hesabın var mı? giriş yap

  • zor yaşam koşullarına rağmen, durmaksızın hislerini tablolara döken, bunun yollarını yaratan, doğa aşığı ressam seraphine'in hikayesini anlatan film. ağaca sarılıp konuştuğu, nehirde şarkı söyleyip yıkandığı sahneler çok hoştu. maalesef hak ettiği hayatı yaşayamamış seraphine'in sonu da, birçok kadın sanatçı gibi akıl hastanesi olmuş. tablolarında genellikle çok fazla renk ve çiçek kullanmış olsa da, karmaşa ve kaos hissi vermekteler. böcekleri, can çekişen, et yiyen çiçekleri akla getirmekte. yolande moreau bu rol için biçilmiş kaftan imiş.

  • (bkz: fıstık)
    bizimki pek eve uğramazdı.
    uğradığında da elinde siyah poşet içinde 4-5 tane bira, 2 paket uzun samsun olurdu.
    bazen o siyah poşetin içinde fıstık olurdu.

    kapıdan sallana sallana, elinde poşet ağır alkol ve sigara kokusu ile girdiğinde, elindeki torbaya kitlenirdik.

    aslında elinde torbayla gelmesi bir bakıma iyiye işaretti. torbasız gelse, annemin elinde günlük kazancı vs varsa döverek alacak ve kumara gidecek demekti.

    siyah torbayla geldiyse, en azından tv'nin karşısında yere oturacak, çakmağıyla efes tombulu açacak, önüne kül tablasını koyacak, yanına uzun samsun paketleri ve en sonda da fıstık torbasını koyacak demekti.

    pek az yemek yerdi. zaten çöp gibi bir adamdı. bünye olarak zayıf ama psikopatlıkta ağır bir abiydi kendisi.

    bazen annem siniyle akşam yemeğinde yediklerimizden önüne koyar, sofra bezinin üstüne dizlerini kırıp, eğilerek höpürdete höpürdete yalap şap yerdi.
    asla bitmezdi o tabaktaki yemeklerin hepsi.
    mutlaka biraya da yer kalması gerekirdi.

    yemesi içmesi bitince yine yerde koltuğun kenarına yaslanır, yüzü tv'ye dönük sigarasını yakar, birasını açardı.

    genelde ilk bira bittikten sonra bizle biraz sohbete başlardı. sohbet dediysem dersler nasıl falan filan değil. genelde kendini anlatırdı.
    bazen de annem laf atardı "ee naptın" bugün falan gibi.
    sanki birkaç gündür evde yokmuş gibi değil de, sürekli bizleymiş sanki bozuk bir aile düzenimiz yokmuş sanki varı yoğu kumarda, meyhanede, birahane yememiş gibi.

    benim gözüm ise fıstıklarda olurdu. bazen şeffaf yumurta poşeti gibi poşetlerin içerisinde, bazen de kese kağıdında gelirdi o fıstıklar.

    bense en çok kese kağıdında gelenleri severdim. çünkü kese kağıdında geldiyse, o fıstıklar sıcaktır demekti.

    kül tablasının yanındaki fıstıklara uzanır, içlerinden alabildiğim kadar alır, kenara çekilirdim. görmezden gelirdi. sonra annem alır kardeşime falan uzatırdı.
    kardeşim genelde istemezdi.
    bense hemen çabucak yiyip fıstıklar bitmeden bir kez daha avuçlama derdinde olurdum.
    ikinci kez seğirtip de, biraz fazla alırsam, "höst len meze bu" derdi.
    kendine kadar alırdı çünkü.
    "az al az", "yavaş ye lan boğulacan" derdi. işte o zaman yediğim bütün fıstıklar boğazımda kalır, gözlerim buğulanır, kendimi zor tutardım.
    keyfi yerindeyse de hiç ses etmezdi.

    şimdi düşünüyorum da, deli gibi çerez sevmemin, hatta yemekleri hızlı hızlı yemenin, içki içerken mezeyi bol bol hatta bazen açmış gibi çalakaşık yememin altında da acaba bunlar mı yatıyor?

    hep böyle kasvetli ortam da olmazdı. bazen neşeli olurdu, eğer o gün kumarda falan kazanmışsa, yada çok nadir kumara gitmeyip direkt eve geldiyse, gün içerisinde hoşuna giden bir şey yaşadıysa.

    ama o siyah torba hep elinde gelirdi. ve biz de beklerdik acaba bize ne getirdi diye. torbanın içine kitlenir kalırdı gözlerimiz.
    ama tarife genelde hep aynıydı 4 bira, 2 paket uzun samsun. bazen fıstık, bazen de tavuk..

