• sami gürel'in, beyaz yayınları'ndan çıkmış olan okunası bir kitabı. yaratık oluştan varlık oluşa geçiş sürecini irdeleyen sami gürel, insanıl sürecin odağında bilinçselliği, sevmeyi, sevişmeyi ve aşkı vermiş okuyucuya..

    "yaratık oluştan varlık oluşuna bir yaşam yürüyüşü.. insan insandan kendini gizledi. yeryüzünü ve işin özünüyse tarih gizledi.. "aşk ölümlünün ölümsüzlüğüdür"..
    gerçek aşk, hayat ile insanın dengeli bir uyumla derin bir melodi içinde oluşudur. yaratıcılık yani beyni tohumlanmış kişinin kendi iç yüzüyle karşılaşması.. hesaplaşması.."
  • "aşk bir aşkınlıktır" önermesi temelinde, aşkın neliğini irdeleyen bir rasim özdenören kitabı. kitap, zaman zaman derin mevzulardan bahseder ama öyle körebe oynar gibi değil; önünüzü görürsünüz, kitabın dili sizi itmez aksine kendine çeker.
    bu da arka kapaktan ufak bir alıntı:

    "varlığın sesini dinleyenlerin, neler konuştuğuna kulak kesilenlerin, kuşların dilini, içerdeki benin dilini öğrenenlerin hayata verdiği en doğrudan karşılıktır aşk. bu karşılıkta insan ben, sen ve o arasındaki ayrıştırıcı grameri aşarak birlik deneyiminde karar kılar. aşk ve aşkınlık kelimeleri arasında yalnızca bir ses benzerliği yok elbette. anlam ilişkisi var bu ikisi arasında. aşk gündelik hayat içinde kalıplanmış ben bilincinden geçerek bir vecd deneyimine dönüştüğünde, olup bitecek, yaşanacak olan her neyse artık aşkın bir alana ait olmuştur. gövdeyi, gündelik bakış açılarını, günübirlik duygulanımları, hayal oyunlarını, itibarî gramerin yükünü aşmışsınızdır artık. artık herşey laylâ'dır. her şey leylâ'yı gösteren bir aynadır."
  • rasim özdenören'in iz yayıncılık'tan çıkmış kitabı.

    okuyalı epey oldu; ancak aklımda kalan ve haklı olabileceğine inandığım temel önermesi sanırım şu:

    aşktan bahsedebilmek için sürekli olarak aşıl-a-maz bir mesafeden bahsedebilmemiz gerekir. sevgi ve nesnesi arasındaki mesafe. başka bir deyişle aşık ile maşuk arasındaki mesafe.
  • uzun yıllar önce, kapağında "aşk; yenildigim yer, yanıldığım yer" notu ile kitaplığıma armağan edilmiş, eşsiz afşar timuçin yapıtıdır.

    oysa ne nottaki kadar patolojik, ne de kitaptaki kadar diyalektik; her şeyi çatışmalardan ibaret sandığımız o günlerin aksine aşk, yalnızca "bir çok sayfasını atlayarak bitirdiğimiz bir kitap" tır.

    başından başlayabiliriz.
  • temel varsayımı sevgiliye ulaşılmazlık olarak örülmüş bir afşar timuçin eseri.
    okumayı planlayan genç arkadaşlar bence özellikle göz atmalı. fakat kitabın adının ağırlığının altında ciddi biçimde ezildiğini belirtmeden geçemeyeceğim. zira yazar, oldukca eklektik bir mantıkla ilerlemekte. dahası, sözde bir diyalektiğe vurgu yapılırken, aşkı sevgiliye ulaşılamama durumuna koşullamak, temelde oldukca basit, tipik bir platonik durumu işaret etmekte. afşar hocayı şahsen tanımam, derslerine girme şansımsa hiç olmadı. fakat daha önce bir afşar timuçin yazısı okuduysanız, daha iyi, daha kafacı bir çalışması olmayacak bir kitap, bunu tüm samimiyetimle söyleyebilirim.
  • "spinoza ve aşkın diyalektiği" zihin açıcı bir ulus baker yazısı. şurada:

    http://www.cafrande.org/…etle-iliskisi-diyalektigi/

    rahmetli, aşkı, bahsettiği "felsefe örgü"süne benzer şekilde, sevgi, nefret, şefkat, ilgisizlik, hayranlık, hor görme vb. duygular üzerinden örmüş. spinoza'nın önermelerinin ışığında...

    aşk kazağının rengârenk duygu ipleri...

