• bir seyin orjinali. onun golgesi ya da yansimasi ise prototip.
    bazi ogretilere gore soyle aciklanabilir.
    suda kendini gordugunde aslinda orda iki kisi vardir. biri orada duran sen digeri suya yansiyan sen. orada duran arketiptir, orjinaldir. suda gorulen ise bir kopya.
    insan, dunya uzerinde gokteki ya da cennetteki gercek arketipinin bir yansimasidir. gercek dogasi hala cennettedir, bu dunyada değil. (bkz: sufi)
  • modern dönem insanına dair bazı arketipler aşağıdaki gibidir.

    hâlsizler

    gün doğumlarını severler. ertesi günün bir öncekinden çok farklı olacağına dair planlar kurarlar. ama içinden geçtikleri gün onları ne öldürmüş ne de güldürmüştür, belki büyük bir tokat yeseler silkinip planlarına dört elle sarılacaklardır ama rutindeki ufak keyifler öyle büyük bir bağımlılık yaratır ki, tek kelimeyle uysallaşırlar ve gün batımında takatleri kalmaz. gece uykuda rüyaların yarattığı auranın etkisiyle, ertesi gün doğumunda şu basit rutinin zindanından kurtulacaklarına dair müthiş bir planla gelirler fakat günün sonunda rutindeki kolaylık kurbanını yine uysallaştırmıştır.

    sitemliler

    sitemliler uzaklara bakmayı severler. çevresindekiler izin verse dünyayı kurtaracak olan ama izin vermedikleri için kurtarılması gereken bir duruma düşenler bu gruptadır. ah o çevre yok mu, aile bir taraftan, arkadaşlar diğer taraftan seni hep geriye çeker. neden böyleler? sitemliler bu soruyu sürekli sorar. kendi egolarıyla çevresindekilerin egoları arasındaki sınır aşınmıştır. bu yüzden yönlendirilirler ama buna bir tepki olarak bazen çevresindekilerin en basit ve kabul edilebilir isteklerini yerine getirmezler. sanki beyinlerindeki karar odasının anahtarını onlara vermiş olmanın cezasını çektiriyormuş gibi. sonra da yaptıkları yüzünden pişman olurlar ve kefaret için o büyük isteği gerçekleştirirler. sonuç: yine sitem. hayır diyemeyen kahraman, hepsi bu.

    teyakkuzdakiler

    teyakkuzdakilerin yüzlerce planı bulunur, maymun iştahlılardır, dikiş tutturamazlar, daha doğrusu dikişin tutmayacağından ölesiye korktukları için bir konu üzerine uzun vadeli çaba harcayamazlar ve hemen diğer planına geçerler. her yeni plan, nihai ve son planları olur, olsa iyi olur yani, ama tabi bu gerçekleşmez. sürgit bir kovalamaca… teyakkuzdakilerin aradığı şey, kovalamanın kendisinden başka bir şey değildir. teyakkuzdaki kişi, kovaladığı şeyi değil, kovalamanın kendisini arzular, ama bunu kabul ettiğinde bile kovalama arzusu biraz olsun azalacağı için, bu itirafı bile gerçekleştirmekten kaçar, çünkü işte şimdi, tam şu an, en motive hâlde üstüne gittiği o yeni plan var ya o yeni plan, öyle bir çalışacaktır ki… oysa, teyakkuzdakilerin atladığı mevzu şudur: çalışan plan değil, o planı gerçekleştiren insandır.

    bastıranlar

    bastıran kimse içine atar, heyecansız, ifadesiz bir tonda içinde kopan fırtınaları bastırır, hatta bazen öyle bastırır ki, böyle bir fırtınadan kendi haberi bile olmaz. pervasız değil, fazlaca sorumluluk sahibidir, bu yüzden bir kaçış çizgisini imkânsız görür. oyunu kurallarına göre oynamasının getirdiği tahmin edilebilirlik içinde bulunduğu durum sükûnet değil, boşluktur. sonra gelsin sebepsiz yere alınan antidepresanlar. “beynimde mutluluk hormonu çekiliyor benim, sebepler tamamen kimyasal, antidepresan onu tamamlıyor.” aynen öyle sayın gerçekçi, artılar eksileri götürür, ama sıfır da yutan eleman, bunu dikkate alıyorsundur umarım.

