• "konserlerdeki parça sıralaması" demek isteyen ve bunun için "playlist", "setlist" gibi yabancı sözcükler kullananlar için, bu anlamı karşılayan türkçe bir sözcük. yayın akışı tamlamasında da bu sözcüğün aynı anlamda kullanıldığını görebiliriz.
  • üretim yönetimi dersinde çok geçer bu kelime.
  • pencereden çıkan kadar hava aynı anda giriyor içeri. bir şey gidiyorsa, başkası geldiği içindir. kainatta boşluk yok ve akış sürekli.
  • akarken gunes ardinda tepelerin
    uyku vakti geldi teletabilerin

    cunku sen derede tassin

    takilmak dusmek gibiydi
    dusercesine

    icinde dusenler denizi
    birini tut o senin

    somonlar rahatca yuzuyor mevsim yaz
    ama denizin serin oldugu yer

    sen en serinde
    ve en derinde

    kim ne derse desin
  • mihaly csikszentmihalyi nin yazdığı kişisel gelişim denebilecek bir tarzdaki beyaz yakalı kitabı. kitaba mutluluk bilimi diyen de var.

    "j. b. cabell, "bir adamın kesinlikle sahip olduğu tek şey, kısa bir süreliğine, kendi bedenidir, ancak insan bedeninde çok değişik hazlar
    vardır" diye yazmıştır. mutsuz, çökkün ya da sıkıntılı olduğumuzda, elimizde kullanıma hazır bir ilaç vardır: bedeni, olabildiğince çok kullanmak. günümüzde çoğu insan, sağlığın ve fiziksel zindeliğin öneminin
    farkındadır. ancak bedenin sunduğu neredeyse sınırsız zevk potansiyeli genellikle kullanılmadan kalır. pek az kişi, bir akrobat zerafetiyle
    hareket etmeyi, bir sanatçının taze bakışıyla görmeyi, kendi rekorunu
    kıran bir atletin neşesini hissetmeyi. bir uzman gibi ince bir zevke sahip olmayı ya da cinselliği sanata dönüştüren bir beceriyle sevmeyi
    öğrenir. bu fırsatlar elimizin altında olduğundan, yaşam kalitesini yükseltme yönünde atılacak en kolay adım, bedeni ve duyularını denetlemeyi öğrenmekten ibarettir. "

    şöyle bir paragrafa sahip kitaptır kendileri.

    türleri içinde iyi bir kitap olsa da ben pek sevemedim. çoğu şeyi anlatırken örneklerle lafı dolandırıyor gibi hissettim. insanın bir akış içinde olması gerektiğini ve böyle mutlu olabileceğini savunuyor ve bunu örneklerle anlatıyor. yıllardır aynı işi yapan insanların akıştaysa sıkılmayacağını fakat akıştan çıkarsa beş dakika bile aynı şeyi yapamayacağını söylüyor.
  • mihaly csikszentmihalyi'nin hayatımı değiştiren kitabı.
    buralar edit: lenebilir
  • hayat bir akışsa,
    aktardığın kadar yaşıyorsun.
    akmasını sağlamadığın şeyler ölü.
    hikâye dediğin olgu da akar, seni sen yapan ise hikâyelerindir.
    o zaman sen = hikâye = akış = yaşam.
    tüm eşitlikler birbirini sağlıyor: sen yaşama eşitsin, hikâye yaşama eşit, sen akışa eşitsin, yaşam hepsine eşit.

    belki insanlarla iletişim kurmak bu açıdan da anlamlı. bir başka canlıya kendini aktarırken hem kendini değişik açılardan görebilmek hem de anlattığın için yaşayabilmek adına.

    tüm çevresini ördüğün, sızıntıya dahi izin vermediğin şeylerin seni hayatta tutmasını da bekleyemezsin. bunu yapan bazıları “hayatım bu” der. ben böyleyim, benim hayatım da böyle.
    o yüzden de belki en büyük çelişkiden kurtulamaz. çelişkinin ne olduğunu anlamasa da her gün, her saniye onu bir şeyler rahatsız eder durur.

    o hayat değil ki. hayatım bu denilebilecek bir veri yok. oysaki “ölüm bu” dese belki o can sıkıntısı geçecek. türkçenin bir güzelliği: iyelik eki ile "ölü halim bu" şeklinde kullanılan ifade, tek başına ve çıplak haliyle kelime olan "ölüm" bu şeklinde okunduğunda gülümsetiyor. evet, ölün de o, ölüm de.