    "her aşkın başlangıcı böyle bir 'başka dünyanın zarafeti' algısıdır."
    evet, karşısında şapkamı çıkardım.

    aşk hakkında yapılagelen fiziki, kimyevi, beşeri, uçları pohpohlayan, imkânsızlıkları yücelten, edebi numarası yapan, asil gibi görünüp kiçten öteye varmayan, dahası harfin, kelimenin, cümlenin ölümcül sınırlarından korkmayan tanımlardan, laforizmalardan bunam bunam bunalanlar bu yazıyı okuyabilirler.
  • (bkz: ulus baker)'in incelemesine göre: psikanalist (bkz: jacques lacan seminer)inin ıv no'lu kitabında aşkın yüce anından bahsetmişti (bkz: le moment sublime de l'amour). bu yüce an aşkın iade edildiği andır; sevgi her zaman karşılığını aynıyla bekleyen bir duygu olarak görünür. bir karşılıklılık beklentisi ve çok basitleştirirsek, birini seviyorsam karşılığında onun da beni sevmesini isterim. ve sevgi iade edildiğinde dünyalar benim olur. oysa psikanalizin en ilerlemiş kavrayışı bile böyle bir karşılıklılık momentinde duruveriyor. başka bir deyişle aşka dair binlerce yıllık sohbetin ötesine pek geçemiyor: aşk sevilenle bir bütünleşme arzusudur diyordu; (bkz: platon diyalogları). tek gerçek sevginin tensel değil tinsel, dünyevi değil tanrısal olabileceğini söylüyordu (bkz: aziz agustinos). bu temalara, gündelik hayatımızdaki ne kadar kaldıysa geriye idealler açısından halen tanışığız yeterince...

    spinoza bu karşılıklılık ilkesini yine duygular ve tutkular üstüne tartışmasının merkezine alıyor gibi. bambaşka bir biçimde ve duyguları (üstelik en tehlikeli görünen aşk duygusunu bile) tanımlamaktan asla çekinmeyerek. ortaya ilk başta herkese pek tuhaf gelecek bir önerme atıyor: "sevdiği birinin kendisinden nefret ediyor olduğunu kavrayan bir kimse nefret ile sevgi arasında beynamaz kalır. çünkü bir nefretin hedefi olduğunu düşündükçe, karşılığında düşmanından nefret etmeye yönlendirilmiştir; ancak varsayımımız icabı, onu yine de seviyordur. ve bu kişi sevgiyle nefret arasında gidip gelecektir. göstermek istediğimiz de zaten buydu...

