• 2008'in karanlik, savas kokan son gunlerinde gelen sago'nun ilac gibi albumu pesimist ep 5'in en vurucu, en manali, en muhtesem sarkisi. beyaban'daki dinledigin anda oldugun yere mihlayan tadi diger sarkilarda aramistim hep, atesten gomlek'te buldum kisa zaman sonra. arap dunyasinin divalarindan lubnanli sarkici nancy ajram'in o nagmeli arka fonu esliginde baslayan sarki "iki sıfır sıfır sekiz elveda eder" diyerek bitiyor ama ne kafkef'in sesine ve muzigine muhtesem giden arap ezgilerinin ne de cumle muhendisi'nin essiz sozlerinin etkisinden cikabiliyorsunuz uzun sure..

    sarkinin her biri ayri ayri "vay anasini, bu adam yapiyor abi" dedirten o kadar cok etkileyici kismi var ki hangi birisini paylassaniz diye tereddut yasiyorsunuz.

    "ya sölersem kim anlar
    söylemezsem bağlar gamlardan ağlar"

    "yarası ağır dilimin bulamıyorum kapatacak bant"

    "nerdesiniz güven abideleri cesaret haylazları
    gösterin bana 62 den tavşan yapan hokkabazları"

    "deştim böğrümden kıyamadığım hazları
    verin bana yazları"

    "ben bir sırra sahibim hayat uykusuna yatmış
    ben çok dosta sahiptim güvensizlik içine batmış
    şahit oldum birileri mutluluğu para ile kapmış"

    "giy ateşten gömlekleri bir bir yansın üzerin
    ve dahi kır topraktan çömlekleri zaten tedirgin halim
    bir benim bir bendim ve bir kendim ortadayım
    bitmez derdim bu hal beni yer bitirir bildim"

    diye gidiyor ilahi lakin bir yer var ki sago daha onceden bazisinin kulaklarina calinmis olani "sensin rana sensin mana sensin rahman sensin canan" diyerek unutulmayacak sekilde hatirlatiyor. bu ezgiyle soylenen bu sifatlar, aman aman..

    kalemine, sesine, yuregine saglik denilesi bir basyapit, dinleyiniz, dinletiniz..
  • eser, her şeyden önce kurtuluş savaşı ile eş zamanlı olarak yazılması bakımından önemli. savaş yaşanırken nasıl algılanıyordu, bunu görmek bakımından işlevsel olabilir. nitekim romanda çok büyük bir türk milliyetçiliğinin olmaması, daha çok yaşanılan toprakları düşmandan arındırma ve sonrasında mutlu bir yaşam özleminin ağırlıkta oluşu, bize resmi tarihin / savaşı sonradan değerlendiren bazı metinlerin aksine birtakım alternatif bakış açıları sunuyor.

    anlatının kimin bakış açısı ve sesi ile aktarılmış olduğu da önemli. savaşı nispeten geri hizmetlerde kalarak, bir anlamda yakından ama dıştan gözlemlemiş peyami’nin günlükleri üzerinde metnin kurulması, savaşı yakından gözleyen bir gözün izlenimleri hissini oluşturarak, anlatının “gerçekliğini” çoğaltan / kurmaca vasfını azaltan bir okur yönlendirmesi sağlıyor. okur, her şeyi bilen bir tanrı anlatıcının sesinden olayları okusaydı, çok daha kurmaca bir metni/romanı okur gibi okuyacaktı. oysa şimdi savaşı görmüş/yaşamış birinin günlüklerini okurmuşçasına, olaylara inanmaya daha eğilimli bir hale gelmiştir.

    romanı mekânsal yerleşimleri bakımından 2 ana bölüme ayırarak değerlendirme olasıdır.

