• biyolojide sistematik ya da taksonomi olarak bilinen bir bilim dalı.
  • (bkz: sınıf) (bkz: kategorize etmek)
  • düzenlemek, tasnif etmek, ayırmak
  • aynı özellikleri taşıyan şey/leri gruplandırmak, gruplara ayırmak.
  • herşeyi bir şekilde puanlamak, iyi-kötü gibi yargılar geliştirmek için yapılan eylemdir kendisi ve aslında olan hiçbirşeyi değiştirmez, değiştirdiği sadece önyargılardır. bu yaklaşım belki bilimde konuları birbirlerine bağlamak için yararlıdır evet ama 1800'lü yıllardan beri gelen, insanların arkadaşlarını bile öss puanlarına göre değerlendirmelerine kadar varan herşeye etiket yapıştırma isteği nedendir? bu ve bunun gibi bir sürü abukluğu beraberinde getiren bir beyin "kolaya kaçması"dır sınıflandırma.
  • insanlık bunu yapmadan yaşayamaz. ama bunu yapmak da bir yandan şu hissi verir: "hiç bir şeyi bütün olarak algılayamıyoruz, sınıflandırıyoruz, bölüyoruz, olmuyor böyle." ama will to power gereği, ki bunun bir şekilde yanlış olduğunu ispatlayan çıkmamıştır, insanlık her daim bu işi yapmıştır ve yapacaktır. ama mesele, sınıflandırmanın ne için kullanıldığıdır. başkaları üzerinde iktidarını onaylamak veya artırmak için, tahakküm amaçlı yapılırsa olumsuzluklara yol açar. kendi başına sınıflandırma eyleminin bir sakıncası yoktur.
  • işi gücü olmayan, yeteneği sınırlı, bilgisayar beyinli tiplerin yaptığı şey. çok çok iyi yaparsan bilim adamı diyolar...
  • herhangi bir konunun [gündelik hayat, insan, kuş, böcek, linguistik, düşünsel, vs vs] "the big picture" üst ve "detay" alt limitini belirleyerek zihni belli sınırlar arasına hapsetmeye yarayan "gündelik hayat kolaylaştırıcı" beyin atraksiyonu.

    insanlık tarihi boyunca çoğu "dünyayı anlama" çabası sırasında başvurulan bu yöntem tüm medeniyetimizin gelişimi süresince etkinliğini korumuş, günümüze kadar tüm iş kollarını, tüm bilim dallarını, fark ettiğimizce ayırabildiğimiz kadar küçük parçalara ayırabilmemizi sağlamıştır.

    herhangi bir üst ve alt limitin gerçekte var olmadığını keşfetmemiz halinde neler olabileceğini düşünmek eğlenceli.
  • vücut kütlemizin umarsızca işgal ettiği her yerde ve her şeyde sınıflandırma kaygısı vardır. sınıflandırmak en bilindik haliyle yerçekimi kanunundan bile daha geçerli olan katı bir kuraldır. bu sınıflandırmayı hissedenler ve hissetmeyenler gibi bir sınıflandırma da yapabiliriz. bu sınıflandırmadan tek çıkış yolunun intihar olduğunu yani bu dünyadan kurtulmak olduğunu düşünebiliriz, ya da düşünmeyebiliriz. bu noktada bile bir sınıflandırmayı görebiliriz. intihar edip kurtulacağımızı sanıyorsak bir sürü intihar biçiminin olduğunu görüp yine bir sınıflandırmanın içinden kaçmak için tek çıkış yolunun intihar olmadığını düşünenler sınıfına dahil olup sakinleştirici kullanmayı tercih edenler sınıfında bir süre takılabiliriz.
  • düşünüyorum da taşındığımdan beri eve misafir gelmeyeli epey uzun bir zaman oldu. gelmemesi için fazladan bir çaba sarf etmedim elbette ancak misafir fikrinin bana hatırı sayılır bir rahatsızlık verdiği de açık. daha evin ne olduğunun hissini ve fikrini tam kuramadım, evin ne olduğunu bilmiyorum. bu bilgisizlik ya sonsuzca ev özlemi çekmeme sebep olacak ya da her yeri evim yapacağım, ne olacağı belli değil. hal böyleyken evi kutsallaştırma, içselleştirme, kendime mal etme, bu yüzden de yabancı varlıkları dışarıda tutma gibi bir durum söz konusu değil. zaten misafir olarak gelecek olanlar da muhtemelen evde kendimin kendime yabancılığından daha fazla bir yabancılığa sahip olmayacaklardır. deniz arayıp konferans için şehrime geleceğini ve bende kalmak istediğini söyleyince ve de yetinmeyip sahiden gelip iki gün benimle yaşayınca misafirliğin beni neden bu kadar rahatsız ettiği aniden zihnimde açıklığa kavuştu. sınıflandırmalar! önce bildiğimi biraz anlatayım, deniz'e döneceğim. umarım çok şey bilmiyorumdur.

