• onca akla hayale gelmeyecek konuda zorluk cekmeden yazilir cizilir ama yazmak konusunda iki cift laf edebilmek icin 15 dakkadir suzuyorum ekranimi seksi seksi. yazmaya baslamadan tanimlayamiyorsunuz bu mereti, yazinca da bambaska birsey cikiyor ortaya.

    tipki hayat guzeldir filmindeki bulmaca gibi ["ismi soylendiginde artik orada olmayan sey nedir?", "sessizlik"] yazmaya baslayinca da yazmak hakkindaki tum tanimlar kayboluyor ortadan, tum dusunceler yokoluyor, sadece yazi kaliyor. bir fikir degil, hatta bir duygu bile degil sadece eylem.

    hicbirsey dusunmeden, hissetmeden, sadece yazmayi deniyorum o zaman... ve goruyorum ki, daha once anlatilanlarin aksine, ben kendimi, zihnimi, kalbimi anlatmiyorum insanlara. hayir yazinin yaptigi bu is olamaz. zira, siz birini ne okuyarak anlayabilirsiniz, ne onunla konusarak. populist romantizm yapip "ancak asik olarak" falan da demeyecegim. butun bunlarla siz karsidakini daha iyi anlamak yerine, ancak onun kafanizdaki imajini daha netlestirebilirsiniz. bu kelimelere doktugum seylerin benim icin birtakim anlamlari var, fakat ayni dili konusan siz, bunlari okudugunuzda baska seyler anlayacaksiniz. zira bu kelimeleri, bu fikirleri, bu duygulari kendi dunya anlayisiniza, onceden yasadiklariniza gore yorumlayacaksiniz. dunyada benden baska, bu satirlari okuyan insan kadar immanuel var, hepsi de en az benim kadar gercek.

    iletisim diye kendimizi kandiriyoruz; asil hadise benim kavramlarimin, yazilarim araciligiyla sizde baska kavramlar olusturmasindan ibaret. o zaman iletisimin amaci, benim kafamdaki benle, sizin kafanizdaki beni, birbirine benzetme cabasi. [ve tabii sizin de ayni etkiyi benim uzerimde yaratmaniz] ama asla ulasamayacagimiz bir hedef bu, asla amacina ulasamayacak bu yazilar. dedigim ya, farkli deneyimlerimiz, zekamiz ve onyargilarimizla farkli gozluklerden bakiyoruz hayata ve o gozluklerle yazilarimi okuyanlarin kimisi beni karamsar goruyor, kimisi sicakkanli, kimisi dombili, kimisi taocu*.

    bu yuzden inanmiyorum yazinin sizleri anlattigina. bu yuzden inanmiyorum bu sekilde dunyaya kendinizi anlattiginiza. herkes birseyler anliyor ama bu siz degilsiniz, olmayacaksiniz. eger ki bir matematik kitabi degilse yazdiginiz, eger ki fizik bile kisiye ozguyse gunumuzde, yazilariniz sizi "taniyanlarin" bilinclerindeki carpik yansimalarinizdir.

    elbette pratikte bu yansimalar yeterlidir, elbette bu "iletisimin" sorgulanmasi, gunluk isleri yurutebilmemiz acisindan gereksiz. ama en azindan simdilik, gercek benle, sizdeki yansimam arasindaki farki sorgulama luksum var, cunku su anda pratik bir nedenden oturu idare etme zorunlulugum yok. kendime "yarin is guc var, en fazla 5 saat uyuyabileceksin, niye yaziyorsun oyleyse, niye birakamiyorsun su yeni moda daktiloyu" diye sordugumda ustunkoru bir cevapla yetinmeme luksum var.

    benim icin doyurucu tek cevap, ogrenmek. iletisim degil, sadece kendimi ogrenmek. bes dakika once, herbirimizin baskalarinin kafasindaki sayisiz imajlardan bahsederken, gercek olan hangisi sorusu takilmisti kafama. benim acimdan, elbette gercek olan benim. yazilarimdan tanidiginiz, gozluklerinizden baktiginizdan immanuelin krali burada iste, kafamin icinde. ama ben de kendi gozluklerimden bakiyorum kendime ve gercek immanuele sizin kadar uzak kaliyorum. "oysa ki gercek ben soyleyim" diyemiyorum; "benim, kafamdaki imajim boyledir" diyebilirim ancak. iste yazinin yarari burada benim icin, kendime bakarken taktigim gozluklerin bugusunu temizliyor yazmak.