    istanbul:

    romanın en başında dikkat çeken şişli yaşamı betimlemeleri önemli. şişli halkı kiralık konak’ta olduğu gibi yine özel ve ayrı bir yaşamsal alan teşkil ediyor. yaşam biçimleri, olayları değerlendirme şekilleri oldukça farklı. fakat burada kayda değer olan, “memleketin içinde bulunduğu durumdan” haberdar oluşları ve onların da “çözüm” için birtakım gayretler sarf etmeleri. (sadece 5 yıl öncesini aktaran kiralık konak’taki şişli yaşamında henüz bu kaygıların oluşmadığını görüyoruz.) en güçlü çözüm önerisi ise “manda” anlayışı. eve davet edilen misyonerler de bunu en açık kanıtı. tam da bu noktada şu husus üzerinde düşünülmeli: bu insanları böyle bir çözüm arayışında karar kıldıran etmenler nelerdi? bunun romanda çok açık bir yanıtı yok. ülkenin sürekli savaşa sokulması ve her birinde ağır bir yenilginin alınması, ulusal bilincin oluşmaması nedeniyle alternatif bir ulusçu hareketin başarısına inanmama, kişisel ve nispeten refah içindeki yaşamlarını yitirme korkusu, misyonerler tarafından düşüncelerinin etki altına alınması ve daha birçok sebep bunda belirleyici olmuş olabilir.

    bakış açısının istanbul/beyazıd tarafında çevrilmesi ile bambaşka bir manzara karşılıyor okuru. üniversite gençleri, kıraathanelerde, türk ocakları’nda milliyetçi duruşa sahip bir arayış içindeler. bunda tabii, eğitimli gençliğin ulusalcılık akımlarının farkında oluşu, çok geç kalmış türk milliyetçiliğini bina etmeden “kurtuluşun” mümkün olmadığını bilmeleri, artı genç oluşlarından dolayı başarabilecekleri inancı taşıyan daha iyimser ve azimli bir ruha sahip olmaları etken olmuş olabilir. türk ocakları’nın ve milliyetçi söylemin kurulduğu kıraathanelerin ulusal kurtuluş hareketinde çok önemli bir işlevi üstlendikleri göz ardı edilmemeli. iki açıdan. 1. bir hareketin başlaması için öncelikle o hareketin zihinlerde başlaması gerekir. birey, ulusalcılık dışında tüm yolların artık tükendiğine inanmalı ki, kendini bu “ateşe” atabilsin. ocaklar ve kahvehane işte bunu temin ediyor. 2. aynı zamanda düşüncelerin yayılması, bir birliğin oluşturulması bakımından da söz konusu mekânlar hayati bir işleve sahip. birey hem milliyetçilik düşüncesinin hızla yayıldığına tanık oluyor bu mekânlarda, hem de bu düşünceyi özümsemiş gittikçe genişleyen kitlelerin oluştuğuna tanık olarak ümit ve azim buluyor.

    yazarın bu iki oluşum bağlamında yanlı bakış açısını, ayşe ile ingiliz misyonerini şişli’deki evde buluşturduğu sahnede gözlemleyebiliyoruz. tartışmada sorulara yanıt verir konumda bulunan ve daha uzun anlatılama /konuşma süresi ile donatılan ayşe’nin ingiliz misyonerine verdiği ağır ve tahrip edici yanıtlar, yazarın da hangi tarafı haklı gördüğü konusunda ipuçları vermeye yetiyor. (zira yazar istese dengeleri tam aksi yönde de kurgulayabilirdi.)

