hesabın var mı? giriş yap

  • “içinde bulunduğum durumdan bir nebze kurtulmak için doğa yürüyüşleri yapıyorum ama nafile”

    bu cümleden hareketle batmamışsın. çünkü fakir doğa yürüyüşü yapmaz, dolanır gelir

  • bu sefer kahramanlarimiz acemi asker degil komutandir. iki asteğmen birbirine komşu eğitim alaninda acemi eğitimi ile meşgulken biri diğerini çay içmeye davet eder. laflamaya başlarlarken acemilerden birini çağirirlar. eleman koşa koşa gelir.

    -bize 2 çay getirir misin
    -emredersiniz komutanim *

    eleman çaylari bir koşu kapip getirir ve komutanlarinin dikkatini çeker.

    -aferim ya ne çabuk getirdin. ama nefes nefese kalmişsin. sivilde napiyodun sen ?
    -komutanim "balıkesir cumhuriyet savcisiydim" der

    bizim asteğmen elemanlarin o an boğazlari düğümlenir. o çay ateş olur ellerinde. acemi asker elemanlarin yanlarindan uzaklaşir.

    -olm var ya bu bizi sivilde yakalasin öttürür lan
    -lan ne biliyim o kadar adamin içinden biz de savciyi bulduk iyi mi
    -amaan koy gitsin. savcinin elinden de çay içtik ya
    -ehehuehue

  • her zamanki cem yılmaz. ne eksik ne fazla. değindiği konular anıları vs. her detay her hikaye komik. her şeyden önce konu ne kadar sıradan olursa olsun anlatım tarzı/seyirciyi yakalayabilmek çok önemli. kendisi bunu her zaman başardığı için buralarda. eski karikatürist olması hayatı boyunca detayları kolay yakalamasına ve iyi gözlemlemesine fazlasıyla yardımcı olmuş, çok belli. adam zeki, kültürlü, yapacak bir şey yok. güldürmek zordur. başarıyor kazanıyor. stand-up gösterileri her zaman izlenir, hem de defalarca.

  • abi bu adam son derece kibar davranan bir çocuğu dövmüş. ben şunu merak ediyorum, bunun sonrasından hiç mi korkmuyorlar. şimdi polis bu herifi bulacak. kimlik bilgileri mağdurun eline geçecek. adresi, telefonu, soy ağacı, osu busu... irisin, kalabalıksın falan. anladık orada güçlüsün. ama sonrası? ya intikam almak isterse?

    mesela benim karadenizli bi müvekkilim var. oğlu buna benzer bir şekilde haksız yere dayak yiyor. oğlan da kara kuru bişey, adamın kendisi de bu arada. tıfıl ailesi yani bunlar. ama adamı buldu. ağzına silahı sokup ateş de etti. ikisi de şanslıydı mermi adamın yanağından çıktı. tabi sağlam kalıcı hasar bıraktı, dişler-çene kemiği-yamuk bir surat... ama en azından öldürmedi. hapse girdi, çıktı. senin yüzünden hapse girdim diye bu defa da gitti 2 dizinden vurdu adamı. ardından yine hapse girdi. ama toplasan toplasan yattığı iki üç sene.

    nasıl şu işleri yaparken korkmuyorlar anlamıyorum amk. bu ülkede kim kendini psikopat sanıyosa çok yanılıyo. çünkü yanında süt kedisi sayılacağı insanlar herkesin çevresinde var. bi ricaya bakar. akrabası güvenliklerden dayak yedi diye bi kamyon adamı barı taramaya gönderen insan biliyorum ben. çocuğun babası zor durdurmuştu. ne şimdi bu. psikopat mı? adamı soğan cücüğüne çevirirler haberi yok. bu gün olmaz ama bi gün olur.

  • dedem bana kontör yollamaya çalışırken mesajı turkcell yerine benim numarama atar:

    "0537**** kontur 50"

    bir şeylerin yanlış olduğunu farkeder ve 5 dakika sonra ikinci mesajı atar:

    "0537*** kontur yollama 50"

  • atatürk'ün çok güzel bir lafı var;

    geldikleri gibi giderler

    demiş maestro.

    edit: bu entry'yi ilk entry'ye cevap zanneden çaylaklar, kurtuluş savaşından kalma bu sözle mülteci göndermeye çalıştığımı zanneden ahmaklar, bir de direk hakaret ile konuya giren annesizler... bu entry'nin tek bir amacı var;

    tarafım belli olsun

    zaten gelen tüm mesajlar çaylak mesajı "1" tanesi hariç. inadına çaylağa mesaj kutusu kapatmıyorum "ok" yazıp savuşturuyorum alayını ama daha fazla kendini komik duruma düşüren olmasın diye bir edit atayım dedim.

    kalın sağlıcakla...

