi bey
    seni de unutmak istiyorum artık
    unutmak! ama nasıl
    sözgelimi çok hızlı oynuyorum beziği
    içkiyi çabuk çabuk içiyorum
    her şey bir hıza dönüşüyor —çoğu zaman-
    odamı giyiniyorum
    odamı soyunuyorum
    yerlerini değiştiriyorum eşyaların
    dışarı çıksam, bir tramvaya binsem
    bir durak ötede hemen iniyorum
    boynumdaki annemden kalma kolye
    —pembe bir buğu, uçup gidiyor—
    bazan koparıyorum, yeniden diziyorum
    gökyüzünde kalın sırça ben
    dünyaya tutuyorum kendimi, bakılıyorum
    nedense hep böyle sanıyorum
    'nerdesin, akşam oldu'
    biraz anımsıyorum
    sen bahçe kapısından girerken
    bir kendim gibi caddelerdeyim
    zamanın minesi soldu hilmi bey
    demeye getiriyorum.
    geçenlerde nisuaz'a gittim
    cemal'e birlikte
    hasır koltuklara oturduk
    dışarda kar serpeliyordu, iki elma, külde pişirilmiş
    giderek küçülüyordu —gözleri cemal'in—
    kahveyle konyak içtim
    cemal tarçın içti, konuştu biraz
    herkes bana bakıyor, herkes bana bakıyor, herkes
    bana bakıyor —bana öyle geliyor—
    bacaklarım —işte!— güzeldir çok
    aralık kapıdan kış kokusu doldu içeriye
    ürperdim —işte!— omuzlarım da güzeldir
    ama ben
    kaçarak yaklaşıyorum her görünmeye
    uzaktan uzağa gözgözeyim
    uzaktan uzağa öpüşüyorum
    uzaklarda biriyle sevişiyorum
    erkeğe benzer yalnız bir dişiyim ben
    evet evet öyleyim
    hiç değilse öyle olmalıyım
    her neyse..
    az sonra muhassen geldi —tanımazsın-
    kurtuluş'ta, aynı caddede oturuyoruz
    sevişmenin gölgesi gibidir yalnızken
    düşünmenin dişisi
    evini işletiyor —bana ne bundan—
    konyak içiyor o da
    sonra bir konyak daha
    kıpkırmızı gülüyor —gülsün, iyi—
    bütün gövdesiyle gülüyor
    bende gülüyorum
    vitrinlerdeki kesme bardaklar
    şarap şişeleri, bir gemi resmi
    gülüyor durmadan hepsi
    karşıda bir ev, kırk odalı sanki
    her odada bir boy aynası
    her boy aynasında
    beyoğlu'nun bir parçası
    durmaksızın gülüyor
    yağan kar hemen eriyor yere düşer düşmez
    gülmüyor, gülümsüyor
    makyajını tazeliyor muhassen
    kalkıp gidiyor
    acının kış ayları, diyor birdenbire cemal
    içine çekilip de soğuktan
    oyuncağını orda bulamayan
    bir çocuk gibi
    —evet, hiç çocuk olmadı cemal
    olmayacak da—
    kalkacağız birazdan
    acının kış ayları
    ne yapsam belirsizim.
    eve dönüyoruz —soldu minesi zamanın—
    bugün de bir şey yaptık
    tam kapıdan gireceğiz
    uzakta bir laterna sesi
    bir kadın ağlaması
    pencereden sarkıtılmış bir sepet
    sepette bir karnıbahar patlaması
    sarı elmalar
    içeri giriyoruz
    bu kapı hiç değişmez mi, diyor cemal
    bu kapı
    ve her şey.

    cemal'in iç konuşmaları /ı

    bir şeyler çiziyorum buğulu cama —ben—
    cemal'in ıslak sesi
    kayıp gidiyor buğulu camda
    —bir sabah yağmurunun en küçük tanımıysa
    şu benim sesim—
    çizip çizip siliyorum sesimi
    birden odayla dışarısı birleşiyor
    ve birleşir birleşmez
    çıkarıp cebinden büyük aynasını gök
    bir istasyonda yolcularını bekleyen
    insanlar gibi hafifçe gülümsüyor
    bana
    elimi sallıyorum içimden
    buruk içimden
    belli belirsiz.
    yaşlı bir çocuğum ben, çocukların en yaşlısı
    ağzımda sakız tatlısının hiç eksilmeyen tadı
    sevilince kendimi tadıyorum bir de
    kendime dönüşüyorum
    —ah içimin derin rengi
    yoğun kokusu—
    biraz önceydi
    yalova'da bir oteldeyiz
    çok büyük bir oteldeyiz —hepimiz—
    çiçekler var —çok büyük— ağaçlar gibi
    kırmızılar uzun, uçsuz bucaksız
    sonra bir vapurun bayrağı
    görmüştüm
    annemin yakut yüzüğü
    görmüştüm
    ben herkesin oğluydum o zamanlar
    kalabalıktık.
    elimi buğulu camdan çektim
    saçlarım doldu yüzüme
    saçlarım neden böyle uzun —kimbilir—
    sevmiyorum hiç
    yalnız yapıyor beni
    hem niye
    herkesin özlemi benim özlemim değil ki
    az konuşuyorum bu yüzden
    tenhalarda duruyorum
    sanki yaşamım benim
    önce bir susuzluk vakti
    —suyu musluktan içiyorum sık sık
    kimseye göstermeden
    böylece
    hiç mi hiç bitmiyor içmem—
    nisanın ıslak sesi
    —kocaman bir gül haziran—
    gelip gelip vuruyor
    uzaktan bakıyorum
    kış aylarına bakar gibi
    kirli
    çift kollu bir lambaya benziyorlar
    seniha teyzemle annem
    bezik oynuyorlar gene
    masada rakı sürahisi —dilim dilim ve renkli—
    tabakta solgun meyvalar
    —sanki kimse birbirine bir şey demedi—
    ve
    suyu çekilmiş portakallar portakallar
    —ne? ne zaman? şimdi unuttum
    büyükannemin ölüm saati—
    ester vazoya çiçekler yerleştiriyor
    pembe sesiyle
    —baharı yerleştiren bir tanrının elleri—
    kokusunu duyuyorum uzaktan
    hayır, kokusunu düşünüyorum
    benim olmayan kokular..
    insan kendi kokusunu bilir mi
    bilmem
    bilemez
    ama annem ester'in
    ester'se annemin kokusunu biliyordur
    sanırım bazı kokular da duyulmaz, görülür
    ben gördüm
    işte şu karşıki bahçenin kokusu
    toprakla güneş karışımı bir koku
    ben gördüm
    büyükannemin ölüm kokusu
    gördüm ben
    sonra annemi bir kokuda gördüm iyice
    seniha teyzemi de
    çok ağır bir kokudan gelmiş oluyor teyzem
    muhassen'den döndüğü zaman
    o evden
    işaret parmağına benziyor bazı kokular
    gösteriyor gösteriyor gösteriyor
    demin yanından geçtim
    bugün başka türlü kokuyor ester
    dudağımı kanatan balık gibi değil
    baharda kar yağar mı, öyle kokuyor
    kapısını ilk kez açıp da
    içeri giriliveren
    yeni bir ev gibi kokuyor
    bin türlü kokuyor bugün ester.