    romanda işgal istanbul’unu görüntüleyen sahnelerde kayda değer pek çok şey var. 1. bunlardan biri ayşe’nin istanbul’a gelişinden ayrılışına kadar sürekli karşısına çıkacak olan “azınlıkların ihaneti”. bu bölümlerin aktarımına odaklanılacak olursa, yazarın tavrı daha çok “hayal kırıklığı” ile “öfke” arasında gidip geliyor. peki, azınlıklar niçin böyle bir tavrı benimsemiş olabilir? anlatıda bu konuya yoğunlaşılmıyor. bu, başlı başına bir fırsatçılık olabilir. hıristiyan devletlerin idaresinde daha iyi bir gelecek umma. bağımsızlık arayışı çok inandırıcı gelmiyor. rumlar da ermeniler de istanbul’da rum ve ermeni bağımsız yönetimlerinin kurulmayacağını gayet iyi biliyor olmalılar. bilinçli bir türklerden hoşnutsuzluk ve idare değişikliği arzusu da olabilir, “bir de diğerini görelim hesabı” bilinçsizce yeni bir şey/idare arama da. ama işin en trajik yanı yıllar yılı kapı komşunuz olan, bayramlarda, paskalyalarda birbirinizi ziyaret ettiğiniz kişinin bir gün kapınıza eli silahlı ingiliz askerinin yanında dikilmesi. 2. ayşe’ye tecavüz iması da böyle. hangi duygu savaşta kadına tecavüzü meşru kılabilmekte? erkeğin bireysel olarak gücünü kanıtlaması mı bu, yoksa ulusal egemenliğini kadın bendeni üzerinde de böylesi bir hareketle ilan etme mi? uzun süredir cephede giderilmeyen cinsel güdülerin tatmini olarak değerlendirilebilecek ölçüde basit mi yoksa bulun açıklaması? 3. sultanahmet mitingi sahnesi de üzerinde durulmaya değer. bu miting neden bu kadar uzun ve detaylı anlatılanmış olabilir? bir ulusun ana vatanında, kendi toprağında “öteki” konumuna düşürülmüş olmasının trajik tablosudur bu. genelde sistemle başı dertte olan, azınlık olanların tepkisini duyurma biçimidir miting. asli ve sistemle uyumlu kitleler miting düzenlemez. bu, bir ulusun kendi toprağında “yabancı” konumuna düşmesinin bir belgesidir. zaten yazarın peyami’nin sesi üzerinden anlatıya eklediği “bir an için kendi memleketimizde imişiz hülyasını rüya gibi hissederek şişli’ye döndük” cümlesinde de bu öksüzlük hissi çok belirgindir. 4. işgal istanbul’u ile ilgili son bir kayıt olarak, kahramanların istanbul’u terk edişlerinin aktarıldığı bölümler üzerinde de yoğunlaşılabilir. bu bölümlerde bunun ne kadar istemeye istemeye yapılan, zoraki bir ayrılık olduğu vurgusu önemli. insanlar hem bıçak kemiğe dayandığı, baskılar ev içlerine girecek ölçüde arttığı için, hem de çıkış yolu umuduyla anadolu’ya geçiyorlar. yani aslında, korku, yılgınlık, yeni bir arayış hepsi bir arada. ama en acı olan, yaşanılan toprakların, belki de bir daha geri dönmemecesine –çünkü hiç kimse ne olacağını bilemiyor- terk edilmesi. romanda bu duygunun aktarımı çok dramatik: ayşe ve beraberindekiler izmit körfezine yaklaşırlarken dönüp istanbul yönüne son bir kez baktıkları zaman seyfi ve peyami ağlar.

    anadolu:

    kahramanların istanbul’dan ayrılmaları anadolu’daki durumun da görüntülenmesini sağlıyor romanda. anadolu da en az istanbul kadar karışık. etnik yapı çok çeşitli. müslüman türk köylerinin ise çoğu padişah yanlısı. kuvva-i milliyecilerin işi bir hayli zor. zaten ilk başta düşmanla çarpışma hiç yok romanda. hep anadolu’daki gruplara karşı bir mücadele. yazar çok fazla yorum yapmasa da, aslında bunun böyle olması gayet doğal. bir kere padişahın halk üzerinde otoritesi her şeye rağmen çok daha fazla. keza halk sürekli savaşmaktan ve sürekli yenilmekten bıkmış durumda. savaşmak istemiyor. artı hiç işgal görmedikleri için tehlikenin farkında da değiller.

    anlatıya tam da bu noktada eklenen mehmet çavuş’un hikâyesi de anlamlı bu açıdan. kendisinin rumelili oluşu özellikle vurgulanıyor metinde. bu, önemli. çünkü ulusalcılık akımının doğurduğu sonuçları, yıllar yılı kardeş bilinen halkların nasıl birbirlerinin düşmanı kesildiklerini bizzat görmüş biri. o nedenle kuvva-i milliyeci. ancak küçük bir mesele yüzünden sonradan saf değiştirecek. çeteler o yıllar itibariyle tam da böyle davranıyor. kendi egemenlik alanlarında düşmanın etkin/hâkim olmasını istemediklerinden önce kuva-i milliye’ye destek veriyorlar. ancak zaman içinde düzenli ordunun parçası olmak, bir üst komutadan emir almak, ya da kendi bölgeleri dışındaki alanlar onları pek ilgilendirmediği halde “hattı müdafaa” adına başka noktalarda da savaşmak durumunda kalmak hoşlarına gitmiyor ve sırt çeviriyorlar.