  • bu tipler kira vermez, hazine arazisini çevirir. imar affından faydalanır. apartman diker. hem kendi hem çocuğunu ev sahibi yapar, üzerine bi de sen ben gibi iş güç sahibi insanı kiracı diye oturtur da parasını yer. bu tipler maaşla geçinmez bir kere. ordan yardım, burdan market kuponu, şurdan bal, burdan tereyağ, bedava şu bedava bu:)
    maaşla geçinen bizler anlayamayız avantadan gelen gelirleri nedir bu tiplerin..
    o yüzden adam haklı. çok bile o maaş

  • **iş bu entry rönesans genel özellikleriyle ilgili herhangi bir bilgi içermemekte, lonca teşkilatı-sanatçı arasındaki ilişkiyi, değişimi içermektedir.

    kısaca rönenans, sanatçının kentsoylu zanaatçılıktan özgür bireye/sanatçıya evrildiği dönem. erken rönesans dönemi loncaların etkisi ortaçağdaki kadar etkin denilebilir. sanatçılar bu dönemlerde lonca teşkilatına hala sıkı sıkıya bağlı. sanatçıyı sanatçı yapan şey yetenekleri değil, aldıkları eğitim oluyor. bu eğitim de lonca birliklerinde veriliyor tabi ki. bu atölyelerde öyle teorik bilgi verme de yok pek. çocuklara bakıyorlar, okuma yazmayı öğrenip, kafası hesap kitap yapmaya bastığında yolluyorlar bir ustanın atölyesine. bu eğitim de 1-2 senede bitmiyor öyle, 8-10 yıl süren eğitimlerden bahsediyoruz. bakmayın şimdi atölye falan dediğimize, o zamanın büyük sanat okulları buralar aslında. donatello, sandro boticelli, brunelleschi, lorenzo ghiberti, paolo uccello falan hep buralardan çıkma o zamanlar.

    insanlar "hadi benim çocuğu şu aşağıdaki atölyeye yazdırayım" demiyorlar tabi. adamlar çocuklarını sanatçı olarak en fazla üne sahip olan usta kimse gidip oraya yazdırıyorlar. usta ne kadar ünlü biri ise, çocukların da o kadar şansı yüksek çünkü. ha şimdi buraya hep böyle çok yetenekli çocukları mı alıyorlar? yooo. ortaçağın etkisinde kalmış bir kolektif kültür hala var o dönemler. ne kadar çok çırak o kadar bedava iş gücü demek.

    ya mesela aklınıza bob ross'u getirin tamam mı. trt2'deki kıvırcık saçlı amca. "şuraya bir ağaç koyalım", "buraya minik çalılıklar koyalım", "mesela şurada küçük bir sincap olsa" falan derdi ya hani. adam mesela o dönem yaşayan bir usta olsa, bu sayılanların hepsini ayrı bir öğrencisi tamamlardı. "donatello gel oğlum. ağaçları sen çiz", "ucello sen de şuraya küçük bir dere çiz" mantığında ilerlerdi. dalga geçmiyorum, böyle bir ortam var. çünkü adamlarda "tek bir elden" eser çıkartma mantığı yok. eserler resmen anonim, kimin eli kimin cebinde belli değil. yaratıcılık ve özgünlük yok aslına bakarsanız. bir usta büyük bir iş alıyorsa bütün çıraklarını alıp gidiyor, birlikte bitiriyorlar o siparişi.

    bu dönem tek bir zanaat türü de yok. misal michelangelo hem ressam hem heykeltraşmış. uzmanlaşma gibi bir kavram pek olmadığı için çok farklı alanlardaki işler atölyenin içinde yapılabiliyor, yapan biri bulunabiliyor. atölyenin büyüklüğüne göre resimler dışında arma, tahta oyma, halı dokuma, nakış vs hepsini yapan birileri illaki bulunuyor. donatello mesela zamanında kendi koruyucusu için gitmiş gümüş ayna yapmış; sandro botticelli komşusu olan esnaf için tabela falan yapmış, inanılır gibi değil. adamlar bu tür işleri küçük düşürücü görmüyorlar önceleri.

    sanat ve zanaat ayrımı; sanatsal çalışmaların ölçütü michelangelo ile birlikte ortaya çıkmaya başlıyor. o dönem yaratıcılık da çok fazla olmadığı için michelangelo'yu ilk modern sanatçı olarak görmek yanlış olmaz. giorgio vasari zanaat türüne giren bu tür işleri sanatçının kendisine olan saygısıyla ters düşeceğini ve bu tür siparişler almaması gerektiğini savunuyor o dönemler. bu gelişmeler sanatçıların lonca teşkilatlarına bağımlılığını azaltıyor. bunun en bariz göstergesi, o dönemde adını şimdi hatırlayamadığım bir ressam loncası bir ressama dava açıyor. nedeni de adamın loncanın belirlediği bilmem kaç yıllık eğitimden geçmemiş olması. neymiş bu adam ressamlık yapamazmış. yok yeaaa. tabi davayı kaybediyorlar.

