• lat. daha ötesi yok.

    buraya kadar, burada biter anlamında kullanılır. mitolojik kaynaklara göre, herkül dünyanın kenarını bulduğunda böyle bir tabela dikmiştir.
  • optimize ettiginiz bir seyin uç noktasini anlatmak için kullanabileceginiz latince terim...
    pdca sistematigi içerisinde, planladim, yaptim, denedim, oldu... iste budur hoca dediginiz sey!
  • mukemmeliyetin ya da basarinin en yuksek noktasi. bi nev'i "sen giderken ben donuyodum" hali
  • bir tür badem çeşididir. ağacı orta kuvvette, verimliliği orta ile yeterli arasındadır. kabuğu yumuşak ve açık renkli olduğundan özellikle kabuklu olarak satış için tercih edilen bir bademdir.iç randımanı % 50-60, çift badem oranı ise % 15-30'dur.
  • ispanya yüzyıllar boyunca akdeniz'in en batı ucundaki yeriyle gurur duyarken bu mottoya sığınmıştır; ya da bu motto yaşamsallığını ispanya'nın bu coğrafi niteliğinden almıştır. her iki durum da geçerli olabilir. hercules'in sütunları olarak da adlandırılan cebelitarık boğazı'nın iki yanındaki yüksek kayalıklar ispanya sınırları içindeydi; ötesi de keşfedilemediğine göre, ispanya başlı başına yeryüzünün nec plus ultra'sıydı. bunu küçümsemeyin. bizi yaşamsal kılan sınırlar da benzer şekilde çizilir; kendimizi bir değere adadığımızda, o değer bizim nec plus ultra'mız olur. dahası değeri sahiplenişimiz de bize şunu düşündürtür içten içe: "o hâlde değer için de ben nec plus ultra olmalıyım." yani "en iyisi olmak", "en iyisini yapabilmek" telâşları hep bu idealize etme çabasından doğar. ispanya'nın yeryüzünün sınırı olması, krallığın da sınır da tanrısallaşması anlamına geliyor; nitekim sınırlayıcı olabilen tek kudret tanrı'dır diye düşünüyorlar. şaşırtıcı mı? hayır.

    ama daha sonra columbus'un keşfi bu mottonun canına okuyunca, tanrı'nın kuşatıcılığıyla ilgili mevcut zihinlerin kafasında şüphe oluşmuştur. bu şüpheyi de küçümsememek gerekiyor: yine kendi yaşamımızla düşünelim, bir an için bizim için en yüce değerin alaşağı edildiğini, onun aslında bizim diğerlerinden kayırdığımız yüceliği taşımadığını düşünelim. bu entiriyi okurken arkasında sevgilisi uyuyan okuyucu eğer onu hayatının anlamı olarak görüyorsa, dönüp baksın, o aslında sandığı o değer değil; bir an için daha yücesini değilse de ötesini keşfetsin columbus gibi. geriye ne kalır? ispanya'nın sadece eskimemiş aynı zamanda bir zamanlar ne kadar da gerçeği yansıtmayan bir inanışın neticesi olduğu anlaşıldığı için, komik duruma düşmüş olan, başlıktaki mottosunu düşününüz. geriye ne kaldı? keşfin gücü, var olan değerin etkisini yener. insanların genelde muhafazakâr oldukları, yeniliğe karşı geldikleri söylenir; ancak bu korumacı tutum, var olan değerlerin yüceliğe varan doğalarından kaynaklanmaz; ben sanıyorum ki, bu tutum insanın ötesine varamamamış olmasından yani defectus defector'luğundan kaynaklanmaktadır. insan hem güdük (defectus= ötesini bilmiyor, başlıktaki mottoyu uyduruyor); hem de asi (defector= bu mottonun gerçekliğine inanıyor, bunun için savaşıyor).

    bu insanın, var olan mevcut durumun bir "öte" barındırmadığını kabullenişi, sık tekrarladığımız gibi, inançların ihtiyaçtan kaynaklanmasıyla alâkalı. ihtiyaç ortadan kalkınca, inanç da yok oluyor. her ne kadar yerleşim imkânı bulunmasa da ötede 13 milyon kilometre karelik antarktika'nın varlığı bile öte'liğe duyulan inançsızlığın kırılması adına önemli bir darbe olmuştur. eğer kendi içinde huzura erememişsen, arzularını dizginleyememişsen; gidip yerleşmesen de, evinden daha iyi bir ev olduğunu bilmen, seni evinle mutlu kılmayabilir. bunun gibi, değerini nec plus ultra görenler de, öte değerlerin keşfiyle kolayca ayartılabilir. çift arasındaki aldatma böyle bir şey.