    ***

    hayat enerjisini olabildiğince akışta tutabileceğin bir yaşam yaşamayı hedeflemek.
    bu amaç doğrultusunda yapılabilecek en önemli şeylerden biri de aktarmanın değişik yollarını keşfetmek.

    fazla biriken enerjiyi salabileceğin değişik aktarım şekillerini kullanabilmek.
    iyi olduklarını tespit edebilmek ve kendine bu yollarla ifade etmeye izin vermek. gerektiğinde de imkân sağlamak. çünkü kabul edilmesi gereken önemli bir gerçek var, o da şu: dünya üzerinde deneyimleyebildiğimiz her enerji, ancak kendine özgü hareketiyle üretilebiliyor. elektrik enerjisi için barajda biriktirilen ve kapakları açılınca akması sağlanan sular gerekiyor. güneş, nükleer füzyon sayesinde enerjisini üretip bize gönderiyor. yaşamak istiyorsan enerjiye ihtiyacın var. enerji üretebilmek için de akmaya.

    en güzel yollarından biri insanlarla kurulan iletişim olabilir. çünkü karşındaki insanın sıfatına istinaden prizmada kırılan ışık gibi binbir farklı tonunu deneyimleyebileceğin bir aktarım biçimi. herkesle her hikâyeni paylaşamazsın; ama bazı hikâyeler, başka iletişimlerde başka parlar. o başka parladıkça sen yeni bir yönünü görür, perspektif yakalarsın. bu akışı kuvvetlendirir, o da yaşamı. kendini anlattıkça insanın kendini keşfetmesi de, bu yolla kendisini hayatta tutabilmesi de mükemmel.

    ancak bunun haricinde de kendiliği serbest bırakabilecek başka şeyler var. yaz, müzik yap, çiz, dans et, icra et.

    ya da daha da güzeli, kendini icra et.

    kendini çal bir müzik aleti gibi. kendinle hayatı boya. kendine izin ver ve arada el olma, fırça ol. belki aracı olan da sen olunca hayata bir anlam katmış olur benliğin. fırçayı tutan el olarak değil, şu evrende bir araç da olduğunun farkına vararak.

    sanırım hayatın dengesi denen şey de bu. sadece kendi benliğimizde yaşayabildiğimiz için bu hayatın tanrısı/yaratanı da biziz; bütünün bir parçası olduğumuz için araç olan da. bu ikisi arasındaki akışı sağlayabilen ve yansıtabilen bir insan olabilmek: nihai hedef olabilecek kadar ulu bir hedef. en azından benim için.

    belki şunu görmek de yardımcı olur: bazen el, bazen fırça olup renk verdiğin yer ve desen değişse de, el fırçayı tuttuğunda, fırça da nesneye dokunduğunda -yani akış gerçekleştiğinde- hepsi birbirine değmekteyken, hepsi bir. mükemmel bir bütünlük. yine en üstteki denkleme geldik, o renk de sen oldun, desen de, rengi yansıtan da. sen=hikâye=akış=yaşam.

    bu birliği fark edebildikçe, işte birtakım şeyler o zaman kolaylaşacak bizler için. neticeye varmanın kolaylığı anlamında değil bu; sadece akabilmeyi öğrenmiş olabilmek açısından kolaylaşacak. değişik engellerin üzerinden, değişik dokulardan, bambaşka enerjilere temas ederek aktıkça ve buna bilincimiz de eşlik ettiğinde; gözlemleyebildikçe yaşayacağız. hayatın anlamı ne? sorusunun cevabı bugünlük bu kadardır belki de. hayatın anlamı: hayatın kendisi. yaşadıkça ak, aktıkça anlam kat, anlam kattıkça daha da kaliteli yaşa.

    en nihayetinde hepsi bir.
  • yapılan etkinliğin içerisinde benliği eritip zamanın dayanılmaz ağırlığından kurtularak özgürleşmektir.
  • madde bağımlısı olan ve bu sebepten kafası biraz kırık bir arkadaşım vardı. adına kaan diyelim. durup durup "anda kal." derdi bana. metroda bağıra bağıra istediği şarkıyı söyleyebildiği için ya da sokak ortasında sırf canı istedi diye pantolonunu indirebildiği için kendini özgüvenli ve dahası şanslı addeder, bunu yapmaya "cesareti olmayan" insanları ise sert bir dille eleştirirdi. dedim ya kırıktı biraz. kafası değişik çalışırdı. kimseye eyvallahı yoktu. polis dahil herkese "artistlik yapar" başını sık sık belaya sokardı. babası kendi gibi madde bağımlısı bir adam, annesi ise uzun yıllar konsomatrislik yapmış bir kadındı. zamanla yaşlanıp yorulan kadın, düzgün bir adamla ikinci evliliğini yapınca kaan da evden ayrılıp yalnız yaşamaya başlamıştı. tabi böyle birinden normal bir apartman dairesinde yaşamasını beklemezsiniz. o da zaten terk edilmiş bir güvenlik kulübesinde yaşıyordu. sulu kuru karıştırıp sabaha kadar içtiğimiz bir gece ben de kalmıştım orada. dışarıdan içerisi görülmesin diye her yanına değişik afişler asılmış, bir küçük yatakla bir de masa ve sandalye bulunan daracık bir yerdi. misafir gelince mecbur yerde yatıyordu. gerçi kaan bana kendi yatağını vermeyi teklif etmişti ama ben yine de yere serili bir yorganın üstünde uyumuştum. sonra bir iki daha takıldık ve ben yol verdim kaan'a. şimdi ne yaptığı konusunda en ufak bir fikrim yok. kulübeninse yerini bile hatırlamıyorum.