    özetle, anadolu’nun hali da gerçekte istanbul kadar karmaşık ve güven hissinden yoksun. bu şartlar altında savaş nasıl kazanılacak/kazanıldı? halide edip’e göre bireysel arzular ve umutlar buna yön verdi. herkesin öncelikle vatanı kurtarmak gibi bir hedefi vardı/olmalıydı. bundan sonra umutları, düşleri neyse onlara kapı aralanmış olacaktı. ama öncelikle vatanda huzur/sükûn sağlanmalıydı. o nedenle romanda herkes büyük türklük ülküsü ya da milliyetçi sloganların güdümünde savaşmıyor dikkat edilirse. herkesin küçük umutları var. ana kahramanlar ayşe’ye kavuşmak umuduyla savaşırken, yaralı askerlerin aktarıldığı bölümden edindiğimiz kadarıyla onların da küçük bireysel emelleri var, ve en zor anlarında hep bunları akıllarına getiriyorlar. bu, romanın tartışılmaya değer, çok insani bir yaklaşımı bence.

    tam bu noktada ayşe’ye pek çok kişi tarafından duyulan aşk anlam/değer kazanıyor. başından en trajik badireler (evlat acısı, eşinin öldürülmesi, belki tecavüz) geçmiş bu kadının azmi, direnci ve askerlere olan şefkati herkeste bir takdir uyandırıyor. hayranlık duydukları bu durum ve bu kadın için, onun intikamını almak adına âdeta savaşıyorlar. bu, olmayacak bir şey değil bence. yazar tabii burada tüm erkekleri ayşe’ye âşık ederek, kendi zihnindeki “gerçek âşık olunacak kadını” işaretlemiş ve böyle bir kurguyla toplumsal yönlendirme yapmış da olabilir. ya da bazı değerlendirmelerde olduğu gibi ayşe zihinlerde bir ülküye, bir ideale dönüşmüş de olabilir. erkekler onu bir anlamda zafer imgesi gibi simgeleştirmiş olabilirler.

    ama yine de onu sadece bir sembol saymak biraz yetersiz kalabilir. kadının değersenmesi romanda çok belirgin çünkü. madam tadya’nın insani taraflarını ısrarla vurgulayan aktarımlar, milli mücadeledeki türk kadınları, hatta saf olmakla beraber, sevgisinde çok içten çizilmiş kezban, okuru neredeyse anadolu’da “olumsuz” bir kadınla karşılaşmaktan men eden, hepsi de kendine göre belli bir değere sahip kişi kurguları.

    roman niçin ölümlerle sonuçlanıyor? yazarın bitirişindeki karamsarlık neden? fakat bu gerçekten bir karamsarlık mı? bence pek değil. aksine yazar vatan toprağının düşmandan ne beldeler ödenerek arındırıldığını vurguluyor böylelikle. şen şakrak kazandık, biz zaten kahraman bir ulusuz, bize de böylesi yaraşır gibi kuru, hamasi bir yaklaşımı benimsemiyor. tavrı romanın başından beri olduğu gibi çok daha insani. evet düşmanı kovaladık diyor, ama karşılığında neleri feda ederek? ahmet rıfkı’nın, sonra ihsan ve ayşe’nin ölümünden sonra özellikle toprağa verilme sahnelerini bir daha okuyun. bu feda etme, yitirme acısını o cümlelerde çok açık bir biçimde göreceksiniz.