    bu o kadar ilginc birsey ki, yazana kadar su soylediklerimi bile dusunmemistim. daha dogrusu ancak yazmakla farkina vardim fikirlerimin, ancak bu entryle ogrendim yazmak hakkindaki goruslerimi. vardigim sonuca nazaran epey alakasiz baslayan ilk paragraflardan anlasilacagi uzere, yazmanin amaci icin boyle bir tanim yapacagimi dahi bilmiyordum, ve boyle bencilce olacagini.

    evet, yazmak dis dunyayla ilgili oldugundan cok kendi zihninizle ilgili, kendinizi tanimaniz, gozluklerinizi temizlemenizle ilgili. bildiklerinizi paylasmak degil asil amac; nasil ki bu bencillik bilincli yapilmiyorsa, kendimizi tanimak da bilincli olmuyor cogu zaman, sadece yazma eyleminin kacinilmaz bir sonucu...dusunmeden, hissetmeden, sadece eylem, ve arkasindan gelen ogrenme.
  • “sevdiğimi söylemez isem sevmek derdi beni boğar” demiş yunus. “yazdığımı yazmaz isem dertler beni boğar” diyor neredeyse tüm yazarlar. hem söyledim, hem yazdım. yine de boğuldum.

    suya yazdım. göğe yazdım. toprağa yazdım. ellerimi yakayazma pahasına ateşe bile yazdım. mahir bulundu sözcüklerim, sayfa sayfa cümleler dizdim. burun kıvrıldığı da oldu elbette, lakin kime ne? elimden gelen bu idi, yazmayıp da ne yapacaktım? kendiliğinden dökülüyordu her kelime. gece olunca hele… ömrümün tükenişini kara perdeden seyrederken kağıtla kalemdi tek yârânım. gündüz eften püften işlerle ilgili tuttuğum küçük not defterlerinde bile aslında deryalar yazdım. kimse bilmedi. ekranımda sürekli renkli çizgiler olsa da ben o çizgilerle katman katman yazı yazdım. kimse anlamadı. okuduğum her satırı oturup baştan bir de ben yazdım. bitirdiğim her kitabı dönüp yeniden kaleme aldım. kimse okumadı. şiirlerle söyledim, şarkılarla çaldım, türkülerle yaktım. hiçbirisi kuyunun sâdasını anlatmaya yetmedi. bu sâdayı yazmaya yeltendim en çok, nefesim yetmedi. bildiğim yazı dilleri asla kifayet etmedi. bilmediklerimi öğrenmeye de aklım ermedi. çividen mi başlasaydım, eski mısırlılar gibi resim mi yapsaydım? hangi alfabe işe yarardı? daha nasıl anlatsaydım?

    yine de yıllar süren tüm yazma çabalarım sonucu itiraf ederim ki yazdıklarımdan kat kat fazlasını aslında daha yazmadım. çünkü en çok kafamın içinde yazdım. üstelik gönlümle yazdıklarımı daha oraya aktarmadım. çıktığım bu yolda, geldiğim bu noktada… havada asılı gibiyim. sabitim. yol diye bir şey yok, altımdan akan yollar var. hiçbir noktaya da ayak basabilmiş değilim. dönüp duruyorum olduğum yerde. yazıyorum kendi kendime. herkes görse de, kimse bilmese de. durmak bilmeyen bir faks cihazının çıktısı gibi, biteviye işliyor makine. illa kağıt kalem gerekmiyor ya da baktığımız bu ekran şart değil. içim susmuyor. hep aynı şeyi tekrar ediyor.

    yazmak bitirebilenlerin işi. benimki bitmiyor ve haliyle tam manasıyla da yazılmıyor. zaten hiç okunmuyor. dilin müşterisi kulak diyorlar. yazının müşterisi okuyanlar. dünyanın en çok okuyanı benim yazdıklarımı asla okumuyor.