    (çok geniş bir çayırda yürüyorum yürüyorum
    ezilen otlar gibiyim
    ezilen otlar gibiyim ayaklarımın altında
    kendi ayaklarımın
    nedense
    bu böyle hoşuma gidiyor.)

    cemalin iç konuşmaları /ıı

    odamın penceresi yok —daha iyi—
    kendime bakıyorum ben de
    kendimden sarkmış kollarıma
    kendimden damıtılmış gözlerime
    —bakmıyorum, duyuyorum onları sadece—
    böylesi iyi, çok iyi
    kapıyı kilitledin —kapımı—
    salonda gürültüler, ut sesleri
    muhibbe gelmiş olacak burgaz'dan
    birkaç kere gördüm
    şişmandı çok, beyazdı
    saçları mavi gibiydi —öyleydi—
    maviler saçları gibiydi
    açık denizlere benzerdi
    ve yüzü
    ibrişimlerle dolu
    gizemli bir dikiş kutusuydu sanki
    geçen yaz denize girdiğim günler..
    anımsıyorum
    ne vardı ortalıkta maviden başka
    sadece bir martı —o da maviyle beslenen—
    gördün mü demiştim kendi kendime
    mavilik de çocukluk gibi
    unutulmayacak hiç.
    evet, muhibbe
    parası bitince gelir bize
    bir iki gün kalır gider
    sabahtan akşama ut sesleri
    rakı sofraları
    yüzünde, göğsünde, ellerinde
    dışa kaymış ibrişimler
    ek: bir fayton sesinin sessizliği de
    ölümü anımsatan bana
    ölmüştü —büyükannemdi—
    ölü yıkayıcılarını görmüştüm ilk defa
    dudakları yemyeşil biri
    —karıştırıyor muyum yoksa
    bir sirk afişindeki adamla—
    seslenmişti, anımsıyorum
    hiç değilse pedikürlerini silin!
    sonbahardı.
    odamın penceresi yok —iyi ki yok—
    konuşuyorum kendimle
    cemal! herhangi bir mevsim anımsar mısın
    yaz aylarının dışına kaymış
    biraz
    içinde sevgilerin soluk aldığı
    anımsar mısın
    ve yazlar yuvarlak mıdır cemal
    oval mıdır
    çizgi çizgi midir yoksa
    herkes bir yerlere gider
    bir yerlerden gelir de ondan mı
    gelinciklerle tuzlu suyun sevişmesi miydi
    ne dedin
    sen öyle bir yere gittin de ondan
    geçen yaz
    sürdün dudaklarına gelincikleri, sürdün sürdün
    iri bir ruj lekesine benzetinceye kadar
    sonra da öptün kendini, öptün öptün
    orası neresiydi, unuttun şimdi
    adsızlığa çok yakışan bir yerdi.
    akşamüstlerinin bir çıtırdısı vardı cemal
    var mıydı
    belli belirsiz —anımsar mısın—
    bir atlıkarınca gibi dönüyordu deniz
    gündoğusundan günbatımına
    aynaya baktındı durup dururken
    oteldeki büyük aynaya
    gözbebeklerin kırmızıydı —bir an—
    dönüyorlardı boyuna
    çıkarıp attındı onları
    denize attındı, anımsa
    bir çift balık olup geri döndüler
    ruhundaki külleri yaktılardı.
    ut sesleri kesildi, iyi
    uzaklarda bir fıstık çamı yarıldı ortasından
    bir kuş ölüsü düştü —sanki—
    bölündü sesler de
    bir faytonun sessizliği de bölündü
    dudaklarını açtın kapadın
    çekilmiş ağlardaki balıklar gibi
    birden gelinciklerle doldu dünyan.

    insan iki kişi olmalı, değil mi
    en azından iki kişi
    sen yalnızsın
    yalnızlığın her zamanki ikindisi.

    (yürüyorum yürüyorum otlarımın üstünde
    ezile ezile ben
    bir şeyi ilk defa duymanın belirsizliğim
    yavaşça ataraktan üstümden.)

    cemalin iç konuşmaları /ııı

    ben mi konuşuyorum —cemal mi—
    tanrının taşları mı konuşan
    birbirine geçmiş sımsıkı
    yollar boyunca uzayan uzayan.

