hesabın var mı? giriş yap

  • daha önce söyledim mi bilmiyorum ama

    baba oluyorum lan yazarlar :)) oğlum büyüyünce buraları hep okuyacak. o yüzden terbiyeli yazın. sıçtırtmayın bacağınıza.

  • abd'de 11 bin bina yıkılsa ilk önce sorumluları kazığa oturtup göndere çekerler, milli yas ilan edip yarıya indirip arama kurtarmaya öyle devam ederler.

    o yüzden boş bir soru.

  • satranç iki şekilde oynanır. klasik satrançta her iki tarafa da hamleleri için makul bir süre tanınır (diyelim ki hamle başına 1dk veya tüm oyun için 30dk). bir de hızlı satranç vardır. o da kendi içinde üç gruba ayrılır ama hızlı satranç deyip geçeyim şimdi. hamle başı 1sn zamanın vardır yahut oyun başına 3dk. müthiş zevkli bir şeydir. izlemesi ayrı, oynaması ayrı keyif. önce ezberden başlarsın. rakip de ezber cevaplar veriyorsa bir süre ezbere konuşursunuz. anatoli karpov falan değilsen en fazla 7-8 hamle yapabilirsin böyle ezberden. heybedekilerin bitmeye başladığını sezince ufaktan ateş basar. düşünmeye de zaman yok. biraz sezgi, biraz talih, biraz üslup (hırçın mısın, garantici mi; galibiyet mi istiyorsun sansasyon mu vs.), biraz tecrübe ve biraz da bilmediğimiz başka şeyler sonucu belirler. aslında klasik satrançta da sonucu bunlar belirler ama sezginin, talihin payı klasik satrançta çok çok daha azdır. ben bu kadar şeyi niye anlattım? konuyu müziğe getireyim diye. müzikte de bir kompozisyon vardır, bir de doğaçlama. doğaçlama da bir kompozisyondur ama doğaçlamada düşünme payı yoktur veya çok sınırlıdır. kompozsiyonla doğaçlamanın kıyası avrupa sanat müziği ile caz müziğinin kıyasına benzer. birinde esas olan kompozisyondur ötekinde doğaçlama. kompozisyonlar yazılı olageldikleri için tetkiki mümkün veya daha kolaydır. bu yüzden kompozisyonun tarihini takip etmek mümkündür ancak doğaçlamanın izini olsun olsun 100 sene sürersin. ne demektir bu? biri bilime dönüşür/dönüşebilir öteki buraya varamaz. arada bir birileri çıkar tutar sürükler ama yok, varmaz. varmaya niyeti yoktur çünkü. iz sürmeyle bilimin ne alakası var peki? bunu yeni paragrafta yazacağım.

    bilim nedir? tdk tanımını yazayım, adettendir: "evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim"

    ne kadar berbat bir cümle değil mi? anlamak için üç kere okuyorsun. cambridge tanımının birebir tercümesi:

    "the careful study of the structure and behaviour of the physical world, especially by watching, measuring, and doing experiments, and the development of theories to describe the results of these activities"

