• emil michel cioran kitabi. okudugum en cesur soylemlere sahip kitaplardan biri. gozlerinizi oyle cok acmaniza neden oluyor ki, bir sure yanmasina engel olamamaya basliyorsunuz- gibi.
  • ilk defa dinleyeceğiniz bir şarkı, ayrıntılarını keşfetmek için saatlerce gözünüzü ayırmadan izleyeceğiniz bir resim, ama asla yalnızca bir kitap değil.

    “nerede tükettin ömrünü? bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firari bir cinnet – geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. iz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki?”
    emil michel cioran
  • emil michel cioran'ın en bilinen kitabıdır. kitaptan:

    "kant'ta artık hiçbir insanî zayıflığı, hüznün hiçbir hakikî vurgusunu göremez hale geldiğim an felsefeden yüz çevirdim;kant'ta ve bütün filozoflarda... müzikle, mistik pratiklerle ve şiirle karşılaştırıldığında, felsefî faaliyet, sadece utangaçlarla ılımlıların gözünde itibarı olan şaibeli bir derinlikle ve azalmış bir canlılıkla ilgilidir. hem zaten felsefe -gayri şahsî endişe, kansız fikirlere sığınma- hayatın baştan çıkarıcı taşkınlığından kaçanların yoludur. hemen hemen bütün filozofların sonu iyi olmuştur; işte felsefeye karşı baş gerekçe. sokrates'in sonu bile hiç trajik değildir: bir yanlış anlamadır; bir pedagogun sonudur- ve eğer nietzsche deliliğe gömüldüyse, şair ve mütefekkir olaraktır bu: akıl yürütmelerinin değil, vecdlerinin kefaretini ödemiştir. "
  • bazı kitaplar yıkıcıdır, okurken gözleriniz dolar. bunun sebebi sizi sizle çarpmasıdır. yani yazarın elinde sadece "acılar" vardır. ve acıların aslında evrensel ve ortak olduğu, birbirimizden çok farklı sıkıntılara düşmediğimiz ve hatta hepimizin yaşadığı "acıların" tamamen aynı olduğu sadece renklerinin değiştiğini düşünürsek, cioran bunu en iyi ortaya serenlerden biridir. bu intihar sebebi kitabında da -gerçekten öyle, cioran okuyup intihar edenlerin sayısı azımsanmayacak kadardır, özellikle romanya'da- büyük tokatlar atılır okuyucuya;

    "bir hastanenin bekleme salonundaydım: yaşlı bir kadın bana dertlerini anlatıyordu... insanların tartıştıkları şeyler, tarihteki kasırgalar - onun gözünde bir hiçtiler: zaman ve mekân içinde bir tek onun derdi hüküm sürüyordu. "yemek yiyemiyorum, uyku uyuyamıyorum, korkuyorum, mutlaka cerahat var," diye sıralıyordu, dünyanın kaderi buna bağlıymış gibi çenesini sıvazlayarak...
    tiridi çıkmış, çenesi düşük bir kadının kendine dikkat edişindeki bu aşırılık, önce beni dehşetle tiksinti arasında kararsız bıraktı; sonra, sıra bana gelmeden hastaneden çıktım gittim, ağrılarıma ilelebet "sırt çevirmeye" karar vermiştim...
    "her bir dakikamın elli dokuz saniyesi," diye söylendim sokaklarda, "acıya ya da... acı fikrine vakfedilmiş. keşke bir taş olabilseydim! 'yürek': bütün azapların kökeni... nesneye imreniyorum... maddenin ve donukluğun lütfuna... küçük bir sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş gibi görünüyor. kendinden çıkmak günah işlemektir. rüzgâr, havanın çılgınlığı! müzik, sessizliğin çılgınlığı!
    bu dünya hayatın önünde pes ederek hiçliğe karşı kusur işlemiştir... hareketten ve rüyalarımdan istifa ediyorum. nâmevcudiyet! tek zaferim sen olacaksın... 'arzu', sözlüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! yarınların başdöndürücü şakası önünde geriliyorum. ve bazı ümitlerimi hâlâ muhafaza etsem dahi, "ümit etme melekemi" hepten kaybettim."
  • sartre'nin bulantı'sının, pessoa'nın huzursuzluğun kitabı'nın, camus'nun düşüş'ünün, aruoba'nın de ki işte'sinin ve dahi joyce'un ulysses'inin yanına koyduğum cioran kitabı.

    peki nedir bu kitapların ortak noktası?

    ben bunların tam olarak benden ne istediklerini anlayamadım; eğer zil çalmadan önce sürem kalırsa bir daha dönüp bakmak istiyorum kendilerine. bakalım kısmet artık!