    sürgündekiler

    duygusal bir sürgün bu. yaptığın şeyi tutkuyla yapıyorsundur fakat çevrende insan bulamazsın. sürgündekiler, ıssız adaya düşüp başarılı şekilde hayatta kalan birine benzerler. bir sürgünün çevresindekiler, onun yaptığı şeyi neden yaptığını anlamaz ve ondan uzaklaşırlar. kendi başının çaresine bakabiliyordur ama düzeni yoktur. pokerde parayı kırıyordur, misal. sonra 6 ay boş takılır. başta çevresindekileri imrendirir. hatta büyük bir iş başarınca, kıskandırır. ama nereye kadar? bir süre sonra sabah ezanından hemen sonra beliren sıçtın mavisine bakıp kimsenin geçen gün başardığı işi kutlamadığını fark eder. böyle nereye kadar gidecek? sorusu sürgündekilerin boğazındaki tatsız düğümdür. rutinin hapishanesinden özgürleşmişlerdir ama, her yeni sıçtın mavisi, demir parmaklık rengidir onun özgürlük hapishanesinin.

    tamamlayamayanlar

    sıfırdan yüze çıkışın hikayesidir. sıkı iş çıkarmak, ruhuna sinmiştir. peki sıkı iş çıkarmasına artık gerek kalmayan bu sistemde, meydan okuma bitince ne olacak? işte o yüzden meydan okuma bitmeyecek, peki nasıl? konumunu korumaya çabalamak artık tamamlayamayanın yeni meydan okumasıdır. basamakları çıkmak için sahip olmak, ya da en azından sahip olduğu izlenimini vermek gereken güven duygusu artık yerini kati bir güvensizliğe bırakmıştır. işte tam bir ceasar sendromu... yalnız bu sahnedeki diğer herkes ancak brütüs olabilir. hayatı tamamlanacak bir oyun olarak gören tamamlayamayanlar hep bir bölüm sonu canavarı ararlar ve bulurlar, ya da yaratırlar mı demeliyim? oysa hayatın dokusu mandelbrot'un fraktallerine benzer. kaosta detaya indikçe aynı örüntüyle karşılaşmaktan bir türlü kurtulamayız. tamamlayamayanlarda bu bir eksiklik örüntüsüdür. başa çıkıp gidereceği bir eksiklik. üstesinden gelip başaracağı bir eksiklik, bu bir başarı hapishanesi. böyle hapse can kurban diyenleriniz olduğunu duyar gibiyim. oysa en lanet tuzaklardan biridir. yapılması gereken her şeyi yapmana ve sahip olunabilecek her şeye sahip olmana rağmen mutlu olamadığını düşünsene. tamamlayamayanların hatası, eksikliği elde ederek giderebileceğine tam anlamıyla inanmalarıdır, oysa hayatın kökeninde yer alan eksiklik tamamen kimlikle ilgili olup kimlik de toplumla ilgilidir. tamamlanmak işin doğasına terstir ama en azından içindeki boşuğun karadeliğe evrilmemesi için, asgari bir şükran duygusu ve katkı elzemdir.
  • kollektif bilinçaltını oluşturan öğelere arketipler –modeller- adı verilir. jung onları dominantlar, mitolojik ya da ilkel figürler olarak da adlandırmıştır. bir arketip, bir şeyi belirli bir yolla deneyimlemeye yönelik öğretilmemiş bir eğilimdir. arketipin kendine has bir biçimi yoktur, ama gördüğümüz ya da yaptığımız şeyler üzerinde “düzenleyici bir ilke” rolünü üstlenir. işleyişi freud’un teorisindeki içgüdülerin işleyişiyle aynıdır: bir bebek başlangıçta sadece yiyecek bir şeyler ister, istediğinin ne olduğunu bilmez. yine de içinde belli şeylerle tatmin edilip bazılarıyla edilemeyecek belli belirsiz bir arzu vardır. büyüyen çocuk ise tecrübeyle birlikte açken çok daha belirgin bir şey istemeye başlar; bir şişe, bir kurabiye, ya da mantarlı pizza gibi..

    bir arketip uzaydaki bir kara deliğe benzer; orada olduğunu yalnızca içine çektiği madde ve ışık sayesinde anlayabilirsiniz.