    felsefede sınıflandırma tartışması özcülük ile adcılık (nominalizm) isimli iki tutum arasında cereyan eder. özcüler genel sınıflandırmaların hepsinin sınıfa ait bireyin var oluşundan önce gelen birer öz olduğunu savunurlar. adcılar ise bizim bireylerle aşinalığımızın zamansal olarak önce geldiğini, bu aşinalık sonucunda benzerleri bir araya toplayarak yaptığımız sınıflandırmaların yalnızca birer ad, isim, kategori olduğunu ve sınıfların bunun dışında bir öneminin olmadığını söylerler. yani özcü için varlıkları insan diye sınıflandırmamı sağlayan insan özü iken adçı için deniz'i ve kerem'i insan sınıfına sokmam yalnızca benzerliklerine insan diye bir isim koymuş olmam sebebiyledir. insanın özü yoktur, adı vardır. platon'dan ortaçağ'a kadar, 19. asırda mantıkçı pozitivizmden amerikan doğalcılığına kadar tümeller tartışması, yani varlık ve dil arasındaki ilişkinin belirlenmesi, hiç ara vermeden sürekli sürekli kafaları karıştırmaya devam etmiştir. dil mi varlığı belirler, varlık mı dili? dilsel sınıflandırmalarımız şeylerin kedisinde midir, varlığa içkin midir? evin odalarını salon ve mutfak diye sınıfladığımda, mutfakta ders çalışmam mutfağın özü gereği engellenmiş midir? sınıfı karışmış ve özsüz bir salonda deniz nerede oturacak?

    derslerde metafizik tartışmalarda öğrencilerin varlığı bir nesne gibi düşünmelerini sağlayan bilinçlerini ve o bilinci belirleyen dili yerinden oynatıp sarsmak için yapmadığım şey kalmıyor. aristoteles sistematik sınıflandırmaların, özellikle taksonominin en önde gelen ismidir. özcülerin en güzeli, en tatlısıdır aristoteles. bugün aristoteles dersimin ses kaydını dinledim. bir dersim 52 dakika sürmüş. müthiş bir doctrinaire olarak başlamışım, varlığın homonimliği sinonimliği derken yürümenin de, fiilerin de, yani edimlerin demek istiyorum bir varlık olduğunu anlatmak için giriştiğim mücadele göz yaşartıyor. çok çok basitleştirerek yazacak olursam, aristoteles için deneyimlenebilir bir şeyi iki ayrı yolla kavrayabiliriz. birincisinde onu durağan bir yorumla, formunu almış bir madde olarak kavrarız. ikincisi ise onu dönüşebileceği ve olabileceği şeyler olarak kavramamız, dinamikliği içinde kavramamızdır. bunu yapabilmek için ise varlığı kuvve halinde, yani potansiyelliğinde, ve fiil halinde yani kendini gerçekleştirme ediminde kavramamız gerekir. örneğin bilfiil meşe palamudu, bilkuvve meşe ağacıdır. peki bilfiil deniz bilkuvve nedir, neyin potansiyelidir?

    nihayetinde aristoteles'e göre varlıkların özlerini gerçekleştirmek için, özler diyorum bakın, yani türlerini, yani sınıflarını, yani kendilerini gerçekleştirmek için çabaladığını söylemek gerekecektir. sınıfımızı gerçekleştirmeye çalışıyoruz. ses kaydından dinlediğim kadarıyla, derste buraya kadar epey güzel bir öğretici olmuşum ve sonra şu soruyu sormuşum: "peki atın varlığının amacı nedir?" çocuklar o kadar ısrarlı bir şekilde atın amacının olabilmesi için atın düşünmesi gerektiğini savunmuşlar, atla o kadar sempati kurmuşlar ki, kayıtta bir yerde "atı neden düşündürmeye çalışıyorsunuz, rahat bırakır mısınız şu atı?!" diyorum. ondan sonra ise hızlı bir silsile ile tavuklara geçmişiz. "varlık"ın kendisi bir sınıf olabilir mi, varlığın bir özü var mıdır yoksa yalnızca bir isim midir gibi müthiş bir sorudan kendinizi tavukta bulmak hep aristoteles'in biyologluğunun sonuçları işte. tavuk ve yumurta tartışmaları hayatınız boyunca bir tavukla ilgili kurulmuş olarak duyamayacağınız cümleler içeriyor. birazı benden, birazı çocuklardan. bazen düşüncelerimin akışından o kadar yoruluyorum ki , şöyle tüp kafalı lego adamlarının kafalarını bedenlerinden çıkardığımız gibi iki elimle kafamı tutup yukarıya doğru çıt diye çıkarsam, yavaşça yere bıraksam ve gitsem ne güzel olurdu diye düşünüyorum. onda da kesin şansıma giden değil de yerde kalan parçada kalırım ben. gideni yakalayamam. bedensiz de kaldığımdan artık tek bir kafa olarak seyreyle panayırı !