    çikolata olsun isterdik, dondurma olsun isterdik her çocuk gibi.
    alamayacağından değil çünkü işin kötüsü ne biliyor musunuz?
    bu adamın işi buydu.
    kantini vardı.
    başkalarına çikolata, gofret, sandviç satıyor ama eve gelirken çocuklarına bir parça çikolata getirmek yerine kendine bira ve sigara almayı ihmal etmiyordu.

    hep derim.
    17 yaşımdan 21 yaşıma kadar küs ve kavgalı, 21 yaşımdan 23 yaşıma kadar ise bir baba oğuldan ziyade, onun için bir suç ortağı bir arkadaştım.
    ben 23 yaşımdayken de öldü zaten.

    yine hep derim ki;
    ......ve ben babamı yaşattığı tüm kötü anılara rağmen öldüğünde affetmiştim.
    sonra ben baba oldum ve baba olunca anladım ki, evlat bambaşkaymış.
    şimdi iş yerimde, çocuklarımsız bir doğum günü pastası bile yesem boğazımda kalır.

    o yüzden baba olduktan sonra, babama olan affediciliğim yerini çok daha büyük bir kızgınlığa bıraktı...

  • 1991 yılının mayıs ayının son günlerinde temel cingöz paşa suikaste uğramış. ortalık yangın yeri. aynı lojmanda biz de oturuyoruz. temel paşa çok sevilen bir figür olduğundan kimsenin ağzını bıçak açmıyor. herkes yere bakıyor. subay astsubay hanımları feryat figan ağlıyor. bense bir oraya bir buraya gidiyorum. lojman bahçesine indiğimde kapıda izbandut gibi astsubayların koruduğu bir siyah zırhlı mercedes park etmiş buluyorum. temel paşa'nın içindeyken vurulduğu siyah renault 21 concorde makam arabasından daha afilli duruyor. hiç öyle bir araba görmediğimden önüne arkasına her tarafına bakıyorum. önünde 4 altın yıldızı var. etrafta görüntü almaya çalışan gazeteciler var ve birden hareketleniyorlar ben ise duruma ayılamıyorum. arkamı döndüğümde birden kendisini görüyorum.

    90'lı yılların yazlık harici üniformasıyla arabasına binmeye doğru geliyor. ama arabasıyla arasında da ben varım. duruyor. omuzlarına bakıyorum, hiç o kadar yıldızı bir arada görmemişim. orgeneral bu adam. eşref bitlis. etrafı albaylarla dolu. temel paşa'nın ailesini taziye ziyaretinden dönüyor. yıldızlarını sayarken kendisi arabasına binmeden bana bir takılıyor :

    - ey delikanlı, ne olacaksın bakalım büyüyünce?

    - subay olacağım!

    gülüyor.

    - ol ama okulda öğrendiğinle kalma, kendini yetiştir.

    - emredersiniz!

    arabasına binmeden bir eliyle yanağımı avcunun içine alıp sevmeye çalışıyor ama garip bir açıdan yakaladığı elleri de nasırlı olduğu için çenemi biraz da acıtıyor. orgeneral adama ah uh da diyemiyorsunuz. sonra 4 yıldızlı flaması olan arabasına binip gidiyor.

    o günden sonra ne zaman alanımla ilgili bir şeyi bilemediğim, öğrenmediğim hissine kapılırsam karizmayı çizdirmemek için argümanları kıvırtmaya başlamadan önce eşref bitlis'in sıktığı çenem hep ağrır. anı kurtardıktan sonra da gidip okur o mevzu neymiş kendisinden hala utanarak öğrenirim.

    ışıklarda uyusun.

    ---

    edit : resmi de varmış buyrun

  • olmayan rezalettir. rezalet puanı 1/10.

    p.s: sinyal mükemmel bir hatadır, sinyal efsanedir

  • siz aktrollere bakmayın, 2001 krizinde meyve sebze, ekmek ve diğer gıda ürünleri ytl karşılığı kuruşla satılıyordu. yine ytl hesabıyla 2001 krizdinde domates 25 kuruştu, kasa kasa alırdık. herkes evine şekeri, unu, her şeyi torba torba alırdı. muz kıtlığı hiç çekmedik. her şey boldu çünkü yaşadığımız halkın değil bankaların, siyasilerin kriziydi. şu an yaşadığımız iflas. devletin ve halkın iflası. ben böyle bir dönem hiç görmedim. savaşta olsak bu kadar batmazdık.