    kusura bakmasınlar ama onlar da bok gibi anlatmış. hiçbir lezzeti yok cümlenin. neyse konu bu değil, yani işte diyor ki "deneye, gözleme dayanan" bir şey. benim takıldığım ifade "düzenli bilgi" ifadesi. çok doğru bir yere parmak basılmış aslında. çünkü ben bilimin tanımında şu kelimeyi aradım sözlüklerde: aktarım. nafile. bulamadım. sanırım düzenli bilgi ile "aktarım"a atıfta bulunmuşlar. o yüzden dedim doğru bir yere parmak basmışlar diye. çünkü gözlem ve deneye dayanan fakat bilim sayılmayan pek çok şey sayabilirim. fırıncılık mesela ya da turşuculuk. kim söyleyebilir ki bunların gözlem ve deneye dayanmadığını? hatta aktarım da var bunlarda öyle değil mi? fakat bu aktarım usta-çırak veya baba-oğul vasıtasıyla aktarılan bir bilgi. metinden yoksun bir bilgidir yani. sözden ibarettir, kaydı yoktur. doğaçlamayla bir tutulabilir. oysa ilahiyat gibi deneyden uzak bir "disiplin"e bilim deniyor. neden? çünkü yazılı metinlerden oluşan ve aktarılagelmiş bir corpus'u var. müktesebat diyelim buna. ilahiyatı bilim yapan işte bu müktesebattır. peki turşuyu gıda mühendisine yaptırsak bilim olur mu? olmaz. olsa olsa bilimsel olur. burada üzerine uzun uzun düşünmek gereken tuzak bir nüans var. şiir ile şiirseli, sanat ile sanatsalı nasıl ayırırsın birbirinden? şıp diye ayırırsın ama nasıl ayırdığını kelimelerle anlatmak zor iştir. ben beceremem ama anladınız değil mi söylemek istediğimi? mesela ismet özel'e göre rosa luxemburg'un sosyalizmi algılayış biçimi şiirseldir. çünkü bu hanım dünya cennetinin kapılarını zorla açmaya yeltenen, safdil, pervasız, hayalperest biridir. oysa bir şair olan mao'nun (şairliği tartışılır o ayrı ama sonuçta şiir yazan biridir) sosyalizme yaklaşımı ne kadar ölçülü, hesaplı ve şiirsel olmaktan uzaktır. fakat şiir başka şeydir. bilim de öyle. avrupa sanat müziği'nin kendine has müktesebatı, külliyatı vardır. pek çok eser, kuram tetkik edilmiş; didik didik eşelenmiştir. müzikoloji denen bilim de bu yüzden avrupa sanat müziğinin bağrından doğmuştur. bu müziği kendine rehber edinerek diğer müzikleri anlamaya, konumlandırmaya çalışır. klasik türk müziği üzerindeki tartışmaların kahir ekseriyeti de ("sen arel-ezgi sistemini savundun", "savunmadım" gibi...) bu müziği avrupa sanat müziği'nin ölçüleriyle kavramanın zorlukları yüzünden ortaya çıkar. lafı çok uzattım, bağışlayın. aslında şunu demek istiyordum; zaman düşünceyi, düşünce tasarıyı, tasarı tasarıları, tasarılar tasarılar hakkında fikirleri, fikirler kuramları, kuramlar tetkikleri doğuruyor ve tüm bu mahsül bir külliyata dönüşüp aktarılıyor. işte buna bilim denir. zamanın doğurduğu şeyi parçalarına ayırıp eşelemektir bilim. karanlık yer bırakmama niyetindedir. uçuculukla savaşır, her şeyi kaydetmeye ve aktarmaya çabalar. bu çok kıymetli bir iştir. ne şüphe. fakat bilimin hakim olduğu bir dünyadan daha sıkıcı ne olabilir ki? yapay zekaların bestelerini dinlediğiniz bir gelecek düşünün. bilimin hakim olduğu dünya kadar sıkıcı olan bir başka dünya da dinin hakim olduğu dünya olsa gerek. avrupa'da dinin yerini sanat aldı denebilir. bir asır evvel oldu bu iş. kilise ve soyluluk avrupa için tarih oldu. aile, cemiyet, millet gibi mefhumlar burjuva değerleri olarak görüldüler, küçümsendiler ve yerlerini globalizm, ilerlemecilik, çevrecilik, toplumsal cinsiyet rolleri falan aldı. şimdi bunlar da dogmalara dönüşüyor, hatta dönüştü bile. dinden farksızlar artık. günümüzde iklim krizinin varlığı hakkında yapılacak bir tartışma, 12. yüzyılda tanrının varlığı hakkında yapılacak bir tartışmadan daha istisnai bir durum olsa gerek. roger pielke, judith curry, patrick moore... bu isimlere bir bakarsınız. iklim değişikliği veya krizi hakkında farklı fikirleri vardı, beyan ettiler ve kısa zamanda camiadan aforoz edildiler. bu saydığım isimler hakikaten çok renkli, akıllı insanlardır. muhakkak tanımalısınız, okumalısınız. neyse, yani çevrecilik, gender studies falan bir bilimden ziyade dine benziyor. fakat kabul etmek gerekir ki bu yeni dinler bize eskisinin verdiği heyecanı vermiyor. ne itaatin tadı kaldı ne isyanın. sanat? dinsiz bir sanatın da tadı kalmadı. doğaçlama sezgiyi diri tutmak için elimizde kalan şeylerden biri. bu yüzden bunu "akademik müzik" kadar önemsiyorum. ve sonunda yazının başı ile ilinti kurabileceğim; doğaçlama ve hızlı satranç arasındaki benzerlikten söz etmiştim. peki ikisi arasındaki ayrım ne? cevabı kolay, birinde rakip var ötekinde yok. bu şu demek; birinde başarının kriteri belli ötekinde muğlak. iyi doğaçlamayı kötü doğaçlamadan nasıl ayırırız? ya da bunun iyisi kötüsü nedir? bunu cevaplamak için "doğaçlama nedir" diye düşünmek gerek. tanımlarda mutabık olmadan yani kendimize bir kerteriz bulmadan yol alamayız.