    (bkz: spinoza)'nın (bkz: etika)'sına herhangi bir noktasından başlamak mümkün çünkü her önerme defalarca öteki önermelere, varsayımlara ve tanımlara gönderip duruyor. yukarıda bahsettiğimiz ruhsal dalgalanmanın (bkz: fluctuatio animi) yarattığı bir belirsizlik var ve bu işin içinden kolay kolay çıkılamaz gibi görünüyor. ancak varsayalım ki spinoza'nın eserinin içinde melodramatik bir vaziyetin de tahlili var ve bu tahlil bize hem aşkın doğasının önemli bir yönünü, hem de malodramın doğasını açıklayabilir. biraz daha dikkatli okuduğumuzda, spinoza'nın daha da ilginç bir önermesiyle karşılaşıyoruz aynı bölümde: "eğer biri başka biri tarafından sevildiğini düşünürse ve böyle bir sevgi için ona hiçbir neden sunmuş olduğuna inanmıyorsa, onu zorunlu olarak sevecektir." bu gerçekten tuhaf bir önermedir ve sevgiyi tanımlamadığınızda bundan hiçbir şey anlayamazsınız. bu önermeyi bir öncekiyle birlikte okumak gerekir önce: "eğer biri, başka birinin kendisinden nefret ettiğini düşünüyorsa ve ona bunun için herhangi bir neden sunmamış olduğuna inanıyorsa, karşılığında ondan zorunlu olarak nefret edecektir." bu noktada günlük yaşantımızdan bir şeyleri yeniden hissetmemiz sevgi ve nefret duygularımızla yaşadıklarımızdan bir şeyleri belli belirsiz de olsa hatırlamamız gerekiyor: birinin benden nefret ettiğini kavrıyorum; oysa ona bu nefrete neden olacak herhangi bir şey yaptığıma inanmıyorum ona hiçbir kötülük etmedim, zarar vermedim, nefretinin nedeni olacak hiçbir şey yapmadım ona (böyle düşünüyorum). peki bu düşünceden ondan zorunlu olarak(ne demek bu?) nefret etmeme nasıl geçiyoruz??? ilk soru bu...ya da, birinin beni sevdiğini düşünüyorum, ama bunun için ona herhangi bir neden sunmuş olduğuma inanmıyorum... ve karşılığında onu zorunlu olarak seviyorum. bu da ne demek??? felsefe bir örgüdür ve spinoza felsefesini sonsuz bir incelik düzeyinde örebilmiş bir filozoftur...

    hemen hissediyoruz ki spinoza'nın sisteminde özgür irade denen ve özellikle protestan teologların ön plana çıkardıkları bir fikre hiçbir yer olmadığından, bu önermeleri yalnızca bir zorunluluk fikri çerçevesinde kabul edebiliriz. başka bir deyişle spinoza asla birisi benden nefret ediyor, o halde ben de ondan nefret etmeye başlıyorum, biri beni seviyor, o halde ben de onu sevmeye başlıyorum demiyor. bütün söylediği, birinin benden nefret ettiğine inandığımda bende zaten uyanmış olan kederin nedenini kendimde bulamazsam benden nefret ettiğini sandığım kişide bulacağımdır. aynı şekilde, "beni sevdiğine inandığım birinin bende uyandırdığı hazzın nedenini kendimde bulamazsam (zengin değilim, ona bir iyiliğim dokunmadı, güzel, yakışıklı filan bile değilim, vs.) onda bulacağım." demektir bu...

    böylece yavaş yavaş spinoza'nın daha önceden yaptığı ama şimdi artık dinamizm kazanansevgi ve nefret tanımlarını kavramaya yaklaşıyoruz: spinoza'ya göre bütün duygular üç temel duyguya indirgenebilirler ve onların kombinasyonlarından ibarettirler. varolma ve eyleme gücüm (arzu) , bu gücün artışı (sevinç)ve azalışı (keder). bu son derecede bedensel bir durumdur çünkü; spinoza duygulanışların hem bedeni hem de ruhu ifade ettiklerine inanıyordu. ve bütün diğer duygular bu temel duygulardan türetilebilirler: böylece sevgi dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan sevinç, nefret ise dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan keder oluyor. yukarıdaki tuhaf önermelerin anlamını kavramamızı sağlamaktadır: eğer birinin beni sevdiğine inanırsam ve kendimde bunun için bir neden bulamıyorsam, onun sevgisine inanmamın bende uyandırdığı sevincin nedenini kendimde değil başka bir yerde, yani onda bulabileceğim anlamına gelir. sevgisinin nedenini kendimde bulduğumda (gencim, güzelim, ona çok iyilikler yaptım), karşılığında onu zoraki sevmem, sevsem sevsem dolaylı olarak severim: ya onun sevgisini de ekleyerek kendime duyduğum özsevgiyi arttırırım (onun sevgisiyle kendimi severim) ya da, yaklaşık aynı anlama gelmek üzere, onu severim, ama ancak kendimi sevmeme destek olduğu ölçüde. bu durum nefret duygusunda daha rahat anlaşılır. burada durum çok daha karmaşık ve belirsiz olsa da: benden nefret ediyor, bu bende keder uyandırır, ama bu kederimin nedenini kendimde bulmaya genellikle pek yatkın değilim, yoksa hemen kendimden nefret etmeye başlamam gerekir. ama bu çok büyük bir kederdir ve varlığımızı sürdürme güdümüze, yani diğer temel duygu olan arzumuza terstir. dolayısıyla biz sevgiyi iade etmekten çok nefreti iade etmeye çok daha yatkınızdır. birileri bizden nefret ediyor diye kolay kolay kendimizden nefret etmeye girişmeyiz...