  • benim arabayla 1,5 saatte ulaştığım yere mahallemizin delisinin koşarak benden önce ulaştığı trafiktir.

  • earl rögnvaldr kali'nin lausavísur adlı eserinde ve diğer birçok iskandinav kaynağında tafl adlı kadim bir masa oyunundan söz edilmektedir. işte söz edilen bu oyun çoğu kaynakta talf olarak geçse de günümüzde hnefatafl olarak isimlendirilmiştir ya da talf oyunlarının bir çeşidi olarak bilinmektedir. isveçli botanikçi carl von linné 1732'de isveç'in kvikkjokk kentinde bu oyunun oynandığını keşfetmiş ve ilk kez kayıt altına alınmıştır. hatta ilk kuralları da bazı eklemeler yaparak kendisi kaleme almıştır. oyunun kelime anlamına baktığımızda; hnefi yumruk anlamına gelen ve tafl ise tahta anlamı taşımakta olan kelimelerinin bir bileşiminden oluşmaktadır.

    muhtemelen çok önceleri oyuna harp alanı, kavga alanı ya da kapan gibi anlamlar yüklendiğini düşünmekteyim. fakat kesin olmamakla birilikte başka kaynaklarda kralların oyunu, kralın masası veya kral sofrası olarak da isimlendirilmektedir.

    tabii o vakitlerde bu tarz oyunlar pek fazla eğlence için oynanmıyordu, daha çok bir savaş komutanının ya da bir kralın kendini savaş alanında kendini tanıması ve kendi stratejisini kurması yönündeydi. bu şekilde kişi hem savaş taktik becerilerini geliştirmekteydi hem de düşmanlarını daha iyi kavrama konusunda bir ders mahiyeti taşımaktaydı.

    --- spoiler ---

    hatta uppsala üniversitesi’nden viking uzmanı dr. charlotte hedenstierna-jonson bir konferansta “insanlar oyunların eğlence amaçlı olduğunu sanıyor ama öyle değil. stratejik ve taktik savaşı uygulamanın bir yoluydu . dövüş yaşamı ile oyun arasında çok önemli bir bağlantı var.” demiştir.
    --- spoiler ---

    arkeolojik kanıtlara göre bir çok viking mezarında oyunun izleri görülmüştür. bu da bize oyunun daha çok askeri alanda kullanıldığı tezini desteklemektedir.

    tekrardan oyuna döndüğümüzde, oyunun satrançtan daha önceleri popüler olduğunu görmekteyiz. çoğunlukla kral masası 13*13 karelik bir tahtada oynanırken 9*9 ve 11*11 olmak üzere iki tahta üzerinde de oynandığını görmekteyiz.

    oyunun amacı; savunma yapan tarafın yani tahtanın merkezinde bulunan birliğin göbeğindeki şahın, tahtanın köşelerinde bulunan burçlara gitmesi ya da kenar karelere ulaşması gerekmektedir. bundan dolayı saldıran taraf önce bu bölgeler bloklama yapmayı amaçlar.

    oyunun prensibine göre tüm tafl taşları satrançta ki kale gibi sadece bir sıra (sol-sağ) veya bir sütun (yukarı-aşağı) boyunca istdiği kare boyunca hareket eder. fakat bu karelerin boş olması gerekmektedir. çapraz yönde hareket etmek veya başka bir taşın üzerinden atlamak yasaktır yani her hareket boş bir karede bitmelidir. ilk hamle her zaman saldırıda bulunan taraf yapılır. saldırı yapan taraf oyunu kazanmak için karşı tarafı zugzwang'a sürüklemek zorundadır. yani her turda taraflar bir hamle yapmak zorundadır.

    belkide dünya satranç şampiyonu olan magnus carlsen'in sırrı bu oyundur. ha bu arada şu an oyun hala oynanmaktadır ve bir federasyonu bulunmaktadır.

    kaynak ve ileri okumalar için :1234

  • sevgiliye kapiyi kapatma sansi vermek istemiyor da olabilir. ben o kadar parayi sen kapiyi carpasin diye vermedim zalımın kızı.

  • norveç'in kuzeyindeki adalar
    kimyadaydı sanırım kovalent bağlar
    içimde bir hasretlik, yüreğim kan ağlar
    niye gittin klaas-jan huntelaar