    çürümenin kitabı'yla olabildiğince zihin açıklığımla ve izole bir ortamda, tam 1 hafta boyunca cebelleştim. aslında 166 sayfalık ince bir kitap ama yok arkadaş ana fikri nedir? benden beklentisi nedir? bir türlü idrak edemedim. tamam cümle cümle altını çizdiğim, içselleştirdiğim kısımlar belki de 10-15 sayfa tutuyor, ancak o anladığım satırları tekrar tekrar okusam da yine de nihai bir yargıya ulaşmam mümkün olamadı. tamam da ne yani?

    insan bu durumda ne yapar? kitap hakkındaki yorumları, incelemeleri, blogları okur değil mi, ben de tam olarak onu yaptım; belki anlayan birileri vardır da onun izah etmesinden ben de idrak ederim umuduyla:

    ama yok arkadaş, yorumların en babası: "şöyle güzel kitap, böyle başucu kitap, hayatıma yön veren kitap ama anlayamazsınız" demiş geçmiş. tamam da ne yani? biz şimdi bu kitabı okuduktan kelli ne gibi bir ibret almamız gerekiyor? yada ne bileyim illaki ibretlik olması gerekmez de total toplamda öğrendiğimiz hayat felsefesi ne?

    bana de ki: "sonuç olarak insanlar yavşak, hayat anlamsız, acılarımız sonsuz, mutluluklarımız sahte, aşklar yalan, allah yok, kahramanlar bok, melankoli çok, ee ölelim biz o zaman" de, başımla beraber; yekten kafama sıkmazsam terbiyesiz evladıyım!

    ama yok sanki tam olarak bunu da demiyorsun, yani mesajın açık değil. hal böyle olunca şimdi bok yoluna da gitmek istemiyor insan.

    peki ben son çare olarak ne yaptım? kitabı orta yerinden açtım, tam karşımdaki koltuğa koydum. önünde de bir sehpa var. dedim, bunu yazdığına göre, tam manasıyla ne anlatmak istediğini bilse bilse cioran reis bilir; ben bunun ruhunu bir çağırayım. çağırayım da kendisiyle mini bir söyleşi edeyim. vallahi de billahi de geldi cioran dede, kitabı koyduğum koltuğun üstünde belirdi hem de:

    cioran'la konuştum haberler iyi!

    iyice ihtiyarlamış, yüzü gözü kırışmış, saçı başı dağılmış, ahirette iki elim kendi yakamda moduna girdi odaya, esasen akça pakça nurlu bir dede olmuş kendileri. dedim, üstad sıkma kendini, boğma, raad ol lütfen.

    bu hemen gevşedi tabii, ilk evveli "bir kadeh chateau lafite'niz* var mı? diye sordu. dedim: "o yok, pamukkale senfoni çalkarası var, içersen?"

    "olur, getir" dedi. derhal açtım şarabını, kadehini önüne koyup doldurdum. "şişe kalsın" dedi. bıraktım sehpaya. geçtim karşısındaki koltuğa.

    üstad, dedim kusura kalma, seni de rahatsız ettik ama böyle böyle bir kitap yazmışsın, ben bunu ne yapsam ne etsem idrak edemedim, o nedenle ilk kaynaktan dinlemek istedim; nedir bu eserin esbab-ı mucibesi?