    benim doğaçlamadan anladığım şey "önceden hazırlanmamış yanıt"tır. ister santur taksimi olsun, ister serbest doğaçlama olsun, fark etmez. önceden hazırlanmış tüm yanıtlar kötü doğaçlamadır bana göre. ezbere konuşanı şak diye anlarsın zaten. ha ama uzun havalar, gurbet havaları falan vardır mesela. bunun kalıbı bellidir ve çok dardır. o dar kalıpta içtenlikli bir cümle söyleyebilmektir esas olan. tarihe geçen konuşmaların hiçbiri prompter'dan okunmamıştır diye tahmin ediyorum. düşünceyi bertaraf etmek ve hissi, duyguyu, sezgiyi, tutkuyu aktarabilmektir esas olan. bu çok dar bir kalıpta bile yapılabilir. örnek: piçolu osman'ın tüm doğaçlamaları. geniş ölçekteki en iyi örnek ise eric dolphy'dir. eric dolphy'nin en iyi doğaçlamacı olduğu gerçeği benim için tartışmaya kapalıdır. öyle yüksek bir teknik ve zeka var ki içtenlik aramayı falan bırakıyorsun. asla yorulmayan ve asla tökezlemeyen, insanüstü bir çalım. tökezleyen müzisyenin sığınağı tekrardır. bir kalıp bulursun hemen (lick) ve birkaç kez yinelersin, böylelikle düşünme zamanın olur. sanki ararken "bulmuş" gibi yaparlar. yok. bir şey buldukları yok. sadece dinleniyorlar. pat martino'nun umbria caz festivalinde attığı meşhur bir solo vardır. bana göre iyi bir doğaçlamadan, iyi bir müzikten çok iyi bir espridir bu. ikinci dakikanın ortalarında bir kalıp bulur ve bunu bir dakika boyunca 40 kere falan tekrarlar. bu espriyi ben daha önce duymuştum. lionel hampton'a eşlik eden illinois jacquet'ten. tadında ve ağırbaşlı bir mizah. bu esprinin kötü bir varyasyonunu tony lakatos'tan dinleyebilirsiniz. şüphesiz en kötüsü ligeti denen düzenbazın 1 numaralı musica ricercata'sı ve elliott carter denen sahtekarın nefesli sazlar için yazdığı etütlerden biridir. doğaçlama falan olsa kötü espri diyeceğim ama yok, bunlar kompozisyon. son paragrafa geçmek ve bitirmek istiyorum. bu paragrafın konusu da serbest doğaçlama olacak.

    serbest doğaçlama galiba 1960-1970 civarı ortaya çıktı. daha önce de vardı da adı o zamanlar kondu. serbest doğaçlama hakkında konuşurken hep geriliyorum çünkü bunda bir hiyerarşi yok. "herkes yapabilir". herkes, her şey eşit falan. e öyle olunca bunun performans sanatı denen garabetten farkı kalmıyor. bunun bir ölçütü, kritiği falan olmalı ki iyiyi kötüden ayırt edebilelim. siyah ve beyaz değildir her şey tamam fakat bu siyah-beyazlığı her şeyin gri olmasına tercih ederim. derek bailey'den bahsetmek istiyorum. pek çokları tarafından serbest doğaçlama gurusu olarak görülür. yalın bir dille söylemek isterim ki derek bailey berbat bir müzisyendir. değerli bir fikir adamı olabilir ancak yaptığı müzikte saygı duyulacak bir yan yok. ilginçtir, dadaizm (türkçesi "ahmak şaşırtan" olabilir) denen zırvanın bulaşmadığı pek az şey vardır, bunlardan biri de müziktir. bulaşmıştır ancak nüfuz edememiştir. derek bailey, zeena parkins, ikue mori, kato hideki vs. vs. bu isimleri müziğe nüfuz edememiş performans artistleri olarak görüyorum. japonlar serbest doğaçlama konusunda bilhassa kamikaze gibiler. çılgınlıkları ve hırçınlıkları beni bunaltıyor fakat nadiren çok acayip şeylere de denk geliyorum. çok sevgili bir dostumun önerisi ile hirokazu yamada'nın kozan albümünü dinlemiştim. nutkum tutuldu. nefis bir şey. işte doğaçlama diye buna derim. boş laf yok, ilgi budalalığı yok, gösteriş yok. içten, zekice, zarif ve ağırbaşlı. düşünmen için pay bırakan bir müzik. mesela don cherry'nin bir albümü vardır where is brooklyn diye; adama nefes aldırmaz, gırtlağından yakalar. bunun karşı kutbunda da supersilent var. kuzey cazı denen ve cazla hiçbir münasebeti olmayan soysuz bir müzik türü vardır. bu grubun üyeleri de bu bataktan çıkmışlardır. teknik becerileri vasatı aşmaz ancak haddini hududunu bu kadar iyi bilen, tayin eden başka grup yoktur. kendilerine çizdikleri çerçeve içerisinde fevkalade iyi işler çıkarırlar. "serbest doğaçlama dinlemeye nereden başlayayım?" diye soranlara ilk önerileceklerden biridir. neden başlangıç müziğidir bu? çünkü anlatıcı bir müzik değildir. ezgi bir şey tarif etmez. duyulan sesler bir doku oluştururlar. ne çalan ne de dinleyen yorulur. hızlı satranç izlerken veya oynarken hissettiklerini hissetmezsin bununla.