    anne arketipi

    atalarımızın hepsininin anneleri vardı. içinde ya bir anne ya da anne yerine geçen bir figürün yer aldığı bir ortamda yetiştik. güçsüz bebeklerken bizi besleyen kişi ile bağımız olmaksızın yaşayamazdık. bu da bizim bu evrimsel ortamı yansıtacak şekilde “tasarlandığımız” sonucunu doğuruyor: bir anne istemeye, onu aramaya, tanımaya, onunla ilgilenmeye hazır olarak dünyaya geldik.

    bu yüzden anne arketipi belli bir tür ilişkiyi, “annelik” ilişkisini tanımamızı sağlayan doğuştan gelen bir yeteneğimiz. jung , bu konunun biraz soyut olduğunu ve bu arketipi dünyada, belirli bir kişi üzerinde –çoğunlukla kendi annelerimiz- yansıtma eğiliminde olduğumuzu söyler. çevrede bu arketipi yansıtacak belli bir kişi bulunmadığında bile, bu arketipi kişiselleştirerek bir mitolojik “roman” karakteri haline dönüştürmeye çalışırız. bu karakter, arketipi sembolize etmektedir.

    anne arketipi ilkel ana ya da mitolojideki toprak ana ile sembolize edilir; batı inanışlarında havva ve meryemle, ve kilise, ulus, veya bir orman ya da okyanus gibi daha kişisel sembollerle. jung’a göre, zihnindeki anne arketipinin ihtiyaçları gerçek annesi tarafından karşılanamayan bir kişi ileriki yaşamında kilisede huzur aramaya veya kendini anavatanıyla özdeşleştirmeye, meryem ana figürünü imgelemeye ya da denizde yaşamı seçmeye eğilim duyacaktır.

    mana

    öncelikle şu anlaşılmalıdır ki, bu arketipler, freud’un içgüdüleri gibi biyolojik değillerdir. daha çok ruhsal isteklerdir. örneğin, eğer rüyanızda uzun cisimler gördüyseniz, freud bunların phallus’u ve nihayetinde seksi sembolize ettiği yorumunu yapabilir. fakat jung’un çok daha farklı bir bakış açısı vardır. ona göre açıkça bir penis gördüğümüz rüyalar bile doyurulmamış bir seks ihtiyacından daha farklı şeylere işaret ediyor olabilir.

    ilkel topluluklardaki phallic sembolerin doğrudan seksle ilgili olup olmadıkları şüphelidir. bunlar genellikle mana’yı, yani ruhsal gücü sembolize ederler. bu semboller özel zamanlarda canlandırılarak toprağı bereketlendirmek, mahsulleri ya da balıkları artırmak veya birini iyileştirmek için çağrılmaktadırlar. penis ve güç, semen ve tohum, gübre ve bereket arasındaki bağlantı bir çok kültür tarafından anlaşılmıştır.

    gölge

    seks ve yaşam içgüdüleri jung’un sisteminde de genel olarak temsil edilmektedir. onlar jung’un gölge adını verdiği arketipin bir parçasıdır. ihtiyaçlarımızın hayatta kalma ve üreme içgüdüleriyle sınırlı olduğu, kendimizin bilincinde olmadığımız ilkel insandan, “hayvan” geçmişimizden gelen bir parça.

    gölge, egonun karanlık yüzüdür; potansiyel kötülüğümüz genelde burada saklanmaktadır. gerçekte gölgenin bir etiği yoktur; iyi ya da kötü değildir, tıpkı hayvanlardaki gibi. bir hayvan yavrularını şefkatle sevme ve avlarını yiyecek için vahşice öldürme yeteneklerine sahiptir. ama ikisini de yapmayı seçmez. ne isterse onu yapar. o “masumdur.” fakat bizim insani bakış açımızdan, hayvanların dünyası vahşi ve acımasız görünür, bu yüzden de gölge, kişiliğimizin itiraf edemediğimiz yanlarının saklandığı bir çöp kutusu haline gelir.