    üstad, şarabından kallavi bir yudum daha aldı: "rokfor* var mı?" diye sordu. sanki bana fransız asilzadesi aq! altı üstü tepecikli romensin sen lan! denmez tabii öyle misafirdir sonuçta.

    dedim, o yok ama istersen bergama tulumu var, yersen getireyim? "olur" dedi. bir ufak çatalla birlikte bir kalıp peyniri üstadın önüne koydum. üstad peynirden bir çatal aldı, şaraptan bir kadeh daha doldurdu, yüzünü ekşitti ve "hiç bir bok anlamadın mı?" kitaptan diye sordu.

    ya biraz anladım aslında, canlı olmanın gülünçlüğü, hayat gailesinin beyhudeliği gibi şeyler. ama sonuçta tam olarak ne yapıyoruz? intihar ediyor muyuz etmiyor muyuz?

    bak, dedi, intiharla ilgili şunu demişim: 'kendi hükmünü mutlak olarak elinde bulundurmak ve bunu kullanmamak… bundan daha esrarengiz bir yetenek var mıdır? intiharın mümkün olduğu tesellisi, soluksuz kaldığımız o mekânı sonsuz bir alana çevirir. kendimizi yok etme fikri, buna ulaşma yollarının çokluğu, kolaylığı ve yakınlığı sevindirir ve ürkütür bizi; zira kendimiz hakkında geri dönüşsüz bir şekilde karar verdiğimiz o hareketten daha basit ve daha korkunç bir şey yoktur. tek bir anda bütün anları ortadan kaldırırız; bunu tanrı bile yapamazdı. fakat palavracı iblisler olduğumuzdan sonumuzu erteleriz: özgürlük gösterişinden, kibrimizin oyunundan nasıl vazgeçebilirdik ki?'

    ben bundan, hani intiharın bir seçenek olarak önümüzde durması, rahatlatıcı bir olgu, ne bileyim gereğinde hayata çok sıkışırsak filan "ne olacak amk. intihar eder geçerim" gibisine bir kozumuz var, bunu anlıyorum, dedim.

    "doğru anlamışsın işte evlat" dedi "az bişi streaky bacon* var mı?" diye ekledi. vay amınakoyum öbür tarafta aç mı bırakıyorlar felsefecileri nedir!

    dedim, üstad ondan yok ama bim'in piliç sosisinden var, lé lezita; ister misin? üstad onu istemedi, bir kadeh daha şarap doldurup, bergama tulumundan devam etti.

    peki, dedim, üstad allasen şu laf ne demek: "ve geçmiş üzüntülerimizin tamamını mevcudunda bulunduran, mucizevi bir şekilde güncel bir hafızamız olsaydı, böyle bir yükün altında çökerdik."

    üstad: evladım, dedi, sen bu kitabı ilk kez eline aldığın anı hatırlıyor musun?

    dedim, yani genel olarak kitapları internetten sipariş ediyorum, eve gelince koliyi açıp okunacaklar rafına yerleştiriyorum, öyle yani niye ki? dedim.

    üstad, öyle değil işte hayatım, dedi, bu kitabı sana vaktiyle bir hanım kız hediye etmişti, hatta bir mekanda eline kadar getirip vermişti de sen bu kitaba şöyle bir bakıp "aa adını duymuştum, çok mersi" dediydin ama sonra kitabı o mekanda unutup almadan gittiydin, dedi.

    geçmiş zaman, pek hatırlayamadım üstad, dedim. "hatırlama zaten, hatırlarsan çökersin işte" dedi. "bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz?" diye devam etti. anladım üstad, dedim anladım peki hiç mi çaresi yok?

    "çare bulma saplantısı bir uygarlığın sonunun belirtisidir; selâmet arayışı da bir felsefenin sonunun..., çare aramayı bırak evlat" dedi.

    aslında üstad ömrüm boyunca özgür olmayı istedim, hiç kimseye ve hiç bir şeye bağımlı olmadan, ruhumu özgür kılmayı istedim, dedim.

    "özgür olmayı deneyin; açlıktan ölürsünüz. bütün aşağılanmalarımız açlıktan ölmeye karar veremememizden gelir" dedi. (bunu pek anlayamadım, özgür olsaydım 2 yumurta da kıramaz mıydım yani?)

    iyi de üstad canım sıkılıyor, dedim.

    "can sıkıntısı, hiçbir inanç adına yaşamayıp, hiçbir inanç adına ölmeyenlerin çektikleri azabın adıdır, onu kafana takma, inanmamaya mecbursun zira" dedi.

    o vakit keşke inançlı, mütedeyyin bir adam olsaydım, dedim.

