hesabın var mı? giriş yap

  • 1) en üretken dönemlerinde inek gibi ders çalışmak zorunda bırakılarak zekalarının eritilmesi. (milli eğitimin insanları bildiğin aptallaştırması)

    2) özellikle anneleri tarafından doğru yanlış hemen herşeyiyle gurur duyulması sonucunda aşırı şımarıklık ve kendilerini dünyanın en harika varlıkları sanması. (yeni nesil acaip türk anneleri sağolsun)

    3) başkalarında olan şeylerin kendilerinde neden olmadığı sorusunu sorarak herşeyi ve herkesi kıskanarak etrafa bakmaları. (bu da bir üsttekinin bir sonucu)

  • a: "down sendromlu bir çocuğa hamile olsaydım ne yapardım bilmiyorum. tam bir ahlaki ikilem."
    b: "aldırırsın ve tekrar denersin. seçeneğin varsa, çocuğu dünyaya getirmek ahlak dışı olur."
    c: "down sendromlular ölsün diyorsun yani?"

    bu diyalogdaki gerizekalıyı bulunuz.

  • şimdi nevşehir'de 8 yıl önce kaybolmuş, muhtemelen öldürülmüş bir kadın var. kadıncağız kötü yola düşmüş ve kocasının para geldiği müddetçe itirazı olmamış.

    sevgilisi diye çıkan miniçakal da uzun süre kadını satıp parasını yemiş.

    eski kocası, kayınvalidesi, komşuları, hısım akrabaları günlerdir sırayla konuşuyor.

    yapan eminim bulunacaktır ama benim canımı sıkan şey çok farklı.

    bu insanların hiç birisi fiili olarak çalışmıyor ve birden fazla sosyal yardım alıyorlar. kaybolan kadının kocası %50 engelli maaşı alıyor ki engeli yok, artı annesine baktığı için vasi maaşı alıyor ki engelliyse nasıl alıyor? üztüne yaşlı annesi ayrıca bağırıp duruyor benim 5000 tl maaşım var diye.

    yıllardır bu hazinenin paraları sosyal hizmet adı altında bu tip, hiç bir iş yapmayan insanlara dağıtılıyor deli gibi.

    kovidli halimizle bile kucağımızda laptop kulağımızda telefon hala çalışıyoruz.

    maaşlarımızdan çatır çatır kesilen ve bu tiplerin kursaklarından geçen her lokmada hakkım var ve zerre helal etmiyorum.

  • neyse ki kendi halinde yoluna devam eden insanlara zararı olmamış. tertemiz gitmiş. darısı diğer magandaların başına...

  • öncelikle ekşi şeyler'de de yayınlanan (bkz: #88604310) numaralı girdimi koyayım. o zaman latifundiyalardan bahsederken encomiendaları nasıl sınıflandıracağımı bilememiştim. çeviri yaparken tımar desem yanlış anlaşılacak, büyük toprak desem tam anlamını karşılamayacaktı. dirlik olarak karşılanabilir aslında ve isabel moctezuma ile ilgili bir girdi yazarken 'dirlik' olarak kullanmayı tercih etmiştim. yukarıda verdiğim girdimi tekrar okurken yine aklıma takıldı ve biden tam olarak nasıl karşılanabileceği kafama dank etti (bkz: kafaya dank etmek): bildiğin yurtluk buralar. ya da ingilizcesi ile fief.

    tabii ki her kültürün kendine has bir gelişimi ve işleyişi var. örneğin; her ne kadar latifundiyalar tam olarak tımar sistemine karşılık gelmiyorsa da tımar sistemi esasında roma imparatorluğundaki latifundiyaların türk yahut osmanlı coğrafyasına uyarlanmış halidir. arjantin'de estancia olur, brezilya'da fazenda. dolayısıyla ispanya imparatorluğunun uyguladığı encomienda sistemi de ta selçuklu'dan beri uygulanan yurtluk ile aynı mantığa sahiptir.