    kurtuluş'tan çok uzaklardayım
    birbirimizden çok uzaklardayız
    çok yakınız birbirimize —tekdüze günler-
    ester parmaklarını geçirmiş kalbine
    yeşim taşlı iğnesini yoklar gibi
    —sıkıştırılmış bir sandviç sesi—
    sürekli anneme bakıyor
    annemse bir elinde rakı kadehi
    ötekinde kâğıtlar
    oyun kâğıtları
    teyzeme bakıyor sürekli
    teyzemse yaratılmakta olan bir anıya benziyor
    bakışları anlamsız
    gölgeli
    kendine bakıyor olmalı
    ne tuhaf, herkes bir yerlere bakıyor
    hiç kımıldamadan
    bir ışık parçası düşüyor annemin yüzüne
    arada kovmak için elini sallıyor yalnız
    —dalgınlık, başka değil—
    neyi bitiriyoruz, neyi başlatıyoruz
    neyi bekliyoruz, bilmem ki
    kapı mı çalınıyor ne —gidip açıyorum—
    kimse yok
    peki
    nasıl karşılanır yok olan bir şey
    karşılıyorum
    birlikte salona geçiyoruz.
    oturuyoruz karşı karşıya
    yok olan şeyle ikimiz
    sarı koltuğa çöküyor o —her şey sarı zaten—
    ben kahverengi koltuğa oturuyorum —her şey kahverengi—
    kimse görmüyor bizi
    göremezler ki
    uçup uçup konuyoruz yerlerimize
    bir konfeti demetinden kopmuş gibi
    düşlerimizden .saçılmış gibi
    iyi eğleniyoruz yok olan şeyle ikimiz
    sigarasını yakıyor o
    iyi, yaksın
    bardağına cin koyuyorum
    ağır ağır içiyor
    her şeyin tersini taşıyor yüzü —sanki—
    ve taşırıyor
    —bir şair de olabilir, bir ermiş de—
    yürüyor pencereye doğru
    geri dönüyor
    birden
    çaydanlıktan ayaklarıma dökülen
    kaynar suyun acısını geri getiriyorum
    ve öperken dudağımı kanatan balığı
    ve hemen unutuyorum
    ben unutur unutmaz
    gümüşle altın karışımı bir tramvay geçiyor caddeden
    pırlanta kolyeler açıyor ağaçlarda
    şehrayinler dönüyor katlarında beynimin
    ışıklar ışıklar içinde atlıkarıncalar
    anlıyorum
    gezintiye çıkmış mutluluk o
    o, yok olan şey
    büyüyünce bulacak
    büyüyünce sevecek beni
    yeniden çalınıyor kapının zili
    açıyorum
    sık sık çalıyor
    açıyorum açıyorum
    bembeyaz bir alan oluyor mutluluk
    bembeyaz bir kalabalık
    gittikçe uzaklaşıyor annemle teyzem
    iki tek nokta gibi
    kalıncaya dek.

    bağırıyorum bağırıyorum
    beyaz çimenler, beyaz çimenler!
    yok oluyor düş
    yok oluyor sanrı.

    ikaros'um ben
    kimse artık beni görmüyor.

    manastırlı hilmi beye dördüncü mektup

    yıllar geçmedi, yıllar eskidi
    dokunduğum yerde kalıyorum
    yaşlı bir kelebek gibi.
    yeni bir renk buldum bugün, suyun atkısı rengi
    oyuğumdan çıktım
    çıkmamı duydum
    bir süre yürüdüm yürüdüm
    hiç kimsenin ağzını dayayıp da
    suyunu içmediği bir çeşme gibi durdum
    durdum ki
    önce bir elektrik mavisi çöktü içime
    sanki bir suya anlatıldım da bilinemedim
    ben
    benzersiz bir geyiği okşar gibi
    sevgisizliği okşayıp geçtim
    yol boyunca insanların
    uzak yakınlığını
    okşayıp geçtim
    sinema girişlerindeki fotoğraflara baktım —bir süre—
    çürük elma kokulu bir sokağa girdim
    küçük bir alana çıktım
    cemal'i okuldan aldım
    sonra..
    kestiydim saçlarını çoktan
    gözleri bir çift medüza şimdi
    cemal'in
    kurtuluş'ta unutulmuş bir bahçe için
    bahane cemal
    kollan iğreti, kısa
    kır yollan gibi tekdüze bir anlatım yürüyüşünde
    anlamsız
    ve yanyana gelince beton yapılarla
    hep aynı soğuk ve yapışkan hüzün
    yedeğine alıyor ikisini de
    oysa pencerelerden sarkan ışıklar bile
    herbiri başka başka
    acılar başka başka
    her günkü sözler, her günkü konuşmalar
    aynı plaklarda aynı şarkılar
    tutmuyor hiç birbirini
    ve
    mutluluk
    bir kibrit çöpü ne kadarcık yanarsa.
    eski bir lokantadayız hilmi bey
    beyoğlu'nda, arka sokaklarda
    karşıdaki vitrinde
    yeni cilalanmış bir tabut
    bu garip gün sonundan sanki
    pespembe üç haç eklenmiş ağzına
    cemal'in
    sadece pasta yiyor şimdilik
    duvardaki denizkızına bakıyor ara sıra
    bir düğmesi kopuk ceketinin
    tırnakları tertemiz
    gömleği buruşuk —biraz—
    bazı belirtiler bazı belirtilerle buluşunca
    sözleşiyor kafasında insanın:
    bu çocuk beni hiç sevmedi
    sevmeyecek.
    kim kimi sevdi? kim kimle yaşıyor ki?
    bezik oynuyoruz, rakı içiyoruz
    ve konuşmuyoruz gerekmedikçe
    arada mektup yazıyorum sana
    ah, olmayan sana. hiç olmadın ki
    bunu kendime, cemile'ye söylüyoruz.

    bitti yalnızlıklar, bir büyük yalnızlık var artık
    iki kaktüs gibiyiz cemalle ben
    kendi çöllerimizden koparılmış.

    seniha'nın günlüğünden /ı

    gözlerimden uçtum —bırakıp eski gövdemi—
    aynanın önünde durdum
    —kenarları saydam yapraklı aynanın—
    omuzları açık giysimi giydim —siyah—
    topaz kolyemi taktım
    göğsümün ortasına bir gül yerleştirdim
    acı, apacı bir gül
    dışarı çıktım
    muhassen'e uğradım —çağırdı demin—
    firuze ve turuncu deniz kabuğu alaşımı muhassen'e
    yedi lamba, yedi güvercin saçlarında
    ve eşyalarında bir başkalık: 'çabuk-güzel'
    her şey 'acele-sıcak', 'acele-yerli yerinde'
    her şey, ama her şey
    bir düğün öncesi gibi
    uzun bir deniz yolculuğu sonrası
    bir yerden bir yere taşınma
    yitirilmiş duygulara bir göz atma yaklaşımı belki
    rüyamda da görmüştüm dün gece
    yedi gelin, yedi güveyi
    serpantinler, konfetiler içinde
    ağzımda bir sakız çiğneme kımıltısı
    şuramda duymadığım bir duyma
    bir elimi kalçama koyuyorum
    kimim ben?
    seniha!
    çağırmadım ki 'kendimi
    sordum, o kadar
    ben kendimi kendime sunuyorum, o kadar
    bu işe çok uygunum, o kadar
    toprağına karışmış bir çiftçi gibi
    bir gün: yüzü olmayan bir erkek
    bir gün: yanmış süt kokulu bir oğlan
    gözkapaklarımı indiriyorum
    lacivert bir jaluziyi indirir gibi
    kendimi kendime sunuyorum —ben seniha—
    bunu hep böyle yapıyorum.
    bugün de böyle yaptım
    önce bir sigara yaktım, usul usul giyindim
    bluzumdaki bir iki kırışığı çektim düzelttim
    perdeleri açtım
    pencereyi de açtım —açık bıraktım—
    merdivenleri indim —çok yavaş indim—
    kimseye rastlamadım
    dışarı çıktım: işte ilkbahar!
    yürüdüm yürüdüm
    ben ki herkesin bilmediği
    birtakım şeyler yapan biriydim
    böylece çok göründüm
    nedense öyle sandım
    yüzler silindi, olmayan yüzler
    sis, duman, pus gibi yüzler
    ince bir çubukla sigarasını içen muhassen
    yitti, yitiverdi hepsi
    fırlattım göğsümdeki gülü havaya
    pembe pembe bakındı boşluk
    selamladı beni
    hayır, mutsuzum.
    evet mutluyum
    bir mutluluk yokmu her çelişkide
    —var! varsa niçin? —
    yedi lamba bir arada
    bir arada yedi güvercin
    muhassen
    bir anlamda ‘çabuk-güzel’
    bir bakıma ‘çabuk-çirkin’
    anlıyorum
    ben sadece armesıyım o katedralin
    dünya ise çalmaya hazır
    koskocaman bir org gibidir
    ama çalmadan
    katedralin avlusuna düşüp
    düşüp de parçalanan
    bir org gibi..