    loncalardan kopma biraz da koruyucularla mümkün olabiliyor. rönesans dönemi italya'daki sanatçılar diğerlerine nazaran daha iyi konumdalar, dönemin prensleri tarafından değerleri biliniyor falan. diğer sanatçılar şehirlere bağlı kalırken, italya'daki sanatçılar saraydan saraya geziyorlar. bir saraydaki sipariş bitince diğerine geçiyorlar. siparişi aldıklarında loncadan çalışma izni istemek, yanında kaç adam çalıştıracağını sormak da yok. tamamen özgürler. bu ayrıcalıklı konumlarından dolayı belki de daha özgün çalışmalar oluşmaya başlıyor.

    ortaçağ sanatındaki geleneksel yapı yavaş yavaş kırılır. ortaçağdaki geleneksel yapıya göre ustalaşmanın en iyi yolu "usta'nın taklit edilmesi"dir. bu taklidi ilk kez leonardo da vinci bırakıyor. leonardo'yla birlikte taklit kendini doğanın incelenmesine bırakıyor. böylelikle lonca teşkilatlarında pratikle ilerleyen geleneksel eğitim sistemi de değişmeye başlıyor. taklit, kendini doğanın incelenmesine bıraktığı için usta çırak ilişkileri de değişime uğruyor. artık taklit önemini yitirdiği için yetenek daha öne çıkmaya başlıyor. atölyelerde pratik yerine teorik ve kuramsal eğitimler verilmeye; bunun harici geometri, perspektif, anatomi gibi yine doğayı gözleme dayalı bir dizi bilgiler verilmeye başlanıyor. öğrenciler canlı modellerle falan çalışmaya başlıyorlar. bu da akademik eğitimlerin temellerini oluşturuyor.

    mesela "deha" kavramı şekil değiştiriyor. sanatçıların kişilikleri sayesinde yaptığı çalışmalar, onların özgünlüğü hep bunun ürünüdür. dehanın başkasına aşılanamayacak, tanrı vergisi bir yetenek olduğu görüşü önem kazanıyor. bu da lonca teşkilatlarının önemini giderek azaltmaya başlıyor. bireysellik ve öznellik artmaya başlar. modern olarak "bireyin kendi bilincinin farkına varması" ilk kez rönesansla mümkün olabiliyor. rönesanstan önce birey kendi farkında değil mi? farkında. sadece sanatta kişisel anlatımın takdir edilmesi ve bunun aranması bu zaman dilimine denk geliyor. yapılan çalışmalar nesnel bir "ne" ye göre değil; öznel bir "nasıl"a göre şekillenmeye başlıyor.

    deha kavramındaki en büyük değişim sanatçıların özgün ve soyut çalışmalara geçmesiyle, bireyselliğe önem verilmesiyle yaşanıyor. mesela vasari, ucello'nun öldükten sonra arkasından sandıklar dolusu eskiz bıraktığından bahseder. peki elimizde ortaçağ'a ait sanatçıların neden eskizleri yok? çünkü özgünlük/öznellik önemli değildi. ortaçağda anlık düşünceye önem verilmiyor. bundan dolayı da kağıda geçirmeye önem vermiyor adamlar. kağıtları korumak için de herhangi bir çabaları yok zaten. onu geçtim ortaçağdaki çalışmaların öznel değeri yok, tamamen salt nesne değeri var.

    artık yaşanan bir olayın, durumun olduğu gibi "nesnel şekilde" anlatılması veya o tabloya yansıtılması önemini yitiriyor. sanatçının öznel olarak nasıl yansıttığı önem kazanıyor. "eylemin güzelliği biçemin güzelliğinin arkasında kaldı" denilir. kısacası rönesansla birlikte, bir savaşın kazanılması ve bunun olduğu gibi resmedilmesi değil, kazanılan savaşın sanatçı tarafından "nasıl" resmedildiği ilgi çekmeye başlar.

  • cevabı şudur:

    eğer yeniden çevirmesini isterseniz, dolu gelme olasılığı: 2/6 = 1/3

    eğer çevirmeden sıkmasını isterseniz, dolu gelme olasılığı: 1/4

    şöyle ki:

    i=ilk sıkılan, b=boş, dolu=d

    ilk sıkılanın boş geldiğini bildiğimizden elimizde kalan olasılıklar şu şekilde:

    idd (öldün)
    ibdd (yırttın)
    ibbdd (yırttın)
    ibbbdd (yırttın)

    eğer olasılık hesaplarına güveniyorsan, çevirmeden yeniden sıkmasını istemelisin.

    ayrıca kurtulun artık şu facebook soruyormuş, google soruyormuş klişelerinden. yıl oldu 2015.

    edit: 1/4 değil, 2/5 diye mesaj atanlar oluyor. eğer siz de böyle düşünüyorsanız kurşunların ardarda olduğu koşulunu gözardı ediyorsunuz.