    gölgenin sembolleri, yılan, ejderha, canavarlar ve şeytanlardır. gölge çoğu zaman bir mağaranın ya da su dolu bir havuzun; kollektif bilincin girişinde bizi bekler. bir daha rüyanızda şeytanla mücadele ettiğinizi gördüğünüzde fark edeceksinizdir ki mücadele ettiğiniz yalnızca kendinizdir.

    persona

    persona sosyal görüntümüzü temsil eder. persona sözcüğü person –kişi ve personality –kişilik sözcükleriyle bağlantılıdır ve latincede maske anlamına gelen mask sözcüğünden gelmektedir. persona kendinizi dış dünyaya göstermeden önce taktığınız maskedir. her ne kadar bir arketip gibi başlasa da, onun farkına vardıktan sonra kollektif bilinçaltından en uzak olan yanımız olduğunu görürüz.

    bu en iyi haliyle, toplumun bizden istediği rolleri yerine getirirken hepimizin vermek istediği “iyi imaj”dır. fakat bu aynı zamanda insanların düşüncelerini ve davranışlarını yönlendirmek için kullandığımız “yanlış imaj” da olabilir. en kötüsü de bunu asıl doğamız zannedebilmemizdir. bazen nasıl görünmek istiyorsak öyle olduğumuza inanırız.

    anima ve animus

    hayatta oynamak zorunda olduğumuz dişi ya da erkil rol kişiliğimizin –persona’nın bir parçasını oluşturur. pek çok insan için bu rol fiziksel cinsiyetleriyle belirlenmektedir. fakat jung da freud, adler ve diğerleri gibi, biseksüel bir doğaya sahip olduğumuzu hissetmiştir. yaşamımıza bir fetus olarak başladığımızda, farklılaşmamış cinsel organlara sahiptik; bunlar ancak zamanla ve çeşitli hormonların etkisiyle dişi ya da erkek halini almıştır. aynı şekilde bir bebek olarak sosyal yaşamımıza başladığımızda, sosyal açıdan ne erkek ne de dişiydik. fakat neredeyse eşzamanlı olarak -pembe ve mavi kurdelalar gibi şeylerle – bizi yavaş yavaş erkeğe ya da kadına dönüştüren toplumun etkisine girmişizdir.

    tüm toplumlarda erkek ve kadın rollerinden beklentiler farklıdır; bu genellikle üremedeki farklı rollerimizi temel alır, fakat çoğu zaman tamamen geleneksel bir çok detayı da içerir. günümüz toplumunda, hala bu geleneksel beklentilerin izlerini taşırız. kadınların hala daha şefkatli ve daha az agresif olmaları, erkeklerin ise hala güçlü ve duygusal açıdan dayanıklı olmaları beklenir. jung’a göre bu beklentiler bizim potansiyelimizin ancak yarısını geliştirebildiğimizi gösterir.

    anima, erkeklerin kollektif bilinçaltındaki dişi yanı, animus ise kadınların kollektif bilinçaltındaki erkil yanı temsil etmektedir. ikisi birlikte “syzygy” olarak adlandırılır. anima anlık ve sezgisel davranan genç bir kız, ya da bir cadı veya toprak ana olarak kişileştirilebilir. genellikle derin duygusallık ve hayatın gücüyle bağdaştırılır. animus yaşlı, bilge bir adam, bir sihirbaz, ya da çoğu zaman birden çok erkek olarak kişileştirilebilir ve bu figür genelde mantıklı, gerçekçi ve hatta tartışmacıdır.

    anima ya da animus genel anlamda kollektif bilinçaltıyla iletişim kurmamızı sağlayan arketiptir. aynı zamanda aşk yaşamımızın büyük bir bölümünden de sorumludur. biz, bir antik yunan efsanesinde söylenildiği gibi, karşı cinste diğer yarımızı, tanrıların bizden aldığı diğer yarıyı, ararız. ilk görüşte aşık olduğumuzda bu, zihnimizdeki anima ya da animus arketipine oldukça uyan biriyle karşılaştık demektir.

    diğer arketipler

    jung, arketiplerin basitçe listeleyip ezberleyebileceğimiz belli gruplara ayrılmadığını ve sabit bir sayılarının olmadığını söylemiştir. bunlar içiçedir ve gerektiğinde birbirleri içinde kolaylıkla eriyebilirler ve mantıkları geleneksel türde değildir. yine de jung diğer belirgin arketiplere şu örnekleri vermiştir:

    annenin yanında başka aile arketipleri de vardır. baba, genellikle bir rehber ya da bir otorite figürü olarak sembolize edilir. ayrıca, aile arketipi de vardır. bu, kan bağını ve bilinçli nedenlerden daha derinlere inen bağları temsil etmektedir.