    —sevişmek!
    kimse kimsenin olmasın—
    ah bu nisan yağmurları
    hüznünü kaybetmiş çocuklar gibi şaşkın
    yağıp bitiyor
    bitsin
    çok tenha bir kahvedeyim
    —ah, aşkların çocuk bahçesi
    neden ömrün çok kısa—
    neden buruk bir özlemdir anılar
    ve özlem olarak kalacaktır da
    hayır!
    seniha!
    evet, çağırıyorum seni
    şimdiye ve sonraya
    bir başka yanıt:
    yok o da.

    sadece bir özlemim ben.

    seniha'nın günlüğünden /ıı

    bir ruh mu bu kadın —cemile—
    nereye değdirsem ellerimi
    masaya, perdeye, konsola
    onunkine değmiş oluyor biraz
    inatla çekiyorum. ellerimi çoğu kez
    gizlemem bundan.

    tren istasyonlarına gidiyor —nedense—
    bir başına oturuyor parklarda
    —cemalle bazan—
    en çok da akşamüstleri
    bilmem ki bu gizemli saatlerde ne buluyor
    dolaştığı yerleri mi süslüyor
    doğayla, kentle süsleniyor mu yoksa
    birini mi bekliyor —kimbilir—
    kendiyle değil, sadece duruşuyla
    —vakitsiz çiçek açmış bir nar ağacı
    bulanık günün içinde—
    ve ağır ağır, bir ibre gibi
    tam kendine dönüyor ki
    eve koşuyor acele
    odasına kapanıyor
    yazıyor yazıyor yazıyor
    kitliyor çekmecesine yazdıklarını
    telaşla çıkıyor odasından
    cemile, diyorum, derdemez
    yüzüme bakmadan rakısını dolduruyor
    ester'se bir ucunda salonun
    bakıyor bakıyor bakıyor bize
    cemile'ye
    o kadar bakıyor,ki
    sanki yazdıklarını okuyor
    saat on yedilerde böyle oluyor.
    masa ortüsündeki kırmızı lekeyi
    yıllardır silemedim
    —şarap lekesi? belki
    değişti rengi artık—
    anımsıyorum
    kimin vurduğunu o tavşanı
    bembeyaz bir kayanın dibinde
    ve bembeyaz bulutlar vardı gökte
    (ölen her canlının son sesi
    bir yaşam dolusu sesten
    daha çok akılda kalıyor)
    işte bu onun sesi
    elinde bir tüfek, utkuyla bağırıyor
    izmir'de, karşıyaka'da
    saat on yedilerde
    olursa bir de böyle oluyor.
    fransız okulunda bir öğle sonrası
    bütün yüzlerde bir öğle sonrası
    şiirler okuyorum rimbaud'dan
    «bir akşam kucağıma oturttum güzelliği
    acı buldum onu, sövüp saydım.»
    anımsayamıyorum gerisini
    —kaç yıl mı geçti?—
    elimi tutmuştu o oğlan
    gözleri griyle karışık mavi
    yüzünde güneşle parlayan çiller
    —kaç yıl mı geçti?—
    gelip çatlıydı o düğün günü
    pera-palas'ta bir akşam
    akşamın en ince köşeleri
    kimler yoktu ki —o zamanlar çok kalabalıktık—
    bir fotoğrafta tam on yedi kişi
    fotoğraflar..
    (yaslamış bir ağaca omuzunu
    ben
    birlikte bir gülü tutuyoruz
    onunla ben
    bir vapur güvertesinde, denize bakıyor
    ben
    bir otel kapısındayım, izmir'de
    ben.)

    zamanlar geçtikçe neden
    mutluluk mahzunluk oluyor fotoğraflarda
    acaba
    keder mi, acı mı, hüzün mü dünyanın rengi
    mahzunluk mu yoksa yaşam
    ve doğruyu söyleyen yalnız
    o mu, rilke mi
    ölümünü içinde taşıyan.
    aşk mı yok ettiydi kocamı
    —ah, aşkların çocuk bahçesi
    neden ömrün çok kısa—
    oysa
    başlamak ne kadar güçtür, ne kadar incelikli
    sürdürmek, sadece sürdürmek
    öylesine kolay:
    hiçbir şey olmamış gibi
    kalp atışları, saat zembereği
    yıllar yıllar yıllar
    çözülmemiş bir bıkıntıyla birlikte
    kalıcı bir gülümseme yapıp da sevgisizliği..

    ek: bugün pazartesi, belki de pazartesi.