    sınıflandırmaların deneyimle ve diğerleriyle ilişkimizde esaslı bir yer kapladığı ve farkında olmasak da bize entelektüel bir tutum, duruş yerleştirdiği açık. deneyimimizi ve yaşamı yorumlamaya çalışırken kullandığımız kavramlarımızın çoğu birer sınıftır. bence, her şeyin ötesinde, tutumumuzu belirleyen kritik soru şudur: karşılaştığımız bir şeyin varlığını kavramına uymadığı için ret mi edeceğiz yoksa bu karşılaşmanın kavramımızı değiştirmesine izin mi vereceğiz? şimdiye kadar aklınızda bir "kadın" kavramı olduğunu düşünün, hepimizin var değil mi? bu kavrama, sınıflandırmaya uymayan bir kadınla karşılaştığınızda "erkek gibi" mi diyorsunuz yoksa "vay be, kadın dediğimiz demek ki böyle de bir şeymiş" mi diyorsunuz? birincisinde karşınızdakinin kadın olarak varlığını reddettiniz, sınıfa uymadı, ikincisinde ise kadının varlığına dair bir şey daha fark ederek kadın kavramınızı değiştirdiniz. birincisini yaptıysanız özcü, diğerini yaptıysanız adçı olmanız gerek gibi duruyor değil mi? hiç de bile!

    özler neden ilişkiyle belirlenen ve değişen şeyler olmasın? özün değişmezliğini nereden çıkarıyoruz?! atlanta'da bir derste danışman hocam sınıfa girdiğinde, dev bir gemi gibi sınıfa girerdi, herkesten sınıftaki insanları sınıflandırarak ayırmasını istedi. siyahi bir öğrenci "üzgünüm ama ilk aklıma gelen sınıf siyahlar ve beyazlar oldu." dedi. biri öğrenciler ve öğretmenler olarak ayırdı, diğeri arkadaşım olanlar ve olmayanlar, bir diğeri zeki ve aptal olanlar, üç kişi ise kadınlar ve erkekler olarak ayırdı. danışmanım "bu ayırımların hepsinin karşımızdakiyle gireceğimiz ilişkide olası etkilenimler ve sonuçlar üzerine temellendiğini fark ediyorsunuz değil mi?" dedi. hangi etkileşim önemli ise o sınıflandırmanın başat olduğu açık. karşısındakinin varlığını onun erkekliği üzerinden kuran kadın kendisini ve karşısındakini onunla gireceği iyi ya da kötü etkileşimlere göre konumlandırıyordur. bir bilimcinin suyu oksijen ve hidrojen olarak sınıflandırması o maddenin diğer maddelerle gireceği etkileşimlerine göredir. bu iddianın ufuk açıcılığına bakar mısınız?! neden, çünkü bu iddiaya göre sınıflar ne şeylerin doğasındadır ne de benim dilimde ve kategorilerimde fakat ilişkinin kendisindedir. ilişkiler değiştikçe, sınıflar değişir. sınıfta olan biri olarak benim sınıfı nasıl sınıflandırdığımdan bahsetmek istemiyorum. ama evdeki sınıflandırmalardan bahsedebilirim. deniz'i hala hatırlıyor musunuz? hani şu misafir ettiğim. ben hatırlıyorum.