    dünyanın en büyük sırrı zamandır. nasıl geçtiğini anlamak için bile zaman gerekir. ama korkmayın, o da artık büyük ölçüde parayla alınabiliyor. yeteri kadar parayla 99 yaşına kadar ölmeyen bir prens olabiliyorsunuz. ve gidişiniz "hala" insanlarda boşluk yaratabiliyor. tabii ki geçici olarak. yoksa bu denli insanla çakılı olan bir dünyada yarattığınız boşluk kaan'ın kulübesinden bile daha küçük olacaktır. reyonları lebaleb dolu olan bu süpermarketin en gözde ürünü olsanız ne olur ki? yarın yenisi gelecek, sonra daha yenisi gelecek, sonra daha yenisi... istediğiniz kadar direnin tüketmeye. öyle bir tüketeceksiniz ki en ağır eroin bağımlısı bile yaklaşamayacak tüketim arzunuza.

    gülhane parkı'nda unutulmuş bir sırt çantası gibi fünyeyle patlatıldı, aslında içinde sadece kitap olan hayallerimiz. 60'tan beri dilimizde aynı terane, fakat hala çalmadı radyolarda bizim türkülerimiz. emekçi de söyledi, hasret gültekin de. niçin kulak vermedi kimse, hani neredesiniz? ecevit'in büyük taksim mitingine "halkımız faşizmi ezecektir." pankartıyla çıkan insanların umudu siz miydiniz gerçekten? bırakın artık kendinizi kandırmayı. ya aslanlar gibi savaşacak ya da bir köşede korkakça öleceksiniz.

    küçük bir kentin küçük bir ilçesinde kendi halinde bir tekel dükkanı işleten bir adamla tanışmıştım. onun da kafası biraz kırıktı. sabahtan başlardı içmeye, akşamları onu ayık görmek imkansızdı. alkolden köpüren ağzını elinin tersiyle siler bana hep geçmişte yaşadıklarını anlatırdı. 5 litrelik su şişeleriyle atatürk büstünü yıkamaktan tut da polis olan eniştelerini kullanarak ekip arabalarında kafa çekmeye kadar yığınla hikayesi vardı. kafasını hikayelerinden sıyırabildiği anlarda ise çocuğu kendisinden ayrılan eşinde kaldı diye hüzünlenip ağlardı. sanki ona hakkıyla "babalık" yapabilecekmiş gibi. teresin hayatından 8 sezonluk türk dizisi çıkardı. böyle bir sabah yine sigara almak için tekelden içeri girdim ki sol kolunu tutuyor, "noldu abi?" dedim. "kolum uyuşuyor çocuk." dedi. baktım yine ağzı yiril yiril alkol kokuyor, iş olsun diye sordum, "göğsün de ağrıyor mu?". "ağrıyor" gibisinden bir şeyler geveleyip çat vurdu kafayı masaya. sonrası 112. ambulansta cpr. az kaldı entübe ediyorduk ki bilinci yerine geldi lavuğun. şöyle bir geğirdi ağız dolusu. "çok içmişim çocuk" dedi.

    "temizle, nemlendir, koru." diyor ayşenur yazıcı. cilt bakımında mottomuz bu olmalıymış. bence hayatta da mottomuz bu olmalı. sadece hayat için nemlendirmek yerine renklendirmek tabiri daha uygun olur. en önemlisi ise "korumak" diyor. bence de böylesi bir çağda daha sahip olmadığınız şeyleri bile nasıl koruyacağınızı düşünmek zorundasınız. kaldı ki cildinizi hayli hayli korumanız lazım. birkaç kitap da yazmış kendisi, henüz okumadım ama okuyacağım.

    sarı bir şahin geçti caddeden. ramazan'ın 4. günü. hicri bilmem kaç, miladi 2021. bir sinemada pantolonunu indirip hello kitty'li donunu gördüğüm kız ne yapıyor acaba şu an? duydum, psikoloji bitirmiş. allah ona da sabır versin.

    tanım: akandır, zaman gibi.
hesabın var mı? giriş yap