    seniha'nın günlüğünden /ııı

    'evler'den birindeyim, dışarda kar yağıyor
    üstüme kar yağıyor. kalbimin
    atışlarında eriyor kar
    üşümüyorum, üşümek elimde değil
    hiçbir şey elimde değil
    sevmek istiyorum, sevemiyorum
    çarpıyor birbirine kalbimin kapıları
    gülmek istiyorum, gülemiyorum
    öne geçiyor acılarımın çizgileri
    vermek istiyorum, veremiyorum
    geri çekiyor beni tenimin güçlü dokusu
    konuşmak istiyorum, konuşamıyorum
    kapanıyor büsbütün dudaklarım
    —demiştim, pembe bir çizgi olsun
    düğün çağrımızda o gün—
    'evler'den birindeyim, dışarda kar yağıyor
    aynada kar yağıyor parıltılarla
    abajuru yakıyorum: sarı kar
    —üç parmakla bira bardağını
    hafifçe tutan elim—
    dudağımı boyuyorum: pembe kar
    cemal'i düşünüyorum: acı kar
    ester'i düşünüyorum: kar duruyor
    cemile?
    kar yağmadı sanki. kar
    duygulara göre bir yağıp bir duruyor
    —demiştim o gün, o gece
    ve sonraları
    kan karda kaldı—
    kurtuluş’ta kar yağıyor—ne zaman yağsa—
    şöyle bir koltuğa çökerdim eskiden
    bacak bacak üstüne atardım
    hemen bir sigara yakmak gelirdi içimden
    (oysa şimdi yataktan yere değen bacaklarımın
    buruşuk bir etekliğe sarınıp da tozlu bir
    halıya basması biçimindedir her günkü
    oturmam kalkmam
    ve içime doğru yürüyen bir ağrı duyarım ne zaman
    kırmızı bir elmayı .soysam
    ve şimdi
    her yengi, her yenilgi
    her tutarsızlık, her ikilem
    güzelliğimi doldurur benim
    istesem de eskiyemem
    ve artık
    çok sesli bir müziğimdir ki ben
    tek zevki duyarken gövdemde
    kendimi kendime sunarken.)
    'evler'den birindeyim, bir org sesi bu
    yağdıkça yağan kardan
    çoktan eskimiş olmalı, diyorum katedralim
    ya da çökmüş olmalı çoktan
    (aşağıdan çağırıyorlar, usul usul iniyorum
    merdivenleri, basarak çiçekli karların üstüne,
    rengarenk. karşımda cüce bir kadınla kambur
    bir kadın ayaklarının altından gülüyorlar bana.
    gülüyorum ben de yağan kara ve çöken katedrale
    ve onlara. söyleşiyoruz ayaklarımızın altından
    ve
    geldikleri gibi gidiyorlar, hiçbir iz bırakmadan,
    hiçbir iz bırakmadan, hiçbir iz bırakmadan.)

    giyinip dışarı çıkıyorum hemen
    ben bu 'evler'e sığamam.

    seniha'nın günlüğünden /ıv

    've ölüm bahçesini buldu'

    oteller imzamdır benim
    —ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!—
    şimdi bir otelin apacı sevinciyim.

    ey bardak taşıyanlar, kış ustaları
    sonbaharda ne yaparsınız
    ben ne yaparım
    kendime başka biriymiş gibi bakmaktan
    arta kalan bir çift gözü de
    kimbilir nerde bıraktım.
    ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!
    göğsümden bir düğme daha çözdüm
    saçlarımı taradım
    yüzümdeki beni koyulaştırdım
    pudra süründüm biraz —hayır, iğrenmiyorum artık-
    kırıştı göz kenarlarım çoktan
    çantamı açtım kapadım —neler yoktu ki—
    bir ayna
    bir katedral fotoğrafı —renkli—
    sonbahardan da büyük
    boş bir tabut deseni
    anahtarsız bir anahtarlık
    adresler —hepsini yırttım attım—
    bir şiir kitabı nerval'den
    —ölünce tanrının
    bir ikinci yaşamım
    yaşamayı uman nerval'den—
    telefonu açtım —bilmem ki neden—
    rastgele çevirdim: iğrenç bir kadın sesi
    tanrım!
    hemen kapadım.
    alı güzel yaşam! sevgilim ölüm!
    ben yalnız ikinize hayranım
    bilin ki gitmiyorum 'başka evler'e artık
    o günden bugüne hiç çağrılmadım
    kapandım kapandım kapandım
    kabuklu bir deniz hayvanı gibi demin
    yağmurluğumun içine
    fırladım caddelere çıktım
    günaydın, dedim.sütünü esirgemeyen
    eski bir mezar taşına
    günaydın!
    ne güzel bir duruşun var senin
    doğayı kımıldatmadan
    ıslandım
    kıyılara indim, ıslak kumlara bastım
    ayak izlerimi sevdim, okşadım
    dolaştım dolaştım
    bir bankaya girdim çıktım
    biri bacağımı elledi tramvayda
    ses çıkarmadım
    ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!
    seniha!
    seni bugün kıskandım
    otele döndüm akşama doğru.

    not: ben bugün biraz
    yaşamı kımıldattım
    bir bardak konyak içtim ve
    ölüme kurulandım.

    seniha'nın günlüğünden /v

    işte
    gördün
    demek ki böyle
    pencere pervazını —kirli çok—
    boyası dökülmüş yer yer
    lekeler lekeler lekeler
    işte, gördün, demek ki böyle
    koruklar sarkmış her yandan
    donuk, tozla kaplı koruklar
    ve lacivert bir görülmeyle
    ve
    limanın insan kokulu gürültüsüyle
    işte
    gördün
    demek ki böyle.
    gördün, görüverdin hemen
    demir arabayı rayların üstünde
    ve tahta bacaklı adamı —güneşe bakan—
    bakışlarında bir zamandışılık —öyle—
    gördün
    demir arabayı
    rayların üstünde
    ve tahta bacaklı adamı
    gürdün, görüverdin hemen.

    duydun
    duydun ki o boşluk sendin. katedral
    ayrıca bir boşluktu senin içinde
    senin senin senin
    hayır!
    dudaklarını büzme
    ayaklarını —evet— daya oraya
    oraya oraya
    tezgaha :koy dirseğini —koydun mu—
    iyi tut bardağını —iyi tut—
    bir iki kez döndür avucunda
    seniha!
    gördün mü bak
    buğulu bir hiçliktir, değil mi
    aynada titreşen bardak
    ve her şey
    değil mi, budur
    bir ölünün bir ölüye sorduğunu sormak.