    suya yazdım. göğe yazdım. toprağa yazdım. ellerimi yakayazma pahasına ateşe bile yazdım. sadece ve yalnızca... deseler ki sil hepsini, yok et, kaybet. yaparım, yırtarım hepsini. her şeyi yakarım. oturur baştan yazarım. daha hiç anlatmadım.
  • iyi geliyor.

    hem psikoloji hem de bilişsel yetenekler için faydalı olduğunu düşünüyorum. hep böyle hissettim, bu yüzden üşengeç bir insan olmama rağmen yazmayı hep sevdim. okurken topladıklarımı, yazarken sıraya koyabiliyorum. ifade etmeye gelince düşünceler zihnimde yerli yerine oturuyor, aralarındaki örüntü sağlamlaşıyor. nedeni ve sonucu, başlangıcı ve ilerlemeyi görmek kolaylaşıyor. beynimin ne okurken ne dinlerken ne de konuşurken, yazarken olduğu kadar aktif konuma geçtiğini hissedebiliyorum. düşünceler zihnimde sıkışıyor, yazarken ise akıp gidiyor. belki içe kapanık olmakla ilgilidir; konuşurken olduğu gibi hemen tepki görmemek bana rahat hissettiriyor. kendimle veya dünyayla ilgili rahatsızlıklarımı dile getirmek etrafta kimse olmayınca çok daha kolay oluyor. yine de okunsun istiyorum çünkü yazmak düşündüklerimden kurtulmak için bir araç. sürekli beynimin içinde döneceğine salıyorum gitsin. dixi et salvavi animam meam.

    görüyorum insanların çoğu yazmıyor. insanların çoğu zaten okumuyor da. insanların çoğu yaşamıyor, sadece varlar. yine de yaşadığını hissedeler yazmalı. evde bi deftere olsa bile, kimse okumayacak olsa bile. hem rahatlatıyor hem de bulunduğunu durumları düzen içinde görmeyi sağlıyor. günlük yazmanın tarihe karışması çok yazık bu yüzden.

    şimdi yazmak üstüne yazmak istedim çünkü dışavuramadığım bir şeyler beni boğuyor. yazamayınca yazmanın değerini hatırladım. boşuna tarihi başlatan büyük buluş değil. bir şekilde bir yere kaydetmeyince yaşamamış gibi oluyorsun. zihninden geçenler sinapsların arasında, tecrübelerin zamanın içinde kayboluyor.
  • "sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum."
    the bell jar - sylvia plath
  • çıkış kapısı. ama tüm kapılar içeri açılıyor.
  • kimsenin birbirini dinlemeye vakit ayırmadığı dünyada, günden güne herkesin teslim olduğu kaçınılmaz durum.

    şöyle ki; öyle bir dünya düşünün ki, insanlar bir dakika bile durup ne yaptıklarını ne ettiklerini, nerede olduklarını, ne istediklerini sorgulamasınlar. herkesin kafası o kadar meşgul olsun ki, karşısındakini dinleyecek kifayeti gösteremesin, her zaman kendi diyecekleri de olsun. öyle ki, birileri okusun diye yazılan kitaplar (ki yazılmalarının başlıca sebebi zaten varmaya çalıştığım sonuçtan çıkıyor ya), o birileri tarafından, 'ödevleri bittiğinde', 'işler hallolduğunda', 'vakit bulunduğunda' okunulsun; ama sakin kafayla okunulsun, yani aynı karşında bir şeyler anlatmaya çalışanı sessizce, bölmeden, pür dikkat dinlemek gibi. böyle bir durumda insan yazar, karşısındakine derdini anlatamadığında, daha da acısı, artık karşısında derdini anlatacak doğru dürüst birini bile bulamadığında.

