hesabın var mı? giriş yap

  • "bak beyim... sana iki çift lafım var. koskoca adamsın. paran var, pulun var, her şeyin var. binlerce kişi çalışıyor emrinde. yakışır mı sana ekmekle oynamak? yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? ama nasıl yakışmaz... ben boşuna konuşuyorum. sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. hıh... sen... büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi... sen mi büyüksün? hayır biz büyüğüz, biz! sen bizim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! gözümüzde pul kadar bile değerin yok. ama şunu iyi bil; ne oğluma, ne de gelinime hiç bir şey yapamayacaksın. yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizleri. çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. bizler birbirimizi seviyoruz. biz bir aileyiz. biz güzel bir aileyiz. bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?! dokunma artık aileme. dokunma bizlere. dokunma oğluma, gelinime... eğer onların kılına zarar gelirse, bu arada bora ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, bora, hiç düşünmeden çeker vururum seni! anlıyor musun? vururum ve dönüp arkama bakmam bile."

  • "ıste biz size kuran'i apaçık indirdik"
    - 631 , hacc suresi

    "mealden okuyup tefsire bakmak lazim yeaa"
    -2014, bir ekşisozluk yazarı

  • asteğmen inshroud, mesai bitiminde yorgun argın nizamiye kapısına doğru ilerlemekte, sampi'den pide mi yoksa domnos'tan pizza mı söylesem diye düşünmektedir. nizamiye kapısına yaklaşırken acı acı çalan üç düdük sesi* duyar. garnizon komutanı kışlayı terk etmektedir, esas duruşa geçer, selam layıkıyla çakılır lakin önünden geçip gitmesi gereken flamalı araç, tam önünde durur, asker iner, komutanın kapısını açar, komutan araçtan inmeden inshroud'u eliyle çağırır.

    + [caps] asteğmen inşorut eğmreğt gomtanığm! [/caps]
    - üçyüzyetimişsekiz artı ikiyüzotuzaltı? çabuk?
    + ...(2 saniye)... [caps] ağltıyüzondört gomtanığm! [/caps]
    - afferin
    + [scream vocal] soğal! [/scream vocal]

    diyaloğu gerçekleşir ve komutan basar gider, inshroud anlam veremez, anlam vermeye de çalışmaz, zaten pizza yemeye de karar vermiştir ve evine gider. ertesi gün olayın sebebi öğrenilmiştir. 40'dan fazla subay öğrencinin arasına giren komutan onlara bu toplama işlemini sormuştur ve adamlar (bir tane de bayan asker vardı) heyecandan cevap verememişlerdir. kendi halinde yalnız asteğmenin cevap vermesi çok hoşuna gitmiş olacak ki bu değerli komutan inshroud'a takdir belgesi vermiştir. 20 sene okullarda dirsek çürüten, difransiyel denklemlerle yıllarca uğraşan, 2 tane calculus kitabı yemiş olan inshroud kişisi bir toplama işlemiyle yüceltilmiştir.

    kıssadan hisse: pizza güzeldir

  • sıkıcı bir konu ama, yazan olmamış sanırım, üretim alanı ile ilgili 19. yüzyıla ait bir "fair play" mottosudur sadece; sokaktaki sıradan insan avant-garde şairlerle, jodorowsky'nin sürreal filmleriyle, yani "ağır" yapımlarla ilgilenmez, çünkü bunlar sembolik sermayesi için satılan yüksek kültür metalarıdır, hatta okuyucusu\izleyicisi de yine yazar ve yönetmenler olur pek çok zaman. ama best-seller olan ahmet ümit, elif şafak metinlerini sokaktaki herkes okuyabilir, okuma-yazma dışında bir eğitime ihtiyaç duymadan alınır bu metalar ve yirmi otuz baskı yapabilirler rahatlıkla. kuyumcu soymuş gibi para kazandırır. haliyle bu iki meta arasındaki, yani sembolik sermaye ile ekonomik sermaye arasındaki kaçınılmaz muharebe de böyle yanıltıcı bir soruya dönüşüyor, sanki birbirlerine çarpıştırsanız evrenin hikmetini elde edeceksiniz.

    edebiyatta\sanatta bol para kazanıyor iseniz, herkese satabilmek için kaliteyi düşüren sanat düşmanısınız, az ya da çok böyle. eğer yapıtlarınızı çok az kişi alıyor ve anlayabiliyorsa, eğitimli beğenilere hitap ediyorsa ve çok az kazandırıyorsa sembolik değeriniz artar. sizi önemli çevreler tanır, ama misal berber fuat abi enseyi alırken bu eserlerden bahsetmez, haberi yoktur. yüksek kültür için üretirsiniz ve paradan çok sembolik değer kazanırsınız, yüksek kültür gardiyanları olan edebiyat tarihçileri adınızdan bahseder ve ders olarak okutulursunuz, trt'de adınıza kültür belgeseli yapılır (ama best-seller yapıtlara aldırış eden pek olmaz, onlar da ekonomik sermaye elde ettikleri için zaten voliyi vurarak kazanç elde ederler, pazarda herkesin yüzü gülüyor biraz.)

    yüksek statüdeki profesörün golf oynamayı seçerken, meb öğretmeninin ise halı saha maçına çıkmasındaki tüketim farkının sanat\edebiyat alanındaki karşılığıdır bu özetle; tarihsellikten ve sosyal ilişkiler bağlamından çıkarıp düz kalıp haline getirince meslek lisesi edebiyat dersi sınav sorusuna döner işte ancak. bazen de montaigne'in "insanlar bir solucan bile meydana getiremez, ama düzinelerce tanrı yaratır" deyişi gibi mistik, metafizik yönü ağır bir meseleye döner bu görece daha basit bahis.

