hesabın var mı? giriş yap

  • bilgisayar oyunuşinaz bir sevgiliniz varsa, kendisini tahrik etmesi muhtemel bir eylem olacaktır.

    (online interactions not rated by the esrb)

  • 'queen'in 'i want to break free' (özgür olmak istiyorum) adlı şarkısı brezilya'da solun bir kesimi tarafından özgürlük şarkısı olarak anlaşılmış ve beğenilmişti. fakat freddie mercury,rio'daki konsere jartiyer ve siyah file çoraplarıyla çıkıp bu şarkıyı söylediğinde brezilyalı solcular şoke oldular. kendilerini aldatılmış budala yerine konulmuş hissettiler.eşek şakası diye buna denilirdi işte.oysa brezilyalı solcular,söz konusu şarkının klibini izlemiş olsalardı böylesine düş kırıklığına uğramayacaklardı. klipte,queen'in dört üyesi de kadın giysileri içinde görünürler.coronation sokağı (bkz: coronation street) adlı televizyon dizisindeki ev kadınlarına benzemektedirler. 'özgür olmak istiyorum' derken de çamaşır yıkamaktan,yemek yapmaktan,evi silip süpürmekten bıktıklarını söylemektedirler.bu da queen'in özgürlük anlayışı.' (halil turhanlı,müzik ve muhalefet,s.155-156)

  • ayrılık insanlar icin: kadını erkeği tabiki de olmaz, ama erkeğin ki daha ağır geciyor nezdimde. erkek aşk acısı yaşamaz, ölüm yaşar, kendinden geçer, depresyona girer, kafasına her şeyi takar. bakımsızdır, pasaklanır, küflenir evi.
    bir kaç dk yüzünü görebilmek için günübirlik şehirlerarası yolculuğa bile çıkar. terkedilirken bile fedakarlık yapar.
    bu erkeğin çevresinde mutlaka: "sana kız mı yok" diyen bir klişeci de mevcuttur. yarasını deşer.
    erkek, aşk acısını unutmaz, unuttuğun zanneder.
    alkol, saçma sapan ps oyunlarında teselli arar.

    ya kızlar?

    hemen şıkır şıkır giyinip çoşmaya giderler. bir de sosyal medyadan ayrıldığını herkese duyurma merak vardır, mutlaka pusuda bekleyen bir adam da olur nedense. instagram, twitter hemen aktifleşir. acılarını eğlenerek, gerdan kırarak atmaya çalısırlar. bir de bunlardan yanında "ececim sana hic yakışmıyordu zaten" diyen bir gerizekalı da mutlak bulunur. sonra bi çocukla tanışılır, bir öpüş yapılır, diğer gerizekalı acı mı çekiyor, üzülüyor mu, kim takar yalova kaymakamını, güzelinden bir fotoğraf paylaşılır. olaylar gelişir.

    biri saksımızı çiğneyip gitti
    biri duvarları yıktı
    camları kırdı
    fırtına gelip aramıza serildi
    biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri
    her şeyi kötüledi
    bizi yaraladı
    biri şarabımızı döktü
    soğanımızı çaldı
    biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu
    ciğerim yanıyor, yüreğim kanıyor

  • (bkz: barkın'a o konuda ben de çok kırgınım)

    olum neyin kafasını yaşıyorsunuz ya? tamam ülkemiz bu konuda bir latin ülkeleriyle, iskandinav ülkeriyle yarışamaz belki ama erkekler konusunda da diğer ülkelere çok bir fark attığımız söylenemez. ne kızlar görüyoruz dibimiz düşüyor.* mağara da mı yaşıyorsunuz anlamıyorum ki. sokaklarda her şeyin olduğu gibi kadının da güzeli var çirkini var. siz görmek istediğinizi görüyorsunuz bence. bu yaptığınıza algıda seçicilik, seçicilikte kavga çıkarıcılık derler.*

  • salak salak konuşmayın. üniversiteler siz otogara koşun seyahat edin diye tatil edilmedi. oturun evinizde yurdunuzda, mecbur olmadıkça dışarı çıkmayın diye tatil edildi.