    halbuki, herkesin o kadar çok anlatmak istediği olur ki, kimse dinlemediğinde, içine kapanan insanlar sürüleri meydana çıkar, herkes bir şeyler yazmaya başlar ki, -nevizadede bira içerken, ya da bilmem nerede sıcak bir çay içerken- karşısındakine anlatmak istediği şeyleri, o başka birileri boş zamanlarında okuyabilsin.
  • yazmak, bir sosyal ihtiyaç. bir ifade biçimi. bir duruş. bir başkaldırış. bir isyan. bir arayış. bir çığlık belki. bir yalvarış. yazmak bir haykırış. bitmesin, sürsün bu düş... shfhdfhsd. tövbe tövbe ya, hiç ayarım yok ha, hemen gaza geliyorum. neyse, şimdi iyiyim. yalnız böyle başlayınca sanırsın orhan pamuk giriyor değil mi mevzuya? adeta rahmetli gabriel marquez yol yapıyor kendine. yok oğlum yok. bi mevzu var, onu anlatacağım. yazmak iyi hacı, onu diyorum aslında. güzel alışkanlık. yalnız yazı dediğinin arkanda kanıt kalması mevzusundan çok haz etmiyorum. azıcık açayım; aga bu işin babaları var, reisleri var, tanrıları var, onlar yazsın, onlara bir şey dediğimiz yok. onlar hep yazsınlar, hiç ölmesinler. virvir edeni siksinler. ama senle ben de varız ve maalesef hem sen, hem ben, ergenlik denen kainatın en aşağılık döneminden geçiyoruz. anlatacaklarım ise, 13 yaşında yazdığım tek şiirimin bulunmasıyla başlıyor.

    yazdığım ilk ve tek şiir bulundu geçenlerde ve gerisi geldi çorap söküğü gibi. 1998 yılının soğuk bir kış akşamında kalemi elime aldığımı hatırlıyorum. sanatçı böyledir sevgili okur, ilham bazan güzel bir kadının gamzesinde saklıdır, bazan en karanlık gecelerden daha siyah gözlerin derinliklerinde... o akşam kışın soğuğu, şarabın sıcağı etkiliyor ki beni, açılıyor gönül gözüm ve binlerce yıl şairlere ilham vermiş kızıllık esirgemiyor benden de lütfunu. ah monşer, ah! yazmıyorum, yazan ben değilim, kalemi tutuyorum sadece; yazan kalem, akan kalem, kor alevlerle cayır cayır yanan kalem, bense basit bir aracı... kelimeler yanıyor, ellerim yanıyor, gözlerim yanıyor, kağıt yanıyor, dünya yanıyor sanki... ya aga, sen zaten anladın da ben yine de yazayım; şarap marap yok. o vakitler görsem sirke zannederim amına koyim -ha şimdi çok mu anlıyorum şaraptan? çok anlıyorum. mesela şarap göreyim, hemen derim bu şaraptır sevgili dost diye. yani kedi seviyoruz, ay ışığında yalın ayak sahilde gezmeler, gitar çalmalar filan. bi de ıssızlık, bağlanamak filan. şişş;)-. ama işte ben böyle camdan baka baka kendimi gaza mı getirdim, ne yaptım bilmiyorum, şiir yazdım. şiirin adı ne? yalnızlık. sdjhdkshfkshf. tövbe tövbe ya. 15 yaşında yokum lan, artık nasıl bi sille yemişsem hayattan adeta bir ibrahim tatlıses olmuşum da yalnızım dostlarım diye haykırıyorum, adeta ebru gündeş'im de demir atmışım yalnızlığa. bir hasret gemisinde. şiirin içeriğinde değinilecek bir şey yok, didaktik bir tarz benimsemişim. burada biraz toplum şiirciyim ama biçime değil imgelere takılmışım. mısralar arasında koşuşan çocukların saçlarının rüzgarla savrulmasını hissediyorsun, ikinci yenici olacakmışım belli ki. olacakmışım diyorum çünkü olamadım. ha kötü mü oldu? yoo. şimdi çok şükür meslek sahibi bi insanım, bi yerlerde diplomam bile var. sigortam olsun -aldığım maaş üzerinden-, yol param olsun, sodeksom olsun, bunlarım hep var. altın bilezik meslek, ekmek aslanın ağzında olduğundan dolayı. neyse. sonradan öğrendim ki o yaşlarda şiir yazanların %87.9'unun şiirinin adı yalnızlık. lonlines. deym. bereket dış mihrakların eline geçmeyen bir teşebbüs olarak kaldı şiirim, yoksa adamı taşak oğlanı yaparlar. velhasılı, nazımdan ekmek çıkmadı. nazım deyince yalnız, adeta yavru kurt harf oyunlu göndermesi yaptım lan. yumruk da diyeceğim ama demiyorum. şiddet çözüm olmadığından dolayı. ya yok b'olum, ne siyaseti? bizim sağla solla işimiz olmaz, ekmeğimizle işimiz olur. hülasası büyük taşak geçtiler şiirimle. bakın, sanata küsüyorum ha filan dedim ama pek ciddiye almadılar.