    romanın sonu niçin sürprizli bir bitişe sahip? doktorların dediği gibi, peyami’nin tüm bu yazdıkları bir hayal, bir yalan mı? öyle olmaması lazım. bir kere doktorlar anlatının çok güçlü, söylemi etkin karakterleri değil. anlatının sonunda bir görünüyorlar, o kadar. kendilerine bir ad bile verilmemiş. bu açıdan daha çok kendileri bir “hayal” gibiler. selim ileri’ye göre, burada bir simgeleştirme var, bütün bu acılar bir daha yaşanmasın temennisi için burada böyle sembolik bir son söz konusu. fakat buna bir başka yorum daha eklemek mümkün. burada yazar aslında peyami’nin yazdıklarının yalan olduğunu söyleyen doktorlarla alay ediyor da olabilir. çünkü doktorlar ayşe adlı bir hemşireye rastlamadıklarını söylüyorlar. bu mümkün mü? en yaygın kadın ismi. sonra cemal adlı bir dayızadesinin bulunduğu, bunun bir de kızkardeşi olduğu, ne var ki akıbetinin bilinmediği bilgisine ulaştıkları halde, bunu yeterli bulmayıp, herhalde hayaldir sonucuna ulaşıyorlar. daha ne olsun. peyami’nin dayızadesi olduğu, üstelik adının da cemal olduğu, ve üstelik bunun bir kız kardeşinin bulunduğu bilgileri elde. kızkardeşinin akıbetinin bilinmemesi ise, savaş içinde binlerce insanın kayıp olduğu düşünülecek olursa, gayet makul. dolayısıyla aslında bilgilere ulaşılmış durumda, böyle olduğu halde üzerinde düşünmeyip, “hepsi yalan” çıkarımıyla olayı başlarından savıyorlar. böylece tüm bu ateşten günleri yok sayıp, ona inanmayan, onu hafifseyen beyinlerin alaya alındığı tiplere dönüşüyorlar ve yazarın bu kesimlerle alay etmesi için de bir zemin oluşturuyorlar. böylece romanın sonunda iki okur tipi yaratmış oluyor yazar. 1. ironiyi fark eden ve peyami’nin ateşten gömleğine içtenlikle inanan okur ve 2. doktorlara inanarak tüm bu kanlı sayfayı yok sayan, kolay kandırılmış ve belki de her zaman için kandırılmaya aday, diğer okur.
  • sagonun klasikleşmiş hüzün dolu parçalarından yenisi. derdiniz tasanız olmasa da efkar bastıran parçası, nitekim kış mevsiminde böyle şarkılar çıkarması bu adam işin ehli olduğunun kanıtı. dinleyin, dinletin muhakkak her hangi bir bölümünden hayatınıza dair bir şeyleri bulabileceğiniz eser. iyi ki varsın sago. sözleri de şu şekildedir;

    benim bir sırrım var açıklanmayacak kadar sır
    bundan çıkar hır
    patlamalar vuku bulur dert kahır
    sırdan geçen dilim olsa
    hale der diken bilmez bilen ... ben ve diken
    ya sölersem kim anlar
    söylemezsem bağlar gamlardan ağlar
    bu yıpranışla dağılır bütün
    doymaz sago yakar tütün
    içindeyim oyunun büsbütün
    hayatıma musallat oldu şöhret ün
    karıştı yarının bitti dün tedirgin bugün
    topla çıkar nedir sonuç
    her kıyasla dilime değer
    bıçağa ait keskin uç
    kimdir suçlu kimde suç
    öylesine ki ...biber
    yakmadan bırakmaz rahat
    yarası ağır dilimin bulamıyorum kapatacak bant
    üzerime gelin bakın dinamit bağlı gövdeme
    yaklaşanı uçururum uçurtma misali pimden iplerle
    fesatlar kapıma vardılar ellerinde güllerle
    işlerine gelmediğinde saldırdılar aynı güllerin dikenleriyle
    vurdular siyah güllelerle

    nakaratx2

    giy ateşten gömlekleri bir bir yansın üzerin
    ve dahi kır topraktan çömlekleri zaten tedirgin halim
    bir benim bir bendim ve bir kendim ortadayım
    bitmez derdim bu hal beni yer bitirir bildim

    aklıma gelen başıma geldi başım yarıldı aşım soğudu
    yine iştahsızlık yerinde oyuncak etti açlığımı
    artık kar topu oynamak istemiyorum ellerim dondu
    türlü saklambaç oyunlarından gözlerim yoruldu
    nerdesiniz güven abideleri cesaret haylazları
    gösterin bana 62 den tavşan yapan hokkabazları
    belirleyin karşımda durabilecek tüm küfürbazları
    demirden mızraplarla kırdım sazları
    deştim böğrümden kıyamadığım hazları
    verin bana yazları
    ilahi merhamet sarayı ya hannan?
    sensin rana- sensin- mana- sensin rahman -sensin canan
    ruhum işgalden kurtulmaz vatan
    infilak eder alev ateş volkan
    hislerim kırıklar
    püskürüyor üzerime lav
    kıvırcım korlar
    elindeki bir avuç su ile sönmez bu yangınlar
    ben bir sırra sahibim hayat uykusuna yatmış
    ben çok dosta sahiptim güvensizlik içine batmış
    şahit oldum birileri mutluluğu para ile kapmış.