    edit: şu ortamda hasta olan 1 kişi varsa kaç kişiye bulaştırdığını siz düşünün. kendi yaşınızda %0.2 ölüm oranı olan virüsü %14 ölüm oranı olan dedelerinize veya kronik akciğer rahatsızlığı olanlara bulaştıracaksınız. şu görüntü bencillikten başka bir şey değil bana göre. "bulaşıcılık"tan bahsediyorsak eğer çevrenize karşı da bir sorumluluğunuz var.

    edit2: arkadaşlar yurdunuz kapanıyorsa "yurt yönetimiyle savaşın ve yurttan çıkmayın!!!" gibi bir şey söylemiyorum ya. belli ki "mecburi" olmadığı sürece diyorum. kendiniz bence anlayabilirsiniz bunu.

  • asıl adı bu olmalıymış hani şarkının, zerdaliler yerine.
    ne çok dinlerdik seninle bu canım şarkıyı. sen orda ben burda.
    bundan sonra ilk kim diyecek "gel" diye bilemiyorum. belki de olmayacak artık bu şarkı. kimse çağırmayacak birbirini.
    çünkü ben seni üzdüm, çok yordum. en kötüsü de bu, asıl üzüldüğüm bu. sende ben kendimi vurdum.

    "anlardım aklından geçenleri
    sustukça konuştuk sanki
    sevdaymış meğer o içimizde
    yıllardır uyuyan deli
    sessizlik sensin geceleri"

    aramızda ince bir iplik vardı sanki. önce beni sana bağladı. öyle ki kalbine, düşüncene giden yolu bilirdim. sen söylemeden bilirdim bir sürü şeyi, hissederdim. zamanla o ince iplik senin de kalbine dolandı, bana doğru yol oldu. bir zaman geldi ki sen de hissetmeye başladın benim aklımdan geçenleri. susarken üstelik, bir kelime bile etmemişken, o susuş sonlarını "öyle işte" diye bitirdiğimizde, anlardık aklımızdan geçenleri.

    arada uzaklıklar varken ve elimizde sadece kelimelerle birbirimize ulaşmak varken o susuşlar kıymetliydi. hele bir mektuba şöyle başlamıştın ya sen, benim içim erimişti okurken; "ne yazacağımı bilmiyorum, yanında susmaya geldim. öyle." sen burada olsaydın, ya da ben orada, velhasıl karşı be karşı olsaydık konuşmaya hacet yoktu zaten. öyle bakardım sana uzun uzun. arada ellerimle yüzümü kapatırdım belki, utanırdım biraz işte, ne var. hem güneşe o kadar uzun süre bakılmaz...konuştuğumda da çok konuşurdum bak, konuşmam gereken, söylemem gerekenin dışında ne varsa onu konuşurdum; heyecandan, korkudan, sevgiden...

    seninle aynı şehirde yaşamadım, sana bir caddede rastlamadım mesela, eğer rastlasaydım mutlaka tanırdım seni. belki bu yüzdendir insanların yanımdan, içimden geçip gitmesi, benim onları bile görmeden yürümeye devam etmem. ne zormuş şu uzaklıklar, ah ne zormuş başka başka şehirlerde emanet gibi yaşamak. şarkılara, kelimelere, mektuplara tutunarak bir sevgiyi yudumlamaya çalışmak ne zormuş.

    konuşurken ellerin, kolların nasıl hareket eder, kızınca nasıl çatılır kaşların, gülünce nice haller alır güzel yüzünün coğrafyası? daha ben bunları bilmez görmezken nasıl da bu kadar yandım ahh... o kırmızı iplik var ya hani, beni ruhuna ulaştıran, seni bana getiren o bağ; ruhunu sevmişim demek ki, ruhunla ışımış üstüm başım.

    sen kiminle istersen yürü yaşadığın şehirde. görebildiğini, dokunabildiğini, yanında olabileni sev istersen.
    ama bak bu kadar kahve içmişiz. hiç mi hatırı yok?
    ben ipin öbür ucundayım. birazcık çeksen anlarım orda olduğunu, coşar, taşar, ışırım yine.
    içimdeki mavi kuş yine şarkılar söylemeye başlar, büzüşüp bir kenarında oturmaz kalbimin kafesinde.

    dedim ya, ben ipin öbür ucundayım.
    fincana kahve koydum gel de bana lütfen.
    sadece bu. sonra git istediğin yere.

    bilsen ne çok şey aslında bu.