    nesir? ona da bulaştık. kompozisyon diye sınav var. gerçi nesirde bu yukarıda bahsettiğim taşak geçilmesine maruz kalman çok daha olası. şiir işi biraz daha özel, kendi kendine yaptığın bir icraat. bizim düz yazı ile imtihanımız sınavla oluyor ve okuyan var. safi rezillik. bir de eğitim kaynaklı mıdır, toplumsal bakış açısı kaynaklı mıdır bilmem, herkes benzer şeyler yazar kompozisyonlarda. lisedeyken kendini şair sanan bir hocam vardı, herif bildiğin dalyarak ama bu kompozisyon sınavı meselesinde hakkını vermek lazım; orijinal konular verirdi. bir sınavının konusu kalem olurdu, bir sınavının s harfi, aklına ne gelirse o sabah. beklentisi de aklına ne gelirse yaz, serbest çağrışım. ya rabbi, puan için ne rezillikler, ne saçmalıklar. konusu soğuk olan bir sınavda bildiğin komünist manifesto yazdı bu kardeşin. adam sınavdan sonra geldi, oğlum bir sıkıntın mı var diye sordu. hayırocam, ne sıkıntım olabilir yea. hehe. buranın öncesi daha korkunç; atasözü var, deyim var, veriyorlar, sen kompozisyonu yazıyorsun. herkes aynı yazar bunları da. mesela ayağını yorganına göre uzat. ayağını yorganına göre uzat üzerine kompozisyon yazarken herkes, çok zenginken fakirleyen, ayağını hiç de yorganına göre uzatmayan o hayali kahraman komşu nurten teyze'den bahseder. ben de bahsettim uzun uzun. 3 puan daha alayım diye kadının tutunacak dalını bırakmadım, ayağını yorganına göre uzatmadığından hep hısım akraba sırtını döndü kadına. aldığım not da kaç? 70. senin gibi edebiyat hocasının da ben ta amına koyayım hüseyin. kabilesini siktiğiminin gremlini ya. puan diye kaç yaşında nurten teyze'yi sersefil, aç biilaç bıraktım. bunu yapan adamın nesir ürünü olur mu? olur, niye olmasın. az olur ama candan olur. gerçi nesir de tarzım değil. gerçi olsa ne olacaksa? vaktiyle tarzı nesir olan bir ırz düşmanının elin nikahlı kadınına yazdığı mektuplar bulundu mesela, ibret olsun diye kaç senedir basıyorlar. milenyum falkon kitabın adı. yarın şakasına yaptım da diyemezsin. bereket bizi adam yerine koyan yo.. yok, olmadı bu. -yemin ederim polyanna'nın sadece adı var, burada imkansızlıklar içinde ne mucizeler yaratıyoruz-

    gelin ata binmiş ya kısmet demiş. üstelik eşkıya dünyaya hükümdar olmaz. bu kadar edebiyat, sanat konuştuğumuz yeter, şimdi zaman temize çıkma zamanı; köpekler gibi pişmanım nurten teyze, ne yazdıysam hüseyin ibnesi yüzünden yazdım.

    gidişin aklıma mıh, uykularıma kabus. -oğlum insan heves ediyor lan-
  • bazen her şeyi anlatmak için yazıyoruz, bazen de her şeyi saklamak için. hangisinde daha gerçek oluyoruz peki?

    ipucu: “insan söylediklerinden daha fazla sakladıklarıyla insandır.” - albert camus
  • "elimde kelimeleri yere saçılmasınlar, diye özenle tutuyorum." *

    yazmak bir mucize. böyle demiş nuri abi. ben de öyle düşünüyorum. bir çok noktada aynı şeyi düşünüyoruz. yazar değilim. haddime değil. ama yazmak benim için de bir mucize. buna itiraz istemem.