    ispanyollar yeni dünyayı fethe başladıkları zaman, bu yeni topraklarda kendilerine bağlı oluşumlar olmasını istiyorlardı. bu sebeple askeri ve ticari zümrenin kendi kafalarına göre hareket etmelerini önlemek, fethedilen yerlerdeki yerli nüfusu kontrol altında tutabilmek, düzenli bir gelir elde edebilmek, muntazaman kolonileşebilmek ve üretimin devamlılığını sağlamak üzere çeşitli kişilere 'yurtluk' vermeye başladılar. bu toprak parçaları öyle 'büyük arazi' diyerek geçiştirilebilecek yerler değildir. (bkz: #97336862) numaralı girdimde de değindiğim üzere zaman zaman yerli liderlere de isyanların önüne geçmek ve asimilasyonu hızlandırmak için toprak dağıtırlardı. latifundiyalar bu toprakların yanında 'bahçeli müstakil ev' gibi kalırdı.

    tıpkı avrupa'daki feodal beylerin toprakları gibi bu topraklar da miras olarak devredilebiliyordu ama özünde krala aitti. ancak avrupa'dakinden farklı olarak köle çalıştırılabiliyordu. her ne kadar feodal beylere bağlı olan plebler köleden hallice olsalar bile hukuken köle değillerdi. encomiendalarda çalışan insanlar köle olmak zorunda değillerdi ama işgücü ihtiyacı hasıl olduğunda bal gibi de köle yapılmışlardır.

    yalnız encomiendaların ömrü çok uzun olmadı. bir kere çok uzaktaydılar ve çok büyüktüler. merkezdeki asiller durumdan rahatsız oluyorlardı zira bizim fatih, kaşif deyip durduğumuz insanlar ya kılıç artığı, çapulcu yahut serkeş kaçkınlardı çoğunlukla. ve birdenbire zengin oluyor, kontrol edilmeleri güçleşiyordu zaman içerisinde. asiller merkezi terk edemiyorlardı zira malları mülkleri, gelecekleri, kariyerleri merkezde kalmaya bağlıydı. ayrıca köleleştirilen yerliler sürekli isyan ediyor, yerel liderler de kendi insanlarına bu zulmü reva görmedikleri için tam bir itaat içinde olmuyordu. yukarıda adı geçen isabel moctezuma encominda sisteminin 1542 gibi erken bir vakitte kaldırılmasının öncülerindendir (hatta sebebidir diyebiliriz). ölürken de bütün kölelerini serbest bırakmıştır (kendisi köleleştirmemişti, toprakla birlikte kendisine verilmişti köleler).

    ama bu sistemin terk edilmesi ile beraber angarya/zorla çalıştırma için yeni bir sistem geliştirildi: repartimiento. onu da başka bir yazıda anlatırım. sözün özü, çeviri yaparken aklınızda olsun; encomiendaları dirlik ama en güzeli yurtluk olarak türkçeleştirebilirsiniz. yani, galiba!.. *

    tema: (bkz: latin amerika tarihi)

  • zeki olması, şiir sevmesi, keman çalabilmesi, tango yapabilmesi, espri yeteneğine sahip olması,.. değildir, kendimden biliyorum.

    esnek çalışma saatlerine uyumlu, takım çalışmasına yatkın, yoğun tempoda çalışabilecek, askerlik hizmetini tamamlamış erkekler tercih edilir bence. yoksa bu kadar insan yalnızken bu kadar insan yalnız kalmazdı. neyse konu daha fazla dağılmadan gideyim ben.

  • her on yılda bir biriken gerizekalı zengin muslumanları silkeleyip kendine getiren adam. bu milletin ne kadar aptal olduğunun ibretlik kanıtı.

    debe editi: somayı unutursanız, kalbiniz kurusun.

  • başlığın en beğenilen entrysini debe'de görünce genelleme yapmanın pek doğru olmadığını yazmak için biraz içimi dökeyim istedim.

    annem akciğer kanseri olduğunu öğrendiği vakit babamla evliliklerinin 36. yılıydı. doktor bizimle konuştu, nispeten şanslısınız dedi. kaburga kemiğinin üzerinde yoğunlaşmış, iki kemiği alıp tedavi etmeyi deneyeceğiz. ameliyat başarılı geçer umarım dedi. babam bir yandan gözünden akan yaşları sildi bir yandan da şükürler olsun diye sevindi. yaklaşık 12 saat sürdü ameliyat. hatta doktor bey ameliyattan çıkınca bayıldı o derece zordu. annem yavaş yavaş iyileşti. o süreçte babam resmen bebek gibi baktı. doğru düzgün internet kullanmayı bilmeyen adam yemek sitelerinin kurdu oldu. her gün sevdiği yemekleri yapıyordu kendisi. yoğun işi vardı ama gelir gelmez mutfağa dalıyordu. ulan bugün size bir musakka yapacağım var ya böyle bir şey yemediniz hayatınızda diye geyik muhabbetini başlatırdı. evdeki herkes bilirdi ama ses etmezdi, o musakka bizim için değil annem içindi. günler güzel geçmeye başladı çünkü annemin sağlığı yerine gelmiş, yüzünün rengi yerinde, pikniğe gidiyoruz, eğleniyoruz vs rüya gibi.