    ve unutmayalım ki spinoza duygular meselesini daha algılar ve bedensel etkileşimler düzleminde kuşatmakla işe başlamıştır. bu bizi çok ilgilendiriyor; bir imajlar öğretisidir: kendi vücudumu ancak başka cisimler tarafından etkilendiğinde anlamaya başlarım. başka bir deyişle bende beni etkileyen cisimlerin, okşadığım saçların ya da köpeğin, okuduğum bir şiirin ya da ısıtan güneş ışığının, tatlı bir meltemin, ya da bir fırtınanın, bir köpeğin beni ısırışının bende saklanan imajı yoluyla. bunlar etkilenme fikirleridirler ve sebeplerin bilgisini vermezler. ısırılmışsam ve başka özelliklerini tanımıyorsam, köpeğin imajı bende havlayıp saldıran, ısıran bir varlığın imajı olarak kalır. ta ki tatlı bir köpeği bir gün okşayayım. böylece sigarayı ancak kanser olunca bırakırım, ancak yumurta kapıya dayandığında olumlu ya da olumsuz bir karar veririm vs. ve her şeyden önce kendi vücuduma dair oluşturmuş olduğum imajların bağlandığı bir çağrışımlar silsilesi söz konusudur: bir sinek ezildiğinde bir köpek ezildiğinden daha az acı duyarım; çünkü köpeğin imajı benim kendi vücuduma dair sahip olduğum imaja bir sineğinkinden daha yakındır; daha benzerdir (sıcak kanlı, memeli, analık eden, şefkatli, arsız, vs) bu yüzden bir köpeğin çektiği eziyetin (onun kederinin) imajı benim kendi vücudumun eziyet çektiği bir hayali imajla bir sineğinkine oranla daha fazla uzlaşır. bir insanınki ise elbette daha da fazla. böylece insan zihniyle vücudunun ortak mimarisini kavrayabiliyoruz: dış cisimlerin bedenimiz üzerindeki etkisi affectiones, yani bedensel karışımlar; bunların bizde korunması imajlar ve hafıza; bunların bizim eyleme gücümüzü arttırıp azaltmaları sevinçler ve kederler , ve bütün bunlara dair oluşturduğumuz fikirler idea...

    böylece sevgi bir inançtır. inanç dış bir nesnenin fikrini gerektirir ve içerir. başka bir deyişle, en ilkel duygular olan sevinç ile kederi dış bir nesnenin etkisiyle yaşarım, ama bu nesneye dair bir fikrim olmadığında yine de yaşayabilirim. ama insanlık durumu bunu illa ki bir dış nesneye atfetmeye yatkındır. gücümün arttığını, sağlıklı ve güçlü olduğumu hissettiğimde çoğu zaman derim ki bunun nedeni ben olamam, mutlaka ilahi bir kudret. bu, hatırlarsanız nietzsche'nin de 19. yüzyılda dinin kökenine dair temel açıklamasıdır...