    ayartılamayanın ya da ayartılamaz olanın erdemi, kendi nec plus ultra'sına duyduğu derin inancı yaşamsal ihtiyaç olarak bellemesindedir; ayartılabilen ise yaşamsallığını değerinden almadığını, değerlere yaşamsallığı kendisinin verdiğini kabullenmiş durumdadır. baştaki duruma dönüyoruz: motto yaşamsallığını, bu ikinci tip insanın değerinde olduğu gibi, insandan almıştır. oysa sanki başlangıçta, ispanyollar gayet masumca "ne yani, ötesi varsa göster, yok işte nec plus ultra" demiş de, sonrakiler "nec plus ultrayız olum biz, adam olun lan" diye cıvıtmış gibi.

    cıvıtanın sebep olduğu gam yükü, cıvıtmayanın alnına yaşam çizgisi olarak ekleniyor. bir kırışıklık, bir kırışıklık daha... saç telleri beyazlıyor, iç organlar yerli-yersiz hareketleniyor, sinirler gevşiyor ya da gerginlikten kopuyor. nec plus ultra'sı "ipse" (kendisi) olmayan her insanın kaçınılmaz sonu, öte'nin keşfiyle bir gün kendisinin de aşılabilecek bir sınır olduğunu keşfetmesidir. kendisine dönmüş, kendisini nec plus ultra bellemiş ve bu yüzden başka sınırlara ehemmiyet vermemiş her kafa, zaman içinde saç tellerindeki beyazlığı da kıvançla karşılar. çünkü o, bizzat saç teli gibi tümüyle kendisine ait şeylerle sınırlandığını ve ancak bu şekilde özgürleşebileceğini kabullenmiş şahıstır. böyle kişinin nec plus ultra'sı, bizzat nec plus ultra'nın kendisi değildir.
  • bugün pena programında emrah safa gürkan'ın doların kökeninden bahsederken değindiği söz
  • ne plus ultra ve non plus ultra gibi kullanımlarla birlikte latince'de ulaşılabilecek en üst mertebeyi tanımlamak için kullanılan bir deyimdir. *

    rönesans geleneklerine göre, herkül sütunları'nın üzerine konularak, denizci ve seyrüsefercilere daha ileri gitmemeleri yönünde bir uyarı olarak kullanıldığı söylenir.

    coğrafi keşiflerin ardından plus ultra mottosuna dönüşmüştür.
  • varılabilecek en son nokta.
  • mekansal ya da maddesel sınır*

    marquis de sade'ın la philosophie dans le boudoir adlı eserinde dolmancé'ın tanrının ve dinlerin yokluğuna dair eugénie'a savurduğu argümanda şöyle bir noktada yer alır:

    “doğanın değiştirilemez planları olmasaydı insanoğlunun var olamayacağı gösterildiyse; bu dünya üzerindeki varlığının burası kadar eski olduğu kanıtlanmışsa, demek ki insanoğlu da meşe gibi, aslan gibi kendi varlığını kimseye borçlu olmayan, yeryüzünün de gerekli gördüğü bir üründür. aptallara göre her şeyin tek yaratıcısı olan tanrı'nın, aslında insan aklının nec plus ultra'sından başka bir şey olmadığı, bu aklın kendine bir dayanak bulmak için yarattığı bir öcüden başka bir şey olmadığı kanıtlanmışsa, tanrı'nın varlığının imkansızlığı kanıtlanmışsa ve her daim hareket halindeki doğanın, aptalların karşılıksız olarak vermekten zevk aldıkları şeye kendiliğinden bağlı olduğu kanıtlanmışsa, bu hareketsiz varlığın mevcudiyetine inansak bile bir kere olsun işe yaramadığından ve milyonlarca yüzyıldan beri süregelen bir atalet içinde olduğundan, onun tüm yaratılanlardan daha işe yaramaz olduğu kesin. dinlerin onu bize tarif ettiği şekilde var olduğunu farz etsek bile kesinlikle varlıkların en iğrenci tanrı olurdu çünkü her şeye kadir olan bu varlık engelleyebileceği halde yeryüzünde kötülüğe izin vermiştir… diyeceğim o ki eugénie, dile getirdiklerimin hepsinin açıkça kanıtlarının olduğunu söylersem, hâlâ insanoğluyla bu salak, yetersiz, acımasız ve ahlaksız yaratıcı arasındaki bağı kuran dindarlığın en gerekli erdemlerden biri olduğuna inanmaya devam eder misiniz?”
hesabın var mı? giriş yap