    aradan 1.5 yıl geçti. öksürük başladı. kontrole gittik, hastalığın akciğerde nüksettiğini öğrendik, en ileri evre. öğrendiğimiz gün kuzenin düğünü var. annem çok neşeli, herkes orada, düğünden önceki gün herkes öyle eğleniyor ki kendi arasında, kardeşimle ben hariç. sadece ikimiz biliyoruz annemin herkese veda gecesi olduğunu, böyle bir kalabalığın bir sonraki buluşmasının cenazesinde olacağını. düğün bitiyor, ertesi gün biz söylüyoruz lisan-ı münasiple mevcut durumu. doktor bize "gerçekçi olacağım şansı varsa altı ay yaşar" dediği zaman yaşadığım hissi kimse yaşamaz umarım, altı ay da yaşayamadı zaten. biz bunu anneme söylemedik tabii. ama kendisi anlamıştı. kimsenin umudu yoktu. tek kişi hariç, babam. bebek gibi baktı yine ona. kemoterapi çok ağırdı. yerinden kalkacak dermanı olmuyordu iki gözümün çiçeğinin. babam altını temizlemeye varana kadar her şeyi hiçbirimize bırakmadan kendisi yaptı. bir akşam fenalaştı, evindeki son akşamı oldu. bir saha getiremedik yanımıza.

    8 yıl bitti. hala ilk gün gibi. bu süreçte babam hala çocuk gibi hassas. biz dahil olmak üzere herkes "uygun biriyle" evlenmesinin iyi olacağını söyledi ama o hâlâ yanaşmıyor buna. tek kelime: istemiyorum.

    babamın ağzından cafcaflı sözler duymazdık biz. öyle romantizm falan çok uzak şeylerdi. 12 yaşından beri dişiyle tırnağıyla hayat mücadelesi verip bir yerlere gelmişti. çocuk olamamak böyle bir etki bıraktı belki üstünde. annem hep derdi sizi de dışarıya çıktığınız zaman pencereden bakıp aslan oğlum benim diye uğurluyor diye ama biz bunu hiç duymadık kendisinden. seviyorum, aşığım kelimeleri dökülmedi hiç ağzından ama bir daha yüzünü asla göremeyeceği annemin adının her geçtiğinde gözlerine bakarım. o yemyeşil gözler hemen buğulanır, hemen lafı değiştirmeye çalışır.

    neyse çok uzattım. belki istisnadır, belki azdır bunu yapan ama yok değil kardeşim işte. gözümle gördüm ben, birebir yaşadım.

  • italya'nin bu hayvani savunmasiyla finale adini yazdirmasi surpriz olmaz. chiellini-barzagli-bonucci dunyanin belki de en iyi uclu stoper hatti olup ayni zamanda juventus'ta beraber oynamaktalar. klasik kati ve markaji iyi uygulayan italyan savunma anlayisinin ustune hizli ve varyasyonlu hucum modifikasyonu yapmislar. candreva ve giaccherini ile hizli top getirip pelle ile iyi bulusturuyorlar. pelle kaleye sirti donuk oyunu da cok iyi yapan bir adam. geri geli top aliyor, hava hakimiyeti muazzam ve akilli bitirici vuruslari var. italya'ya yeni toni hayirli olsun diyelim. gobekte uc tane ciger tasiyan bir marco parolo var. de rossi futbolun gurusu olmus cikmis zaten. candreva hem teknik, hem suratli, hem sutlari iyi hem de savunmaya cok yardima gelen bir oyuncu. eder'in pelle'yi rahatlattigini ve gobekten gelen toplari iyi dagittigini gorduk. conte cok iyi monte etmis onu takima. 120 km gibi hayvani bir kosu mesafesi yakaladi bu macta italya.

    beni ilk macta heyecanlandirdilar. stratejisiyle adeta bir final maci oynadi italya.