    kitaplığın önünde bir ileri bir geri giderim. belli ki bir şey aranırım. canımı sıkan bir şey olduğunda ve ben onun hangi şey olduğunu anlayamazsam eğer, kitaplara saldırırım. öyle kontrollü bir dadanış değil. 'hunharca' diyeceğim ama cümle içinde nasıl durur bilemiyorum. kurabiye canavarı gibi. o değil de, hep onu düşündüm ben yıllarca: bu canavar kurabiyeleri yutmuyorsa neden yiyor? peki o dökülen kurabiyeleri kim temizliyor? konumuz bu değil. ah anne. neyse. kitaplar... okuyacağımdan değil, döküp saçacağımdan saldırırım kitaplara.

    nerede diye bakıyorum. canımı sıkan o şeyi buralara bir yerlere çizdim daha öncesinden. çizmiş olmam lazım. çünkü ilk defa karşılaştığım bir sorunda mideme yumruk yemiş gibi kıvranırım yatakta. öyle değil bu sefer. bağışıklığım var. hissediyorum. tanıdık, ağzıma gelen o tad. madem bilindik bir suç üzerimdeki, çaresi buralarda bir yerlerde diye düşünürüm. yeni baştan depresyona girmeye gerek yok. buralarda bir yerlerde girilmişi olacaktı. ah anne, nereye koydun?

    "gece, otel odasında elinize alıp inceleyin geceyi; dünkünden farklı bir maddeden yapılmıştır."*

    otel ve gece. burada bir şeyler mi var?

    bir otel odasındaymışım, 13 gün önce. çok zaman geçmiş gibi olur ya üzülünce. ne diyordu holden "bir şeye üzülüyorsam, tuvalete gitmem gerekse bile gitmem. üzülmekten gidemem. üzülmeyi bırakıp gidemem". ah, zaman da biz üzülünce bir yere gidemiyor olsa gerek. çok uzun zaman geçmiş gibi geliyordu. moralim de düzelmeye başlamıştı inceden. zaman geçtikçe çünkü; insan pişmanlığın azalacağını düşünür. azalmıştır diye düşünüyordum. ayağım kaşındı o sırada. konu ile alakasız değil. elimi ayağıma uzattım. otelde kalırken duşakabinin kenarına vurmuştum da kanamıştı. kabuk bağlamış. bir an kendi kendime düşündüm: "kabuk hala buralardaysa, pişmanlık çok uzağa gitmiş olamaz". nitekim öyle imiş. halen pişmanım.

    derdim otel değil. otelde bıraktıklarım da değil. başka bir şeyler var.

    bir ileri bir geri...

    elimde ayşe şasa, bir ruh macerası.

    rastgele açılmış sayfada, boyası tükenmekte olan gazlı kalemin belirsizce çizdiği cümle. "sen çocukluğunu atlatamamışsın, dikkat etmezsen gençliğini de yaşayamazsın." ah çocukluğum. bugünlerde üzerine gidilmeye ne kadar müsait. eskitmemek gerek. acıları da eskitmemek gerek.

    “bir arap şairi şöyle demiş,
    savaşta yenilen halkına,
    ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır” *

    çok yıpratmamak lazım melankoliyi de. azaltmadan, idarelice kullanmak. çocukluğuma yüklenmekten vazgeçtim. demek ki, vazgeçebildiğime göre... haha.. onu da çok sevmedim. ah çocukluğum, sen de mi bendeki yazma/keşfetme merakından başka bir şey değildin? sana da yazık.

    başka bir kitap...