    peki aşkı cinsellik banyosuna soktuğumuzda, yani bedensel tutkular nezdinde ele aldığımızda ne olur??? spinoza bu konuda çok açıktır: der ki sevgi aşırı olabilir bu ne demek??? basitçe şu: her sevgi öncelikle bir bedenler karışımı, etki-tepki vaziyetidir. ama bu etki-tepki ve karışım bireyin vücudunun bütününü de etkileyebilir, yalnızca bir kısmını da. mesela keder de bedenseldir. ama bedenin tümünü etkilediğinde spinoza bunaölüm der; zihnin bütününü etkilerse de melankoli ki bu da ölüme yaklaşma tarzlarından biridir. ama tutkular çoğu zaman vücudun belli bir parçasını etkilerler. gözü, kulağı, cinsel organları vs...tad duyularımızı ihtiva eden parçaları etkilediklerinde bu tutkulara lezzet diyoruz; cinsel organlarımızı etkilediklerinde ise fiziki aşk ya da erotizm.bunlar vücudun tümüne yayılmayan, kısmi etkilerdir. organizmamızın belli bir yeriyle sınırlı kalırlar ve gücümüzün büyük bir kısmı oraya yatırılır. bu durum pekala başka başka etkilenmelere yatırılacak güçlerimizin tek bir yerde odaklanmış olmaktan dolayı engellendiği anlamına gelebilir. spinoza için bir tutkunun, bir duygunun sevgi gibi olumlu da olsa aşırı olabileceği manasına gelir bu. spinoza amor 'dan, yani sevgiden bahsediyordu cinsellikten bağımsız olarak; tıpkı sevinç ile kahkahanın aynı şey olmadıkları gibi, sevgi de cinsellikten ayrı düşünülebileceği bir boyuta yerleştirilmek zorunda. bu bir (bkz: platonizmi) asla gerektirmiyor çünkü platonik aşk denen şey bir bütünleşme mantığına dayanıyordu ve spinoza'nın açıkça söylediği gibi, sevginin yalnızca bir sonucuydu, nedeni değil. spinoza sevginin kişilerarası doğasının oldukça farkındaydı. zaten onu tanımlamaya girişmek cüretini de bu yüzden göstermişti. başka bir deyişle sevginizi hiç değilse sevdiğiniz, ama esasında kendiniz için tanımlamak zorundasınız. çünkü bu tek kişilik bir duygu değil, dış bir nedenin imajı eşliğinde yaşanan bir duygudur ve bütün insan toplumsallığının kaynağında yer alır. bu yüzden sevgiyi aynı zamanda bir keder tipinin belirişinden ayırdetmek gerekiyor kıskançlık ya da `sevginin karşılığının verilmemiş olmasından doğan keder `. spinoza bu tür duyguların engellenemez olduğunun farkında olduğunu en baştan belli eder: duygularımız ve tutkularımız üzerinde asla irade sahibi değiliz. yani isteyerek sevip, isteyerek nefret edemeyiz. ama mesela bilebiliriz ki nefret bizim bir acımızdır; ve bu nefretin nedenini kavrarsak nefret duygusu otomatik olarak kaybolur. unutmayalım ki nefret bizim bir kederimizdir. sevgi ise dış bir neden dolayısıyla yaşadığımız sevinçtir. o halde nefreti bağladığımız imajları pekala varoluş gücümüzü yükselten sevgiye bağlama şansımız vardır (zordur ama vardır). böylece sevgi bir emek ve özen olarak karşımıza çıkar...