    üç çiçek koymuşlar üç ayrı vazoya
    şuraya şuraya şuraya
    kalbindeki buruk pembelik
    bundan
    işittin işitmedin —ne çıkar—
    konuşur gibi onlar satıcısıyla.
    iki kişi durmuş köşede —tam köşede
    düzenli bir biçimde konuşuyorlar
    sen dişlerini vuruyorsun birbirine
    titreyerek yalnızlıktan
    —sanki istinye'yi dönünce
    porselenler yapıştıran bir ermeni var-
    kuşlar kuşların yanına, yapraklar
    yaprakların yanına
    hiçbir şey yalnız kalmıyor
    insandan başka dünyada
    seniha!
    duymuyorsun sen kendini
    başıboş bir müzik gibisin kırlarda,
    gün kendini yiyor —gün bile—
    üç çiçekle akşam oldu, ne yapsan
    kapıdaki çıngırak., yaşam ne çabuk geçiyor
    çıngırak
    gün erkek oldu seniha
    denizden çıktıktan sonra
    giyinmek kadar güzel
    gün erkek oldu
    gün senin oldu seniha
    upuzun gözlerin ki —lacivert—
    örtüldü akşamın asmalarıyla
    unutma, yaşamından iyisin
    yaşamın senden iyi
    kutsalsın, görkemlisin, kendine verilmişsin.

    seniha'nın günlüğünden /vı

    — kapının arkasında ne var
    — hiç!, hiçliğin adı
    — kapının arkasında ne var
    — kapının arkasında mı? tanrı
    — kapının arkasında ne var, kapının
    — bilmem ki ne var arkasında kapının
    — kapının arkasında ne var
    — bir bahçe, bir su kovası, içi boş
    — kapının arkasında..
    — incil
    — kapının arkasında ne var
    — bir tepe, boşaltılmış onun da içi
    — kapının arkasında ne var
    — bir duvar, tuğlasız, unutmuş dülger malasını
    — kapının arkasında ne var
    — havası kaçmış bir deniz yatağı
    — kapının arkasında ne var
    — bir çift kadın ayakkabısı —siyah—
    — kapının arkasında..
    — sökülmüş bir laterna, kutusu kalmış
    — kapının arkasında ne var
    — kurumuş böcek kabuklan, suyu çekilmiş bir deniz
    — kapının arkasında..
    — bir kuru kafa
    — kapının arkasında ne var
    — kapının arkasında mı? hiç!.
    belli belirsiz bir şarkı.
    odamdan çıktım
    koridoru geçtim —kimseler yoktu—
    merdivenleri indim —kimseye rastlamadım—
    (muhassen'den son kez çıkarken
    kimseye rastlamadım)
    bara baktım —kimseler yoktu—
    bir kadeh aldım, konyak doldurdum
    kadehi iki parmağım arasında tuttum tuttum
    kısarak gözlerimi kendime baktım
    otel, ben, konyak —neden olmasın—
    tanrı - isa - ruhülkudüs, dedim
    ben böyle dedim, acaba
    kimlerin avuntusuydum.

    dünyaya bir kere daha baktım cam kapının ardından
    dünyanın kokusunu duydum
    kendi kokumu?
    elbette duydum
    geçmeyen bir kokuydu —yaşlılık kokusu mu—
    çıkardım çantamdan chanel'imi
    biraz süründüm.
    dedim ki,bugün de bitti gündüzüm
    otel, ben, konyak
    tanrı-isa-ruhülkudüs
    vahşetin son öyküsüyüm
    belki ilk öyküsüyüm
    ışığımı söndürdüm: beyaz karanlık.

    seniha'nın günlüğünden /vıı

    özür dilerimdünya
    benbu otelden çıkamam
    imza: seniha

    esterin söyledikleri

    kendime

    kimseye karıştım mı? hiç karışmadım
    bu ki bana tuhaf sayılmadı
    gözleyip sordum mu hiç? hayır sormadım
    bu ki bana yalan sayılmadı
    acımak işim miydi? hayır
    bir evden olmak kötü müydü? hayır
    zamana zamanla bakmak ne idi ki
    baktım
    tarlayı tarlayla ölçtüm
    meyvayı meyvayla ölçtüm
    denizi denizle ölçtüm
    göğü gökle ölçtüm
    zaten insanı insanla ölçtüm ki
    buruk bir tat mı duydum
    ve duydum
    her şey ki bir yorumdu, sonuç değildi
    sonuç ki zaten yoktu

    sen ki kim
    beni bütün bütün bırakma.

    istek

    çünkü ağzım öyle istedi
    dudaklarım öyle istedi
    ve göğsüm ve avucumun çukuru
    ve arkam ve önüm ve boynum
    öyle istedi

    çıplaklığımla övünürüm
    dişiliğimle övünürüm
    benim olan her şeyi kullanırım
    kullanmak ayıp mıdır? değildir
    ayıp olan ki nedir?
    ben bunları bir güzellik bilirim
    yüreğimin gözlerini kapatma
    o ben ki her şeye daha iyi -bakayım
    bir evdeki dört kişiden biriyim
    kendimi onlardan istedim mi? istemedim
    sözlerine uydum mu? hayır uymadım
    ve bana demediler ve zaten demediler
    herkes suyuna daldı
    levyatanı olta ile çekebilir misin
    herkes suyuna daldı

    yüreğim pekişiktir.

    kan yargısı

    akşamı karşıma aldım
    cemile karşımdaydı
    cemal'i karşıma aldım
    seniha karşımdaydı
    güzel otlar yaktım onlara
    zeytin çıkardım
    sürahiyle içki çıkardım
    seniha'nın gözlerinde pek çoktur
    kan yargısı çıkardım
    bugün akşama 'kadar
    her şey bana iyi oldu
    çünkü durgun günler bana çoktur
    dışarı çıktım, dolaştım
    gün gündür kendimle söyleştim biraz
    bir lavtaya girdim, boşaldım
    eve döndüm, o ne ki bana çoktur

    sütten kesilmiş çocuk mudur ki canım
    canımı yatıştırdım, susturdum.