    yazıyı burada bitirmeye karar verdim. yoksa diyesim dinmeyecek gibi.

  • sıkışık trafikte kendi seridinde bekleyen araclarin kusurlu oldugu kazadir. onlar seritleri tikamasa motorcu kardeslerimiz emniyete girmek zorunda kalmaz.

    asla motorcu suclu olamaz gerekirse videoyu izleyen de bile kusur bulunabilir ama motorcu kardeslerimizde asla.

  • kimin kazancağından ziyade bu iki türün kendine has niteliklerini temel alırsak şöyle bir karşılaştırma olur, sanırım:

    ancalagon'un soyundan gelen ve 200 yıl boyunca hiçbir meydan okumayla karşılaşmayan smaug'a, orta dünya'da sadece cüceler karşı gelebildi. balrog gibi ateş ve karanlıkla boyanmış bir kötülükle karşılaşan gandalf'ın ise o anki çaresizliği ve umutsuzluğu yüzüne yansımıştı. içi, korku ve çaresizlikle dolan gandalf, balrog karşısında ne yapacağını bilmiyordu, ta ki khazad-dum köprüsünde onunla yüzleşene dek. ian mckellen, bu bakımdan filmde müthiş bir performans sanatı sergilemişti.

    bilindiği üzere smaug uruloki'lerin ateş soluyan son büyük ırkıdır. dev kanatları sayesinde angalacon kadar olmasa da fırtınalar yaratabilirdi. balrog'lar hakkında merak edilen en önemli konulardan biri ise, kanatlara sahip olup olmadığıdır. her ne kadar basit bir soru gibi görünse de cevaplaması oldukça zordur. bu konuyla ilgili şimdiye dek net bir açıklama yapılmış değil. tolkien'in kitabında da ifade ettiği gibi, kanatlarının olduğu kanaatine varılmış. "his enemy halted again, facing him, and the shadow about it reached out like two vast wings." keza the lord of the rings the fellowship of the ring filminde de görüleceği üzere buradaki balrog, kanatlı bir şekilde betimlenmiştir. peki kanatları olmasına rağmen uçabiliyorlar mıydı? işte asıl soru bu!

    şaka bir yana! asıl tartışma ve sorulan sorular, bu ifadelerden sonra başlamaktadır. zira yukarıda, balrog'ların belli belirsiz bazı silüetlerden tekvin edildiğini yazdım. bu silüetler veya gölgeler, tıpkı alev gibi farklı formlara giren ve zorlukla seçilebilen biçimlerdir. sıkı j.r.r. tolkien okuyucularının yorumları , kanatlarının, vücudunu sarmalayan söz konusu silüetler ve gölgeler tarafından oluşturulduğu yönündedir. bundan ötürü "gerçek" kanatlara sahip olmadığını savunun muhalif kişilerin değerlendirmeleri de pek makuldur.

    balrog'lar nam-ı diğer valaraukar'lar, birer maia oldukları için büyü ile alevlerden muhtelif silahlar yaratabilmektedir. silah yapmaları dışında, diğer yetenekleri gibi büyük gizeme sahiptir. zira gandalf the grey'in de ifade ettiği gibi, balrog karşısında kılıç ve ok gibi normal ve sıradan silahların hiçbir işe yaramadığı bilinmektedir. gandalf, durin'in felaketi ile dövüşürken bir gondolin kılıcı olan glamdring'i, büyü ile kullanmıştı. smaug da, bard the bowman tarafından daha önce yaralandığı karın bölgesine fırlatılan - zira ejderhaların derisi oldukça sağlamdır - ve orta dünya'da en değerli ve sağlam silahların ustası olan cüceler tarafından yapılan bir ok (black arrow) ile öldürülmüştür.