    neden bir emek peki???ilk bakışta aşk diye olağan bir klişe vardır ve (bkz: walter benjamin) bunun karşısına son bakışta aşk mefhumuyla çıkmıştı. yani bir aşık olma emeğinin işlediği bir alanın tanımlanabileceğini düşünüyordu. ilk bakışta aşk spinoza'ya, benim yorumlayabildiğim kadarıyla, bir çağrışım olarak görünüyor. beni kederlendiren bir durumdan beni kurtaranı severim. ya da sevdiğim kişiyi hep yanımda, orada tutmak, varetmek isterim. ya da, yine ve esas olarak, sevdiğim bir varlıkla birarada gördüğüm her şeyi sevmeye meylederim. nefret ettiğim biriyle bağdaştırdığım her şeyden de nefret etmeye meyilliyim. her şey, bütün bu duyguların düzlendiği, dolayısıyla çağrışımların kurulabileceği hayali bir plana, düzleme işaret etmektedir: spinoza buna yüksüz duygular diye tercüme edebileceğimiz gerçek anlamıyla duygu olmayan durumlar diyor; bunlardan birisi hayranlık , zıddı ise horgörme. bunlar emeksiz beliren duygular ve bütün diğer duygulara bir zemin hazırlıyorlar. hayranlık ya da merak belki ilk bakışta aşk dediğimiz şeyden pek farklı bir şey değil: herhangi bir şey var hayalinizde ama bunu herhangi başka bir kavramla biraraya getiremiyorsunuz ve zihniniz duruyor; düşünemiyorsunuz, orada her şey yepyeni ve hiçbir şeye bağlayamıyorsunuz; ta ki başka şeyler sizi başka başka şeyleri düşünmeye zorlayana dek. horgörme ise bu durumun zıddı. bir şey sizi o kadar az ilgilendiriyor ki, en az ilgilendiğiniz öteki şeyler kadar değeri olduğunu asla düşünemiyorsunuz??? bütün sorun sevginin, sevgiye karşılık verme emeğinin, ilk veya son bakışta aşkın zemininde bu tür bir algının zorunlu olarak bulunduğudur...

    örneğin sinemaya başvurulduğunda (bkz: deleuze), spinozacı gerekçelerle bu admiratio duygusunu tahlil eder: başka bir dünyanın zarafeti ilk bakışta aşk diye algıladığımız şey, aslında sevgi değil bir meraktır, sonradan sevgiye dönüşebilir ama anlaşılabileceği gibi epeyce kırılgandır. biz genellikle hafiften sarsak, sanki başka bir dünyadan inmiş gibi görünen, şöyle ya da böyle bir beceriksizlikle hareket ettiğine şahit olduğumuz, ama henüz bir acıma duygusuyla bakamadığımız varlıklara dikkat ederiz. hayranlık bir tapınma değil, daha çok bir dikkat celbidir. hissederiz ki karada yürüyemeyen o yengeç, kıyıda çırpınan bir balık kendi dünyasında, suda müthiş bir zerafetle yüzmekteydi. her aşkın başlangıcı böyle bir başka dünyanın zerafeti algısıdır. bunu en iyi kadınlar anlıyorlar ve bir tür şefkat duygusu geliştiriyorlar. şefkat bir duygu ya da tutku değildir, bir ilgi, bir admiratio'dur. olmadığında bu duruma horgörü, ya da basitce ve nötr bir dilleilgisizlik diyoruz. anlamamız gerek şey, bu nötr düzlemin bir duygu ya da tutku içermemekle birlikte, algısal temas oluşturduğu ölçüde son derecede güçlü bir tutkular potansiyeli taşıdığıdır. en basitinden imajların oluştuğu algısal düzlemdir bu. ve galiba sinema aşkı bu durumla karıştırma gafletine pek erkenden düşmüş bir sanattır. erken dönem `hareket-
    imaj` filmlerinde hep bir bakışta aşık olunur ve aşkın bu olduğu zannedilir. ya da aynı düzlem üzerinde kıskançlığın, üçlü ilişkilerin temelleri atılıverir. aşkı artık pek ciddiye almayan, onu hemen bir ailevi düzene, özgür aşk sanılan bir savurganlığa, giderek bir ideolojiye dönüştürmeye çok elverişli bir çağda yaşıyoruz. spinoza, üçyüz yıldan daha uzun bir süre önce, cinsel aşkı hangi anlamda ciddiye alabileceğimizi bence (bkz: freud)'dan bile daha kesin bir şekilde ortaya koymuştu oysa: vücudun ve zihnin başka etkileşimlerine ket vurmayan, aşırıya varmayan bir şefkat ilişkisi. şefkati analığa, burjuva aile değerlerine yükleyip yokeden bir dönem spinoza felsefesini unutturdu. şimdi yeniden aramaya bu yüzden başlıyoruz...

    edit:düzenleme+imla
  • "bir insan kendisini sevmeyen bir insanı sevecek kadar alçalmamalı"
hesabın var mı? giriş yap