    ve çocuk; mitoloji ve sanatta çocuklarla, özellikle bebekler ve diğer küçük yaratıklarla temsil edilmiştir. çocuk, geleceği, oluşu, yeniden doğuşu ve kurtuluşu sembolize eder. batılılar kış dönümündeki noelde isanın doğuşunu kutlarken, bu dönem, güneşin kendilerine yeniden dönüşünü kutlayan kuzeydeki ilkel kültürler için de geleceği ve yeniden doğuşu temsil eder. çocuk arketipi çoğu zaman diğer arketiplerle karışarak çocuk-tanrıya ya da çocuk-kahramana dönüşür

    çoğu arketip öykü karakteridir. kahraman bunların başlıcalarındandır. o mana –güç kişiliğidir ve kötü ejderhaları yenen kişidir. o, temelde –bizim öykünün kahramanı olarak sembolleştirdiğimiz- egoyu simgeler ve zamanının çoğunda ejederhalar ve canavarlar kılığına bürünen gölgelerle savaşır. ne yazık ki kahraman, bir pozisyon olarak seçilebilmek için fazlaca saftır. sonuçta o, kollektif bilince giden yollara dikkat vermez.

    kahraman, sık sık bakireyi kurtarmak için yola çıkar. o, saflığı, masumiyeti ve tecrübesizliği temsil etmektedir. kahramana yolunda yaşlı, bilge adam rehberlik eder. o animusun bir biçimidir ve kahramana kollektif bilincin doğasını gösterir. karanlık baba arketipi ise gölgeyi, gücün karanlık yüzünün hakimini simgeler. ayrıca bir hayvan arketipi de vardır; insanlığın hayvan dünyasıyla ilişkilerini temsil etmektedir. kahramanın sadık atı buna bir örnek olabilir, yılanlar da çoğu zaman hayvan arketipinin sembolü olmuşlardır ve oldukça zeki oldukları düşünülür. sonuçta hayvanlar doğalarına bizden çok daha yakınlardır.

    hakkında konuşulması daha güç bazı arketipler de vardır. ilk adam bunlardan biridir ve batı dininde adem’le sembolize edilir. bir diğeri tanrı arketipidir; evreni anlamaya, olanlara bir anlam vermeye, herşeyi bir amacı ve bir yönü varmış gibi görmeye olan ihtiyacımızı gösterir.

    hermafrodit, hem dişi hem erkek, karşıtlıkların birleşimini temsil eder. tüm arketiplerin en önemlisi ise benliktir. benlik kişiliğin nihayi birliğidir ve çember, haç ve jung’un da pek çok kez resimlediği mandala figürleriyle sembollenmiştir. mandala, meditasyonda, dikkati merkezde yoğunlaştırmak için kullanılan bir çizimdir; bu bir geometrik figür gibi olabileceği gibi renkli camdan bir pencere de olabilir. benliği en iyi temsil eden kişiliklendirmeler mükemmelliğe ulaştıklarına inanılan isa ve buda gibi figürler olmasına rağmen, jung mükemmelliğe gerçek anlamda ancak ölüm anında ulaşılabileceğini düşünmektedir.

    insan aklının dinamikleri

    zihnin bileşenlerinden onların işleme ilkelerine gelelim. jung, bize 3 temel ilke sunmuştur. bunlardan ilki karşıtlıklar ilkesi’dir. her istek hemen bir karşıtına da işaret eder. örneğin, eğer içimde iyi bir düşünce varsa, derinlerde başka bir yerde karşıt bir kötü düşünce bulunmaktadır. aslında temel nokta şudur: iyilik anlayışına sahip olabilmem için, bir kötülük anlayışım da olması gerekir, tıpkı yükselişlerin düşüşler olmadan, siyahın beyaz olmadan varolamayacağı gibi.