    üstad: "bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: en büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. bütün cinayetlerin sorumluluğu tapma gücündedir: bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır. hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvani temelini açığa vurmasın." dedi. (ışid'i diyor zaar!)

    üstad şişede kalan şarabı kafasına dikip peş peşe kesintisiz devam etti:

    "fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar..." (faşizm bu mu ki!)

    "iktidarı arzulamak, insanın en büyük lanetidir." (sanki burda başkanlık sistemine bir gönderme var!)

    "etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz. konuşanların sırrı yoktur. ve hepimiz konuşuruz. kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız."

    dedim, evet:"verem ettin sen beni, nasıl verem olmayım, eller sarıyor seni..."

    öyle değil lan! dedi üstad, hemen ağlak ağlak cem adrian'a bağlama; hadi ben kaçtım, yolumu anca bulurum, zira zırt pırt kayboluyorum, alzheimer'dan öldüm ben oğlum zaten! dedi. oturduğu yerden havalandı.

    buruşuk ellerine yabıştım ama öptürmedi; bir anda bulut oldu, buhar oldu sanki, kayboldu. baktım, oturduğu koltuğa çürümüş bir dilim portakal düşürmüş, bir şişe senfoni'yi ve yarım kalıp tulumu da gömmüş, geride kalanları aldım saklamadan koklamadan çöpe attım, zira o şarkı da benim için değildi, bu kez anladım.

    sonuç: beyler/efendiler sonuçta ölmemize gerek yokmuş yani; zira cioran üstad deseydi ki ölün, yine de ona derdik ki hassiktir artis! kendin seksen küsur yaşına kadar yaşamışsın, bunak moruk seni! ama öyle demedi allahtan! normal yaşıyoruz yani. çürüsek de çürütsek de anıları silip, sahteliklerle devam ediyoruz; mutlu aşk yoktur! bunu unutmuyoruz. selametle! aforizma sıçmayın aforizma!
  • anlatmaya çalıştığı tam olarak şudur:
    - sen bir geri zekalısın, yaptığın hiçbir şey dünyanın akışına etki etmeyecek. sen tam bir işe yaramazsın. ölüp gideceksin ve seni kimse siklemeyecek. siktir ol git bu dünyadan.
  • "tüm duygular, salgı bezlerinin mutlaklığına dayanır." gibisinden bir cümle barındıran kitap. bunu okuyunca korktum, okumadım kitabı. cehalet mutluluktu çünkü, ve ben mutlu olmak istiyordum.
  • kitabı yazdığında aldığı ilk eleştiri şuydu: cioran bey siz farkında değilsiniz ama bu kitap gençlerinde eline geçebilir!!
  • okuyunca mahremiyet denen şeyin, kişinin kendine itirafta zorlandıklarının lime lime edildiğini gördüğünüz kitap.

    "başka yer saplantısı anın imkansız olmasıdır; bu imkansızlık da nostaljinin ta kendisidir."
  • çürümenin kitabı.

    cioran'ın 1936 yılında yazmaya başladığı, 3 yıl süreyle, tekrar tekrar okuyup yeniden yazarak tamamladığı salt kitaptan öte bir şey. okuma ve/ya okunmanın kutsal tabirini takınacak bir durum varsa şayet bu kitap onların arasında olabilir.

    ilginç bir not söylenecekse, zamanın le monde gazetesinin eleştirmeni cioran'a bu kitabı için şu sözleri sarf etmiştir;

    "siz farkında değilsiniz ama bu kitap gençlerin eline de geçebilir"

    bu kitapta da kendisinin de dediği gibi kurtuluşu için ifade etme yolundan gitmiştir.

    "bir kitap hayatınızdır, ya da hayatınızın bir bölümüdür ve sizi dışarıya çıkarır. sevdiğimiz her şeyden yakayı sıyırırız orda, aynı zamanda da özellikle nefret ettiğimiz her şeyden. daha da ileri gideceğim: eğer yazmamış olsaydım katil olabilirdim. ifade etmek bir kurtuluştur“
hesabın var mı? giriş yap