  • bunun en önemli sebebi bir tema cümlenizin olmamasıdır. özakman'ın oyun ve senaryo yazma tekniği kitabında önemle üzerinde durduğu tema, sizin önermenizi aktardığınız cümledir. bu önerme bir yargı içermek ve insan onuruna aykırı olmamak zorundadır. en basitinden "ak akçe kara gün içindir" cümlesi içerdiği yargı yüzünden tema cümlesi olabilir.

    yazdığımız metnin içinde bir kez bile geçmeyebilir bu cümle, ancak yüzlerce sayfalık metnin, okunduktan sonra geriye bırakacağı anlam, bu tema cümlesinin anlamıdır. peki bu tema ne işe yarar; tema, bir kılavuz iptir ve sizin gerek olay örgünüzün gerek diyaloglarınızın gerekse karakterlerinizin tutarlılık içinde kalmasını sağlar. bu da haliyle sizin gereksiz detaylara girmenizi, gerekli detayları da atlamanızı engeller.

    insanların roman yazamama nedeni, çoğunlukla nasıl yazılacağını bilmemelerindendir. "hayatımı anlatsam roman olur" diyen insanlar o "anlatma" işini yapamazlar çünkü romanın ne olduğunu bilmiyorlardır. okudukları kitapları örnek gösterip iyi ama ben roman nedir biliyorum deme ihtimalleri her zaman vardır ama roman okuyanın roman sanatını bileceğini düşünmek, uçağa binen kişinin uçmayı bildiğini düşünmekle aynı sığlıkta bir bakış olur.

    roman yazmak isteyen kişilerin okuyabileceği yazarlık kitapları vardır bunlardan en bilineni ronald tobias'ın roman yazma sanatı'dır.

    temelde tüm yazarlık, çatışma unsuru üzerine kurulur. hayatlarında filanca başarıyı elde etmiş kişiler yokluktan geldim ama bugün milyon dolarlık şirket sahibiyim işte bunu anlatsam roman olur derken anlatmaları gereken yerleri kendi yaşamlarının durak noktalarını roman kuramına uygun biçimde yerleştiremeyeceklerinden, o heyecanı yalnızca onlar duyacak, anlattıklarında hikaye sönük, sığ ve yorucu olacaktır.

    roman yazamama nedenlerinin en büyüğü ve listenin başında gelen şık kesinlikle yazmaya yeltenen kişinin okumamasıdır. roman okunmadan roman yazılabilir mi? bu cümleyi duyan kişilerin savunmalarını sıklıkla duyarım ve bunlardan en gülüncü "etkilenmemek için okumuyorum" cümlesidir. etkilenmeden roman yazılabilir mi? 2400 sene öncesinden beri kendini gösteren bir anlatı geleneğinin parçası olan roman, elbette kurmacada kendisi dışındaki seçenekleri görecek, onlar üzerine bir şeyler koyacak, onları "kendi üslubuyla ve temasıyla damıtarak" ürüne dönüşecektir. bunlardan intihal yapmak gerektiği sonucunu çıkaranlaraysa şu andan sonrasını okumamalarını öneriyorum.

    en iyi yazarlık öğretmeni, en iyi yazarlık kitabı elbette romanın kendisidir. onu berrak bir zihinle okumayı becerebilen insanlar ülkemizde ve dışarıda falanca üniversitenin eğitiminden falanca kursun tezgahından geçmiş birinden çok daha fazla hakim olurlar olaya.