    jung’a göre, zihnin gücünü (ya da libidosunu) yaratan karşıtlıklardır. bu bir pilin artı ve eksi uçlarına ya da bir atomun bölünüşüne benzer. enerjiyi yaratan zıtlıklardır; güçlü bir zıtlık güçlü enerji, zayıf bir zıtlık zayıf enerji ortaya çıkarır.

    ikinci ilke, eşitlik ilkesidir. zıtlıktan doğan enerji her iki tarafa da eşit bir şekilde dağıtılır. buna örnek olarak 10-11 yaşlarında başımdan geçen bir olayı anlatayım. o yıllarda zaman zaman yaralanmış, kötü durumdaki orman hayvanlarını iyileştirmeye çalışıyordum. fakat korkarım bunu yaparken sık sık onlara daha çok zarar vermiştim. bir keresinde yavru bir kuşu iyileştirmeye çalışıyordum. fakat onu kaldırırken bir an onu elimle ne kadar kolayca ezebileceğim düşüncesi aklımdan geçti ve sarsıldım. bu düşünceden hiç hoşlanmamıştım, ama düşünce yadsınamaz biçimde oradaydı. yani o yavru kuşu elime aldığımda, ona yardım etmeye yönelik bir enerjim vardı, ama aynı zamanda içimde onu ezmek için de eşit miktarda bir enerji vardı. ben kuşa yardım etmeye çalıştım ve enerji birtakım davranışlara dönüşerek yardım eylemini oluşturdu. peki ya diğer enerji? ona ne oldu?

    bu, gerçekleştirmediğiniz isteğe karşı tutumunuza bağlıdır. eğer bu isteği kabullenir, onunla yüzleşir ve bunun bilincinde davranırsanız, bu enerji zihninizin genel anlamda gelişmesini sağlar; diğer bir deyişle büyürsünüz.

    ama bunun yerine, bu kötü isteği hiç bir zaman duymamış gibi davranırsanız, onu inkar eder ve bastırırsanız, enerji bir “kompleks” in oluşumunda kullanılacaktır. kompleks, bir konu etrafında kümelenen bastırılmış düşünceler ve duygular paternidir. eğer bir an için de olsa kuşu ezme fikrinin aklınızdan geçtiğini inkar ederseniz, bu düşünceyi gölgenin (karanlık yanınızın) önerdiği bir biçime sokabilirsiniz. eğer biri duygusal yanını inkar ediyorsa, duygusallığı anima –dişi yan- arketipi içinde kendine bir yer bulabilir.

    sorun işte buradadır: eğer tüm yaşamınız boyunca yalnızca iyiymişsiniz gibi davranırsanız –sanki yalan söylemeye, aldatmaya, çalmaya ve öldürmeye kapasiteniz yetmiyormuş gibi -, her iyilik yapışınızda diğer yanınız gölgenin etrafında bir kompleks içine girer. bu kompleks kendine göre bir yaşam yaratmaya başlayacak ve sizi ele geçirecektir. bir anda kendinizi küçük yavru kuşların üzerinde zıpladığınız karabasanlar görürken bulabilirsiniz. eğer uzun sürerse, kompleks sizi yenebilmekte ve size sahip olabilmektedir; bu çift kişilik gelişimine kadar varabilir.

    son ilke, entropi ilkesidir. bu, karşıtlıkların bir araya gelme eğilimidir, böylece enerji azalabilir. jung bu fikri fizikten almıştır; entropi tüm fiziksel sistemlerin bir sona doğru işlemeye olan eğilimine verilen addır, böylece tüm enerji düzgün biçimde dağılabilecektir. örneğin odanın bir köşesinde bir ısıtıcınız varsa, sonunda tüm oda ısınacaktır.

    insanlar gençken karşıtlıklar uç noktadadır, bu yüzden oldukça çok enerjiye sahibizdir. yaşlandıkça, pek çoğumuz farklı yönlerimizle daha iyi başa çıkarız. daha az saf idealistizdir, ve hepimizin iyi ve kötünün bir karışımı olduğumuzu fark ederiz. karşı cins bize daha az tehlikeli görünür ve giderek androjenleşiriz. yaşlılıkta kadın ve erkek fiziksel olarak bile daha çok birbirine benzer. karşıtlıklarımızın üzerinde düşünebilme ve benliğimizin her iki yanını da görme sürecine, “geçiş” transcendence- adı verilir.