    bunun yanı sıra smaug kibirli, doyumsuz, altınlara karşı bastırılamayan, sönmeyen bir arzuya ve benliğinden ötürü alaycı bir mizaca sahip olan ejderhadır. gür sesiyle sürekli olarak kendisini sena eder ki, bu durum zaafını itiraf etmesine dahi müsaade etmez. kendisini orta dünya'daki diğer ejderhalardan ve antagonist karakterlerden ayıran bir diğer önemli nokta ise, kötülükten ziyade hazinelere karşı ihtiraslı ve amansız zaafları ve kişisel kibiridir. dağaltı krallığını altınlar ve diğer hazineler için düşürmüş ve burayı hazinelerle istifleyerek muazzam bir yatağa dönüştürmüştür. öyle ki, kendisi rahatsız edilmediği sürece orta dünya'da bir tehlike oluşturmuyordu. bu bakımdan dikkate değer bir karakterdir. keza balrog'da uyandırılmadan önce o da herhangi bir tehlike arz etmiyordu.

  • oldukça seçkin görünüşlü bir bayan uçakla isviçreden
    dönmekteydi. yanında oturmakta olan rahibe
    -"özür dilerim peder, sizden bir iyilik
    isteyebilirmiyim?" diye sordu.
    -rahip "elbette kızım, senin için ne yapabilirim?"
    diye cevapladı.
    kadın açıkladı: "işte problemim; kendime yeni bir
    epilasyon aleti aldım ve buna oldukça yüklü bir para
    saydım. sanırım limitlerin oldukça üzerine çıktı ve
    gümrükte elimden alırlar diye korkuyorum. acaba
    gümrükten geçişte bunu cübbenizin altına saklayabilir
    misiniz?"
    -rahip "tabi ki yapabilirim evladım ama biliyorsunuz
    ki ben yalan söyleyemem." diye yanıtladı kadın "çok
    temiz ve dürüst bir yüz ifadeniz var peder, eminim ki
    size soru filan sormazlar" dedi ve pahalı epilasyon
    aletini pedere verdi. uçak havaalanına vardı. peder
    gümrükten geçeceği sırada görevli
    -"peder, bildireceğiniz herhangi bir yükünüz var
    mı?"diye sordu. bunun üzerine peder "
    -başımdan kuşağıma kadarki bölümde açıklayacağım
    herhangi birşey yok, evladım" der
    bu yanıtı garip bulan görevli
    -"peki kuşağınızın altında kalan bölümde neyiniz var?"
    diye sordu.
    peder yanıtladı:
    -kadınların kullanımı için dizayn edilmiş mükemmel,
    küçük bir alet var,
    ancak şimdiye kadar hiç kullanılmadı!!"
    görevli kahkahadan kırılarak:
    -"tamam peder geçebilirsin, sıradaki!.."

  • -kırmızı yarra yering.
    +maalesef efendim..
    -o zaman beyaz yarra yering.
    +o da yok maalesef..
    -gidin bulun..amınıza korung..

  • rus fizikciler yerin 100 metre altinda bakir tel bulduklarini,
    bunun ise atalarinin bundan 1000 yil öncesinde telefon sebekelerinin
    oldugunu kanitladigini duyurdular.

    bu olaydan 1 hafta sonra amerikan gazetelerinde ilginç bir manset.
    amerikan bilim adamlari yerin 200 metre altinda 2000 yil öncesine ait
    fiber optik hatlar bulduklarini, bunun ise, amerikan toplumunun
    ruslardan 1000 yil öncesinde gelismis digital haberlesme sistemleri
    oldugunu söylediler.

    bir hafta geçmeden türk gazetelerinde yeni bir manset.
    türk bilim adamlari yerin 500 metre altina kadar kazdiklarini ve
    hiçbirsey bulamadiklarini, bunun ise atalarinin 5000 yil öncesinde
    mobil telefon ve kablosuz iletisim sistemlerine sahip olduklari
    sonucuna vardilar....

  • mesaj: seni terkettigime cok pismanim. cok uzgunum. :'(((( peki ya sen nasilsin??
    cevap: her zamanki gibi uzun boylu, atletik yapili, zeki ve yakisikliyim.