    roman yazmak isteyen kişilerin roman yazamayanlardan bir farkı da "bilgiyi sistemli işlemeleridir" yani insanlar düzenli yaşarlar. çoğu insan yazarlara bakınca kırlaşmış saçlarıyla bir pencerenin önünden karşıdaki dağları, denizleri seyreden, havalı bir kadın yahut erkek düşünür. o insan geceleri alemden aleme akıyor, içkinin sigaranın uyuşturucunun denizinde yüzüyordur, oysa böyle bir yazar yok. yazarlığın en temel kuralı "kıçını her gün aynı saatte sandalyeye koymaktır" işte bu insanlara zor geldiğinde o insanlar yazamazlar. yanında bir defter kalem taşımayı düşünmemek, uykuya dalmadan ulaşabileceği yere kağıt kalem koymamak, yazmayı ötelemek, zihnin devamlı işleyen çarkını susturmak, yazamama nedenidir.

    biliyorum hayat çok zor olabiliyor ama bütün bu olanlara rağmen yazabilenler yazar olabiliyor.
    yazarların hayatları ilham verici olabilir, yazarların defterleri kalemleri saçları sakalları, küpeleri vs. bunlar yazmak konusunda yazar adayını yüreklendirebilir. motivasyon çok önemlidir.

    yazmak mı istiyorsunuz? her sabah kalktığınızda yazmaktan başka bir şey düşünmüyorsanız yazar olmuşsunuzdur. (bir filmde duymuştum bunu) yazar olunur ama nitelikli bir yazar olmanın koşulu gene nitelikli bir okur olmaktan geçiyor.

    düzelti:yazım hatası

    ek: bir de bu var roman yazmak

  • tokyo'ya yakin bir yerde bir engelliler bakim merkezine saldiri sonucunda gerceklesmis hadise.
    japon kyodo haber ajansina gore bu bilgiler var. detaylari yakinda cikar ortaya.

    edit: sanki ben japonca biliyormuscasina yazdim, degil mi?
    aklima aziz nesin'in bir hikayesi geldi. yazmaya hevesim olsaydi uzun uzun yazardim ama ozet geceyim. dur bakalim ne kadar anlatabilecegim cunku hikayeyi lise doneminde okumustum. o hikayesine aziz nesin soyle basliyordu "fransizca'dan turkceye cevirdigim kitaplari cagaloglu'nda yayinevine teslim ettim ve eve dogru geri donuyordum ki beyazit'ta onumde yuruyusunden, salinimdan ve ruzgarda savrulan atkisindan fransiz oldugu tahmin edilen bir kadin yuruyordu" sonra bir yerde bu kadin bir adres sormus ve etraftakilerin diyaloglarini uzun uzun anlatiyor aziz nesin ama cok hos anlatiyor. ilk olarak soru sordugu adam hic birsey diyemiyor ama yardim da etmek istiyor. gitgide kadinin etrafinda kalabalik toplaniyor ama kimse yardim edemiyor. kadin anlatmaya calisiyor. kadinin fransiz oldugunu anliyorlar ama etraftakilerin fransizcasi da yok. aziz nesin de iclerinde ve olan biten herseyi susarak izliyor. bir ara uc tane liselinin kendi aralarinda konusurken birisinin digerine "hadi konussana oglum, okulda fransizcadan 10 uzerinden 9 almistin, konus lan. anlat" diyor. oburu de "ben konusamiyorum ki oglum, ben okuldakileri biliyorum, konusma farkli" falan diyor. yani diyaloglar diyaloglar. neyse ilerleyen kisimlarda sorun cozuluyor ve aziz nesin soyle bitiriyor oykusunu "simdi siz diyeceksiniz ki maden fransizcadan turkceye kitap ceviriyorsun da niye orada kadina yardim etmedin. cevap vereyim, ben fransizca bilmiyorum ki. o kitaplarin ismini yayin evinden aliyorum sonra gidip arapcalarini sahaflardan satin aliyorum. arapcadan turkceye ceviriyorum ve yayinevine gidip fransizcadan turkceye cevirmis gibi parami aliyorum"

    ben de yukarda ilk yazdigim iki cumleyi japon haber ajansindan almiscasina bbc'den arakladim.

  • öldükten sonra, ırmaktan şarap içeceği, 72 tane küçük kız çocuğuna sahip olacağı hayalleriyle hayatını ziyan eden ve sürekl, başkalarına da zehir etmeye çalışan sapık mallarla tarihin en güzel taşşaklarından bazılarını geçmiş olan büyük üstad.