    elbette bir zamanlar yüksek sanat görülen şey, daha sonra bayağı olarak algılanmaya da başlayabilir. enteresan bir örnek vereyim; walter benjamin, dedektif romanlarının ilk ortaya çıktığı dönem ile eşzamanlı olarak mobilyalarda bir devrim olduğunu, ev eşyalarının çoğaldığını yazar meşhur eserinde*. endüstrinin güçlenmesiyle ortaya çıkan mobilya devrimi öncesinde dedektif romanı da yoktur. dedektif romanında mobilyanın kenarında kan izi ararsınız, halının altında saklı çatlaklar bulursunuz, koltuk arasına sıkışmış cinayet aletini keşfedersiniz; ev eşyalarıyla oyun gibidir dedektif romanları. bu kadar mobilya ancak burjuva evlerinde bulunduğu için de ilk dedektif romanlarında katil ve maktuller genelde burjuvalardır. aynı zamanda bu romanların ilk okuyucuları da yüksek kültüre dahildir. ancak gel zaman git zaman, ortalama kitleye de ulaşır bütün bunlar, okunmaya başlanır, bu edebiyat alanının da sembolik değeri düşerken ekonomik değeri yükselir. yüksek kültür ise kendine psikolojik roman gibi yeni tarzlar bularak dedektif romanı sektöründen çekilir.

  • en sevdiğim filmlerden. o distopik atmosfer, ruhuna işleyen gizemli vangelis müzikleri, teknolojinin tavan yaptığı ama insanlıgın diplere indiği, insan olmanın ne demek olduğunun sorgulandığı, ironinin dibine bak ki ürettigin yapay zekanın kurduğun teknolojik yapay imparatorluğa karşı gelip sana insanlığı sorgulattığı ve öğrettiği dehşet ve ürpertici film. keşke hafızamdan silip tekrar tekrar izlesem.
    10/10

  • bir kaç ay önce benzinlikte tam bagaja doğru gömülmüşüm, arkamdan bir pardon lafı geldi, irkildim resmen. neyse baktım arabanın içinden bir tip, "bir şey soracaktım da ben gümrükte çalışıyorum, bize prim olarak parfüm...." demeye kalmadan adama "oo bu işler hala devam ediyor mu ya?" dedim. adam resmen gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi kaldı. neyse sonra toparlandıktan sonra "hangi işler abi" dedi, dedim "bu numaralar 20 yıldır var, hala işe yarıyor mu". ve adam bana "evet abi yolumuzu buluyoruz işte" diyerek gülüp gitti. velhasıl tanım olarak, çok eski ve hala işe yarayan bir numarayı yapan kişi.

  • sanatın müzik, dinen haram. 1400 yıldır böyle. sen naptın, sırtını seküler laik kitlelere yasladın, dinen yasak olan sanatını gönlünce icra ettin, ününe ün şanına şan kattın, hatta cumhuriyet kazanımlarının gölgesinde aklın erdiğince siyaset yaptın. bu kazanımların steril koruyuculuğu altında istediğin gibi borunu öttürdün. kimse seni tehdit etmedi, mahkemeye vermedi.
    sen naptın peki aptal oğlu aptal sezen, gittin sana bu şartları sağlayan sekülerizme savaş açmış, varoluşundaki tüm değerlere düşman akp takımına yanladın. yok iki cihan dedin yok lekeli dedin. kimdi bunlar? senin konser üstüne konser verdiğin rumelihisarı sahnesinin ortasına mescid dikelten tiplerdi.
    yahu hiç mi utanmadın hiç mi sıkılmadın bu heriflere payandalık etmeye?
    al şimdi sana kapak oldu. harcamak için şeytanla işbirliği yaptığın rejim zamanında bir kez olsun dilini koparmaya kalkan olmamıştı, tepemize çıkardığın kişiler bugün en tepe makamdan tehdit ediyor seni.
    ve bokum diyemiyorsun. gık diyemiyorsun. sıfır ses. sıfır tepki. cesaret tartısında aynen bir sümüklüböcek kadarsın. kim koruyacak seni şimdi. referandumda canına ot tıkattırdığın mahkemeler mi, tarikatçılarla doldurulan polis kadroları mı asker mi. lekeli ilan ettiğin bizler mi.
    zavallıcık. üç kuruşluk aklınla geldiğin nokta bu işte. yaa sezencik. işte durumlar böyle.

  • ünlü amerikalı yazar ve mizahşör mark twain, başlıkta gördüğünüz üzere kurbağa yemekle alakalı bir alıntıyla ilişkilendirilir, ancak bu sözleri gerçekten söylediğine veya yazdığına dair kesin bir kanıt bulunmamaktadır. alıntının twain'e atfedilmesinin sebebi, twain'in tom sawyer, huckleberry finn ve calaveras ilçesinin ünlü zıplayan kurbağası gibi bazı mizahi ve pragmatik felsefesiyle uyumlu eserler yazmasından kaynaklanır.

    kökenleri ve hangi eserde geçtiği tam olarak bilinmeyen bu alıntı veya metaforun ardındaki fikir, eğer en zorlu veya nahoş görevi günün erken saatlerinde ele alıp çözerseniz, günününüzün geri kalanını muhtemelen daha kolay idare edilebeceğiniz düşüncesidir.

    "eat a live frog first thing in the morning, and nothing worse will happen to you the rest of the day.''

    dilimize şu şekilde çevrilir: "sabah ilk iş canlı bir kurbağa ye, günün geri kalanında başınıza daha kötü bir şey gelmez.''

  • buna inanıyorsanız size kötü bir haberim var hacı:

    muhtemelen siz çirkinsiniz, hiçbir kız size karşı öyle yoğun duygular hissedip açılacak kadar etkilenmiyor.

    nereden mi biliyorum? :(