    göz suyumda

    yüreğimi genişlettiğim zaman
    cemile bana sığsın
    ben onun göklerinden biraz fazlayım
    o bana sığsın
    yalnızlık ondan gitsin, kötü mü dedim
    gitmezse ne yapsın, kötü mü dedim
    ben neyin nesiyim ki ve herkes neyin nesi
    alışamıyorsak birbirimize
    sevemiyorsak birbirimizi
    demem ki bir ben mi kaldım
    kurtuluş'ta üç kış ne demek
    birinde portakallar dondu
    birinde ipler dondu pencereden pencereye
    birinde yaşam dondu ve soldu
    seniha'yı koydular ol solgunluğa
    o istedi ve oldu
    her otelden bir mektup
    dünyada sanki çok şemsiye bozuldu

    gittim ki yetişemedim
    döndüm ki yetişemedim
    her otel bir oteli bir gül gibi doğurdu
    canım ağrıdı gün gün

    küçüldü küçüldü küçüldü
    göz suyumda bütün oteller.

    akmayı duydum

    ben ben idim, onlar oydular
    karanlık indi bize sığındı
    yılları çok çağlar gibiyiz
    günleri çok yıllar gibiyiz
    uzun sessiz bir ağlamak gibiyiz
    geyik akar suları özleyince
    akmamız yok, çekilmiş nehirler gibiyiz

    yelin sürdüğü yaprağı mı iteceğim
    kötülük nedir, var mıydı bilenimiz
    iyilik nedir, var mıydı bilenimiz
    ana karnında sütten
    bembeyaz örülmüşüz de
    derim ki —demek istemem— vahşetin imleriyiz

    ben ben idim, onlar oydular
    geçip de geri dönmeyen bir yeliz
    insan akar insanı özleyince
    yılları çok bir gün gibiyiz

    akmadık.

    o bile

    benim sözüme göre
    gözün bildiğini el bilmez
    elin bildiğini ağız bilmez
    sözüme göre utanınm
    yüreğim utanmak bilmez

    hey şimdi ne oldular. seniha
    çelişkili yaşamına kovuldu
    herkes ki biraz kovuldu
    büyüdükçe yaşlanıyorsa çocukluk
    cemal ne oldu

    bildiğimiz tek şey yalnızlık
    o bile şimdi ne oldu
    hey şimdi ne oldular. cemile
    anısız dünyasında anılarla boğuldu

    kaldıysa bir o kaldı
    içimizde bir vahşeti uyandırma .korkusu.

    düşüş

    cüce bir icadınla kambur bir kadın
    günü söylendiler bir park kanepesinde
    ve artık gitmediler, çürikü hiç gitmediler
    ayaklarının altına düşüp
    orada gizlendiler

    seniha'yla cemile
    dünyalarının altına düştüler
    günlerinin kışları
    karlarıyla örttü onları

    sen bunu söyledin ya
    kendin için bilme.

    duruş

    ki bazı sözlerin anlamı
    o sözlerin söylenişindedir

    yılların sayısına girmediyse seniha
    nereden zaman almıştır

    ki bazı durumlara söz yoktur
    hem neden olsun
    her durumun dili daha başka durumlardır

    ben bu derinliği bu kadar
    nerden bulayım
    ki herkes nerden bulsun
    bulmanın dili aramaktır.

    doğuş

    insan ki yok ise yoktur
    kimdir bu hilmi bey ki, yoktur
    bu böyle değilse benim sözüm hiçe insin

    ileri gidiyor cemile, o orada yok
    arkaya gidiyor, onu sezemiyor
    sola yönleniyor, onu seçemiyor
    sağda gizleniyorsa, onu göremiyor

    öyleyse yığınla mektup
    ne durur bir çekmecede

    o ki bir gün bunu bana söyledi:
    olana değil de olmayana yazmak
    çünkü beni süsledi

    ey benim ıslak yalnızlığım
    umudum senden doğsun.

    umuş

    bütün iyi kitapların sonunda
    bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
    meltemi senden esen
    soluğu sende olan
    yeni bir başlangıç vardır

    parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
    gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
    onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
    her başlangıçta yeni bir anlam vardır.

    nedensiz bir çocuk ağlaması bile
    çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.

    ikilemler

    bu gözyaşları benim mi
    camdaki yağmur taneleri mi yoksa?

    acıyla sevinç de
    birbiriyle içiçe mi
    terketmeden biri ötekini?

    mutsuzluk mutluluğu örerken
    masmavi bir boyun atkısı gibi?

    bunları ben mi söyledim
    ester mi, o mu söyledi?

    sesi yok kendisi var
    gözleri yok kendisi var
    cemal'siz cemile'siz
    seniha bir otelde
    ya ölü ya kimsesiz.

    özleyiş

    gülüşümü ıslattım —kar yağdı bütün gün—
    daha yağsın
    kar yağsın bütün otellerin üstüne
    üstüne üstüne bütün otellerin
    kar yağsın
    lacivert gözlerine seniha'nın

    hiç bitmesin, yağsın
    karla dolsun göğsünün katedrali
    avluya düşen org uyansın

    özlemim sanadır, varsın
    kar yağsın, daha yağsın
    seni andırıncaya kadar.

    saplantı

    sözlerim kendim üstüne
    gölgem beni istedi
    o ki istedi
    suyum beni istedi
    o ki istedi
    cemile beni istedi
    ne oldu? hiç! alışamadım
    kartalın bir kayaya çarpışı idi

    soyundum, giyindim, tekrar soyundum
    arada olacağın düşünü kurdum
    zevk duydum bundan
    cemile anlamadı, cemal hiç anlamadı
    seniha görmedi ki
    ve göstermedim

    sözlerim kendim üstüne
    bir uzak yerlere gitmek üstüne
    sanki günler tek bir güne birikti
    bense çıkmazda kaldım, usandım
    çıkmazlarda üstüste
    birikmiş ufuklar kadar derindim

    ve dedim: elbette deneyeceğim.

    gidemeyiş

    güz ve kış ve ilkbahar geçti
    yaz çarçabuk geçti
    hepsi tekrar tekrar geçtiler
    bu bana uzun geldi

    gecem avurtlarım gibi çöktü
    ve çöktüm
    sabahım, sabahlarım
    kabından taşan sütler gibi büyüdü
    ve taştım
    gün güne taşındı, yıl yıla
    gitmedim, gidemedim

    ki dedim
    bana söz vermeliydi biri
    sesi uzaklardan gelen
    görünmez yıllarla ilgili.

    biliş

    ve hemen gidemedim
    ve artık gidemedim
    ve sonra hiç gidemedim
    kurtuluş'ta, son durakta bir tramvay ölüsü
    sanki ben
    öylece kalakaldım

    hepimiz kalakaldık
    elimizde tetiği çekilemeyen
    namlusu yönsüz bir tabanca gibi.