    "dünyada benim ihtiyaç duyduğum kadar sabır var mı milena?" *

    ah garip kafka. benim gibi bir aptal tarafından acınıyor olmak bile, sana acı olarak yetermiş aslında ama sen göremedin. milena'ya mektuplar'ı okuyorum biraz. yok, okumuyorum da; atıştırıyorum. çizilmiş satırlar arasında kaybolan o şeyi arıyorum. sabır? neden burada durdum bilmiyorum. sabırlı olsaydım, kitabı sonuna kadar okuyabilirdim herhalde. her seferinde milena'ya kızıp bırakmazdım. ah kafka, modern zamanların kankaları kovalasın seni. "bırak o kızı oğlum, ondan sana hayır yok!". ne demişti hani? "evet haklısın, onu seviyorum. ama f. seni de seviyorum". tam bir kadın gibi. tam bir karışık. çok merak etmiyorum milena'nın kafka'ya neler yazdığını. çok sevilen bir kadının yazacağı şeyler aşağı yukarı belli. hah, kızıyorum gene. aradığım bu kitapta yok, burada ise de; onu bulmak için yeterince "sabırlı" olamayacağım.

    "aldatıldığımız önemli değildi oysa,
    herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak"*

    hayır, hayır... hatırlamak, unutmak meselesi değil. aldanmak mı? hayır. benim aldanışlarım, olsa olsa adaletin tecellisidir. aldanmak benim için ödeşmek; barışamadığım geçmişle. berabere kalana kadar, beraber olana kadar; aldanmaya itiraz etmeye hakkım yoktur.

    geç...

    "gözlerim biraz karanlık. içinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, cipralexler, turgutlar, edipler, sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen başağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.

    gözlerim biraz yorgun. içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler...

    (...)

    hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. ama geçecek hepsi, geçecek. şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.

    (...)

    sen adımını attığın andan itibaren hira dinginliğine dönüşecek ortalık.

    tanrı bizimle de konuşur belki."*

    burada dur. burada var bir şeyler. diğer elindeki kitabı bırak. daha fazla dağıtma. biraz dinlen.
    nereye geldiğine bak. turuncu ile çizilmiş satırların olduğu kitap. ilk sayfaya git. çaprazlama atılmış tarih: aralık'11. tam da başladığın yerdesin.

    yazmak, benim için yeniden başlamak. yeniden yazmaya başlamak. düştüğü yerden kalkar gibi.
  • " size hiç kimse öğüt veremez ve yardım edemez, hiç kimse. yapmanız gereken içinize dönmek; size yazmanızı buyuran nedeni araştırıp ele geçirmeye bakınız; yüreğinizin ta en dip köşesinde kök salıp salmadığını araştırınız, yazmanız yasaklandı diyelim ölür müydünüz, yaşar mıydınız eskisi gibi.."
    rainer maria rilke, kendisine mektup eşliğinde şiirlerini göndererek, görüşünü isteyen genç şair franz kappus'a böyle diyordu.

    "yazdım kurtuldum; yazmasaydım ölecektim" diyen sait faik'le, yazmanız yasaklansa ölür müydünüz diye soran rilke yaşamakla yazmayı bir tutmuşlardı.
    bazen yazamamak öldürürebilir, bazen de yazmak..
    olympe de gouges, bir fransız kadın yazar. dönemin erkek egemen bir bildirgesine cevaben kadın ve yurttaş hakları bildirgesi'ni yayınladığı için giyotin ile idam edildi.
    1936-1939 ispanya iç savaşı sırasında federico garcia lorca, bir şiirinden sonra göz altına alınıp, kurşuna dizildi.
    sadrazam bayram paşa'yı eleştiren, hicivleri ve sivri diliyle ünlü nef-i'nin ölüme mahkum edildiğini, yine bir sadrazam kurbanı figani'nin aynı kaderi paylaştığını biliyoruz.

    yazmak öldürmüyorsa da ölümü göze almaktır. yazarken acı çekmeyen bir tek edebiyatçı var mıdır, sanmam.
    steinbeck, "yazmakta bir şey yok" der, "tek yapacağınız daktilonun başına geçmek ve kanamak”
    balzac, kafka, orwell ve daha niceleri yazmak için hayatlarını heba etmişlerdi.

    tarih, yıllar sonra kutsanan, itibarları iade edilen sayısız şair ve yazarın sadece yazdıkları için sürüldüğünü, hapislerde çürütüldüğünü hatta yakıldığını anlatıyor.

    yazmak .. lakin nereye kadar ve ne pahasına..
    neyse ki, "ruh yazının icadından beri ölümsüz." *
hesabın var mı? giriş yap