    benlik

    jung'a göre, yaşamın amacı benliği tanımaktır. benlik, tüm karşıtlıkların ötesine geçişi ve kişiliğinizin her yönünün eşit olarak sergilenmesini temsil eder. artık ne kadın veya erkek ne ego veya gölge, ne iyi veya kötü ne bilinçli veya bilinçsizsinizdir, tüm bunları birlikte yaşarsınız. hem bir birey, hem de yaratılışın bütünlüğüsünüzdür, ve ikisi de değil.

    bunu zihniniz için yeni bir merkez, daha dengeli bir pozisyon olarak düşünebilirsiniz. gençken, egoya yoğunlaşır ve kişiliğin önemsiz detayları hakkında hayıflanırız. ileriki yaşlarda ise, biraz daha derine odaklanır ve herkese, tüm hayata, hatta evrene daha fazla yakınlaşırız. benliğini tanıyan bir kişi daha az bencil olacaktır.

    jung ve eş zamanlılık
  • bir yapının, üretimin ilk örneği; "hepimizin bir ilki vardır" desem isterim. sen dersin prototip, ben derim: "olmadığını olduğundur".
  • filmlerde de arketiplere sıksık rastlanır. örneğin e.t. "isa" arketipidir: yukardan gelir, dünyada bir amacı vardır, diğer insanlardan farklıdır, özel yetenekleri vardır, tektir, insanlarla kaynaşır, yardım eder felan. sonra kötü güçler yüzünden ölücek gibi olur ama mucizevi bir şekilde ölmez ve sonunda göğe yükselir. matrix 1'de neo da "isa" arketipidir. morpheus baba arketipidir vs vs. özellikle hollywood filmlerinde arketiplere çok raslanır; ama esasen arketipler heryerdedir.
  • carl gustav jungun analitik kuramında kişiliğin komponentlerindendir. (diğerleri; ego, kişisel bilinçdışı, kollektif bilinçdışı)
    ''junga göre arketip; dünyaya, belli bir yönüne tepki vermede doğuştan gelen bir eğilimdir. nasıl gözler, kulaklar çevreye uyum sağlamak için bir evrim geçirmişse, elbette beyin de bir evrim geçirmiştir. bu evrim sayısız kuşak tarafından tekrar tekrar karşılaşılan yaşantılara maksimum düzeyde tepki vermek yönünde olmuştur. herhangi bir yaşantıya yönelik arketipler evrenseldir ve her kuşakta yer alan üyeler bu deneyimleri yaşar. örneğin; yılandan korkma. bunun için illa yılanla karşılaşmamız gerekmez. bu korku kuşaklar boyu edinilen yaşantılar sonucu kazanılmıştır.
    arketiplere nasıl yanıt vereceği kişinin yaşam şartlarına bağlıdır.''

    (bkz: persona),
    (bkz: anima),
    (bkz: animus),
    (bkz: gölge) ve
    (bkz: self) arketiplerdir.''
  • geçmişten günümüze gelen ve böylelikle belli alışkanlıklarımızın ve bununla beraber kültürümüzün oluşmasını sağlayan zihinsel görüntüler.

    bir nevi genetik hafıza transferi denebilir.
  • (bkz: ilkiltür) archétype.
  • arketip, belirli bir tipi ifade etmekten ziyade, içeriği olmayan boş çerçeveler olarak tanımlanabilir. örneğin anne arketipi belirli bir anneyi tanımlamaz. sadece anne ile ilgili çok genel, boş bir çerçeve sunar. kişi bu arketipten hareketle anneyi, kendi annesiyle, çevresel deneyimlerle vs kendince tanımlar.

    "insan deneyimi kadar çok arketip vardır", der jung. arketipler, anne, baba, kardeş, kahraman, gölge gibi kişilikler olabileceği gibi, sel, kıyamet vs gibi olayları da kapsar. hatta, yüzük, ayna, ayakkabı, kılıç vb nesneler de arketiplerdir.

    arketipler, insanların milyonlarca yıllık deneyimleri sonucunda oluşmuşlar ve kollektif bilinçdışının ögeleri olarak nesilden nesile aktarılmışlardır.
hesabın var mı? giriş yap