    yeniliş

    açılmamış bir şarap şişesiydim
    ki öyle kaldım
    acımı köpürtmedim
    içime sağdım
    gözyaşlanmı göstermedim
    ki sildim
    özgürlüğüm beni tutsak düşürdü
    başaramadım

    içimde kara kara bulutlar sallandı
    ki sallandılar
    dışarı yağamadım

    ve yenildim ve sustum.

    bitmeyen

    ve ağzım ağzını öptü ise
    çünkü için sözle doludur
    elim eline değdi ise
    çünkü elin yaratılmış işler doğurur
    gözlerine baktım ise
    ki bakmışımdır
    onlar bir denizi sezme derinliğindedir
    ve saçlarına
    ve boynuna
    ve omuzlarına
    baktım ise
    ki bakmışımdır
    onlar bir kuşun uçuşunu
    sezme derinliğindedir

    ey sözlerim benim
    onlar ki bana her zaman
    bir diriliş verenedir

    meselim bitmeyendedir.

    düş

    gökte, gökkuşağının üstünde
    yedi renkli musa'lar
    yedi lambalı, yedi güvercinli muhassen'den
    yedi renkli sesler üflüyorlar aşağıya
    aşağıda
    seniha
    bir elinde sigarası
    oturmuş kıpkırmızı bir bahçe koltuğuna
    önünde
    masa masa masa —çok değil, hepsi bir masa-
    mermer bir masa
    gümüş bir masa
    zümrüt bir masa
    seniha birasını içiyor —bir eli de birasında—
    sonsuz bir bira
    sessiz bir bira
    cam akışlı bir bira
    saçlarında başaklar, tavus tüyleri
    gözleri
    gözleri ses veriyor
    seng-i laciverdi gözleri
    son yudumunu da alıyor birasından
    yere dökülüyor ipek şalı
    yere sızıyor
    yeri alıyor
    birlikte götürüyor yeri
    katlar gibi bir halıyı durmadan
    parmaklarından altın bir anahtarlık sarkıyor
    ve anahtarlar anahtarlar
    —çok değil, hepsi hepsi bir anahtar—
    fildişi bir tahtırevana biniyor
    kaldırıyoruz onu dört kişi
    ben, cemile ve cemal
    bir de sonsuzluk
    tutuyoruz havada bir süre onu
    o gülümsüyor bize durmadan
    ve kalabalığa
    yaldızlar dökülüyor dudaklarından
    lambalar, güvercinler dökülüyor
    çiçekli laledanlar, çeşmibülbüller
    kristal boy aynaları
    ve gelin telleri, pırlantalı taçlar

    sedef kakmalı bir tramvay geçiyor yakınımızdan
    ince bir org sesini sürükleyerek
    benekli bir örtü çekiyor üstüne dünya

    hepimiz kayboluyoruz.

    uyanış

    uyanıyorum uyanıyorum
    dört duvar
    evet, dört duvar
    peki duvarın arkasında ne var

    — duvarın arkasında ne var
    — bir çocuk, bir çocuk daha, çocuklar..
    — duvarın arkasında ne var
    — bir kaçlın, katolik, yas giysilerini çıkarmış
    — duvarın arkasında ne var
    — yaşlı bir adam, dinleniyor güneşte
    — duvarın arkasında ne var
    — bir gemi, yolcu gemisi, ışıklar içinde
    — duvarın arkasında..
    — bir çim makası, bir havuz
    — duvarın arkasında, duvarın..
    — bir piyano, büyük çok, bir de viyola
    — duvarın arkasında ne var
    — avdan dönüyor balıkçılar, balığın 'deniz içi' renginde
    — duvarın arkasında ne var
    — ne olsun, bir lunapark, kartopu kadar o da
    — duvarın arkasında..
    — çünkü, işte, şimdi, sonra...
    — duvarın arkasında, duvarın..
    — beyaz beyazlık
    — duvarın arkasında ne var
    — bir şarkı, anlamlı çok
    — duvann arkasında ne var
    — bir melek, üç kanatlı
    — duvann arkasında..
    ne olsun duvarın arkasında
    yıkanmış, arınmış bir gök köpük köpük bir dünya
    dört duvar? evet, dört duvar.

    bitiş

    ester'in söyledikleridir
    yalnızlığına korku vurma

    ester'in söyledikleridir
    ve gelsin ve geçsin bütün sözlerim
    gelsin ve geçsin

    ester'in söyledikleridir
    insanların içinden
    kendim olup taşayım

    ester'in söyledikleridir
    insanlara uzaklık vurma
    ama herkes ki kendisi olsun
    sonra herkes kendisi olsun
    bir gün herkes kendisi olsun

    ester'in söyledikleridir
    dünyada bakınıp durma
    bütün ol ve ayn tut 'ki kendini
    zaten öyledir
    çünkü öyledir....
  • ben ve annemdir. universite sinavina hazirlanirken, hatirliyorum da, her ara vermek istedigimde, her canim sikildiginda, "anneeee, gel ben yine bunaldim ders calismaktan, gel bezik oynayalim" dedigimde, bana asla hayir dememistir. bezigin de benim icin boyle bir anisi vardir iste...
  • oturup sessizce izlenmesi gereken kadinlardir. oyle hiiic karismadan, bulasmadan...
  • "sanki bir suya anlatıldım da bilinemedim
    ben
    benzersiz bir geyiği okşar gibi
    sevgisizliği okşayıp geçtim
    yol boyunca insanların
    uzak yakınlığını
    okşayıp geçtim"
  • maalesef bundan sonra hep entellikte kulak yakan sınır ile hatırlanacak olan şiirdir. en azından benim için.
  • "ne tuhaf, herkes bir yerlere bakıyor
    hiç kımıldamadan
    bir ışık parçası düşüyor annemin yüzüne
    arada kovmak için elini sallıyor yalnız

    -dalgınlık, başka değil-
    neyi bitiriyoruz, neyi başlatıyoruz
    neyi bekliyoruz, bilmem ki
    kapı mı çalınıyor ne -gidip açıyorum-
    kimse yok
    peki
    nasıl karşılanır yok olan bir şey
    karşılıyorum
    birlikte salona geçiyoruz. "

    hey gidi edip!! işte aynı şiirin, işte yeni anlamlar, işte şiiri gerçekten anlamalar...
hesabın var mı? giriş yap