    nakaratx2

    giy ateşten gömlekleri bir bir yansın üzerin
    ve dahi kır topraktan çömlekleri zaten tedirgin halim
    bir benim bir bendim ve bir kendim ortadayım
    bitmez derdim bu hal beni yer bitirir bildim

    "ateşten gömlekler,
    topraktan çömlekler,
    ne maymundan geldin,
    ne de seni getirdi leylekler,
    sago ya kulak ver!...

    iki sıfır sıfır sekiz
    elveda eder..."
  • sindirmek için defalarca dinlenilmesi gerek kafkef şarkısı.. yapma etme sago..

    o nasıl ezgidir, o nasıl vurgudur be sago diyorum burdan.
  • ilk önce yakup kadri, sonradan "yaban" adını vereceği romanını bu adla yazmayı tasarlar ama halide edip özür de dileyerek bu ismi alır ve kendi romanını yazar*
  • sözlerini anlayabildiğiniz zaman ''sago ne aq'' tepkisini veremediğiniz şarkı. müthiş betimlemeler, müthiş bir anlatım, müthiş bir edebiyat. şu sözleri yazabilecek çok mc yok türkiye'de. sagopa kajmer'in son zamanki egosundan gerçekten hoşlanmıyorum ama, bu şarkıları da o'ndan başkası yazamazdı.
  • halide edip adıvar'ın cephede gönüllü görev yapan bir onbaşı olarak savaş sırasında yazdığı romanın adıdır ateşten gömlek. okuyanımız, okumayanımız, unutanımız vardır. ama ismini biliriz. konumuz bu değil.

    nasıl bir gömlektir bu?
    ateşten.
    peki ne işe yarar?
    giymeye...

    kim ateşten gömlek giyecek kadar cesur ve yanmayacak kadar inançlı olabilir? ve bu gömleği nasıl bir dava uğruna giyecektir? yoksa bu zorla mı giyilir? o "zor"un şartları nelerdir? herkes aynı anda mı giyer? bunu giyen ne yapar? nasıl yapar? giyilmese olmaz mı? yerine ipekten gömlek giyilemez mi? ipekten gömlek nereye götürür insanı?

    sorular çok ve denemeden cevap verilemez.

    anlamak için kullanılacak bir başka yöntem, bu gömlekleri giyenlere sormaktır. bugün kimsenin üzerinde yoksa, dün giyenlerin yazdıkları okunmalıdır. böylelikle hangi şartların, insanı neye ittiğini anlayabilir ve sonuçlarını değerlendirebiliriz belki.

    konu bağımsızlık savaşı olduğuna göre, ben herkese 80'lerine gelmiş büyük hoca turgut özakman'ın 50 yıldır topladığı gerçek belgeler ve anılar ışığında hazırladığı, yediyüz küsür sayfalık "şu çılgın türkler" isimli eserini öneriyorum. turgut özakman, eserini "roman" formunda yazmış ve böylece okunurluğunu kolaylaştırmış. gözünüz nerelerde yaşaracak ona dikkat edin. bu sizin "ateşten gömlek" giyecek bir karakterde mi, yoksa "ipekten gömlek" giyecek bir karakterde mi olduğunuzu görmenizi sağlayacak. sonra bir ara halide hanım'ın "ateşten gömlek"ini tekrar okumayı unutmayın. cephede yazmış çünkü.
  • pesimist ep 5'in en vurucu şarkısıdır, başladığı zaman ara vermeden defalarca kez dinlettirebilir kendini. "sago yine yapmış" dememe sebep oldu. hatta bu şarkı yüzünden diğerlerini doğru düzgün dinleyemedim bile.
  • beyaz şahin, siyah range rover farketmez, gece ıssızlığında arabada dinleyip cadde sokak gezerken son ses dinleyerek tripten tribe girilesi parça.
  • oyle bir sarkidir ki insana paket paket sigara ictirir.oyle birseydir ki;hic ilgilenmeyecegim derken bir yerden yakaliyor bu sarki.garip...
hesabın var mı? giriş yap