    aileyle ya da bir ev arkadaşıyla yaşarken onlar zaten çoktan evi pratik yaşam için sağduyuya göre sınıflandırmış oluyorlar, hazır sınıflarda buluyorsun kendini. bu sınıflandırmaların birer araç olarak işe yararlılığını yadsıyacak değilim. ama beni yalnız bıraktığınızda iş çok farklı yürüyor. sınıflandırmanın kendi kendine olmasına izin veriyor, yavaş yavaş kümelenmelere, birikmelere zaman tanıyorum. odtü kampüsünde binalar inşa edildikten sonra yaya yollarının nereden, nasıl geçeceğine, nasıl bağlanacağına insanların belirlemesine karar vermişler. yeşillikler arasında bir yerden bir yere giderken insanlar bir süre sonra patikalar oluşturmaya başlamış. sonradan o patikalar yollara ve merdivenlere dönüştürülmüş. benim iş de aynı hesap. salonda örneğin, romantizm koltuğu, pragmatizm koltuğu, antikçağ köşesi, descartes halısı var. romantizm koltuğuna alman olarak oturuyorsun, üzeri bir sürü açık olarak bırakılmış makale ve kitapla dolu. mutfakta ve çalışma odasında kant masaları var mesela. özlerini, yani sınıflarını, üzerinde kant çalışmak oluşturuyor. mutfak masasının çok küçük bir kısmında yemek yeniyor. evin bu saydığım köşelerinde küme küme makaleler, yazılar, kitaplar birikmiş durumda; adamakıllı bir çalışma hazırlarken etrafınızda kaç kitabın ve makalenin durabileceğini aklınız hayaliniz almayabilir. peki aynı anda 3-4 çalışmanız sürüyorsa? diyeceğim ev benimle kurduğu ilişkisinde kendi kendini sınıflamış durumda. peki eve misafir geldiğinde ne olacak, bu sınıflandırmaların konukseverliğe ve sağduyuya uygun olarak değişmesi gerekecek. yoksa deniz nerede uyuyacak? bakın daha koşulsuz konukseverliğin içindeki paradokstan, bunun imkansız bir kavram olduğundan, derrida'dan falan hiç bahsetmedim, kendi küçük sınıflarımdayım. eve gelen bir konuğunuza aslında misafirliğinin tamamen anlamsız olduğunu, onu koşulsuz bir şekilde ağırlamanızın imkansız olduğundan bahsettiğinizi düşünün. keşke deniz banyoya girip çıktıktan sonra konuşmasına fırsat tanımadan hemen bunu söyleseydim. "sen bir paradokssun!" deseydim. ama önce o konuştu.

    ben misafire göre sınıflanmış salonumda otururken banyodan çıkarak şaşkın ve biraz da öfkeli gözlerle salonun kapısında ayakta bana bakarak durdu. hemen bir çırpıda aklımda banyodaki sınıflandırmayı, bir şeyi atlayıp atlamadığımı geçirdim. her şey olması gerektiği gibi. ben de merakla ona bakmaya başladım. bu arada uzun denebilecek bir dostluğumuz var. aramızda aşağı yukarı şunların söylediği bir diyalog geçti. "linus. insanlar tuvalette karikatür falan okuyor biliyorsun değil mi?" bir sınıflandırmayla karşımda dikiliyor, canım benim. yüzüne bakmaya devam ediyorum. "klozetin yanındaki gazetelikte neler duruyor farkında mısın? banyoya giren insanların oradan bir feminist, varoluşçu ve ateist olarak çıkmasını mı planladın? ölüm vuruşu mu yapıyorsun? " itiraf edeyim, aklımdan aslında saydığı bu üçlünün oluşturduğu sınıfta anarşizmin eksik kaldığını, bir tane de politika kitabının olması gerektiği fikri geçti. ama kendime açıklamam basit. muhtemelen evin bölümlenişine uymayan ama karıştırdığım kitaplarla yürüyerek banyoya girmişim, devam etmişim ve onlar da orada birikmiş, kendi sınıfını oluşturmuş. aslında biraz gülmem de geldi, sahiden kimsenin biyolojik ihtiyacını giderirken dinler tarihini okuduğunu sanmıyorum. ama bu evde klozetin yanında duruyor. biraz da üzerine gitmek için deniz'e "aslında varoluşçu olman için ateist olman gerekmiyor biliyorsun değil mi?" dedim. karşıma geçip önceden pragmatizm koltuğu olan ama sonra özü değişen koltuğa oturdu. "bilirim bilmem. sana ne!" dedi. gülmeye başladım. dostluk böyle bir şey çünkü biliyorsunuz, diğerine gönül rahatlığıyla "sana ne" diyebileceğin ve onun da sana gülebileceği bir şey. yine epey iyi idare ettim de, dışarıya çıkarken paltomu giymeye karar verip geçen kıştan beri giymediğim paltomun cebine elimi sokunca orada kocaman bir deniz kabuğu bulmasaydım ve sincap gibi hemen onu heyecanla çıkarıp gözlerime yaklaştırarak şaşkın şaşkın bakmasaydım iyiydi. bir paltonun cebinde deniz kabuğunun ne işi olabilir? yine neyle ne aynı sınıfa girdi acaba? paltoyu yaza mı hazırladım, yazın mı sınıfını karıştırdım, ne yaptıysam artık. sinsi tabii, hemen "o ne linus?" dedi. biraz durdum. "sana ne!" dedim. sana ne! :(
hesabın var mı? giriş yap