• ben geçenlerde bunu masanın üzerinde gördüm.
    bardak kadar, sürahi kadar vardı, gerçekti ve masanın üzerindeydi.
    allah düşmanıma vermesin feci çirkindi.
    müdahil olamadım, benim değildi. seyrettim sadece ve zannımca hayatımın en acı anlarını yaşadım bu yarrak gibi his masanın üzerinde dururken. hiç birşey yapamadım. dokunamadım, masadan alıp kaldırıp vitrine koyamadım, saklayamadım, teselli edemedim.
    bir boka mani olamadım lan, tutamadım.
    duydum sadece. dinleyemedim bile acımdan, anlayamadım da, şey duydum,
    ''özlem anamı sikeydi de hayatta olaydı.''
    olm çok gerçekti lan. ne olur anlayın.
    beyler öleceğiz. koşun lan. ne olur koşun.
    oğlum tek gerçeğin ölüm olduğu bir dünyadayız ne olur farkına varın.
    bazen diyorum allah size bu farkındalığı sağlayacak acıyı vermesin, bazen de diyorum anlayın ibneler.
    karar veremiyorum beyler.
    ben galiba insana kıyamıyorum.
    ne olur pişman olmayın beyler, ne olur pişman olmayın.
  • hastanede olum belgelerini imzalarken gormek istiyorum dedim.

    haber verecegiz bekleyin dediler.

    bekledim. ne kadar bilmiyorum.

    sonra geldi biri, adli vaka var iceri alamiyoruz dedi. tamam dedim. adli vaka varsa yanlis bir seye neden olmayalim. sabah goruruz.

    ben anlayisli olacagim zamani sikeyim.

    annemin kokusunu hatirliyorum. tenini. sicakligini. sarilmayi. gozlerimi kapadigimda anneme sarilabiliyorum o yuzden. yogun bakima gonderirken vedalastim ben annemle.

    ama ablam soguk.

    gozumu ne zaman kapatsam, hortumdan yana kaymis bi agiz, soka girdigi icin acik gozler ve buz gibi, ama buz gibi bir vucut sariliyor bana.

    keske israr etseydim. keske hala sicakken, kendi kokusu ustundeyken, o morg soguguyla sarmalanmamisken sarilsaydim ablama. kokusunu cekseydim icime.

    simdi yoksunluk krizlerim yetmezmis gibi, ablami normal haliyle hatirlayamiyorum. kocaman pismanlik icimde. nereden tutarsam elimde kaliyor.
  • bundan 5 sene önce diasa'da çalışıyorum...
    kasiyerim.
    çalıştığım muhit alkolik dolu. çalışmak zor. çünkü alkolikler paraları olmasa dahi içki almaya çalışıyor. vermezsek ölümle tehdit ediyor, gözleri kara, korkumuz can... veriyoruz biraları eksik paraya hatta parasız...

    günlerden birgün bir adam geldi markete. salçalara baktı uzun. elinde dia marka bir salçayla kasaya yaklaştı. 50 kuruşum yok, alabilir miyim salçayı dedi... sertçe ''yok'' dedim. adam salçayı aldığı yere bıraktı. gitti.

    oysa alkoliklere parasız bile içki veriyorduk can korkusuna. nasıl boşluğuma geldi bilmiyorum.

    aradan 5 yıl geçti. hala kalbim ağrır.
  • "pişmanlık, geç kalmış bir aydınlanmadır."

    joseph campbell - the hero with a thousand faces
  • huzurevleri yaşlı ve kimsesizler için değil mi?
    yaşlılığın bir alt sınırı var mı bilmiyorum ama kimsesizliğin üst sınırındaydım ve buradayım işte.
    zihnimin odalarında orada tanıştığım bir amcayla şöyle bir konuşma geçiyor aramızda:
    -pişmanlıkları unutmalı, boşuna içine doldurmamalı insan. o duygu çok kemirgendir, içini oyar, o oyuklarda gizlenir. bunu unutma. tamam hatırlıyor insan, ona ne çare. hatırlamanın önüne geçemezsin. ama aklında tut.
    +nasıl yani?
    -kalbine geçmesine izin verme, aklında tut. oradan atılır ama kalbe girerse orayı oyar, oraya yığılır...
  • vicdanın yara izi. yara, gündelik telaşelere mecburen daldıkça bir şekilde kabuk bağlıyor, acısı da gitgide hafifleyerek kaybolabiliyor, lakin o iz hep orada, gözün ve gönlün kıyısında duruyor, niçin oluştuğunu ve "ondan" sonra nasıl hareket etmeniz gerektiğini hatırlatıyor.

    son yıllarda garip bir şekilde yoldaşım, yolumu şekillendirenim bu arkadaş. bir yerden sonra tecrübesine güvenmeyi acı da olsa öğrendiğim, daha doğrusu kabullenmek zorunda kaldığım için, kararlarımın pek çoğunu ona danışıyorum, insanların tüm eleştirilerine ve tuhaf karşılamalarına rağmen onunla istişare etmeyi önemsiyorum. zira izi katman katman, öyle bir çırpıda silip sıyrılabileceğim türden değil, o yüzden kendisini zararlı bir düşman ya da kahırdan ziyade bir lütuf olarak görmek, bir sakinlik, buruk da olsa bir huzur veriyor. ki çok çok istiyor olsam da zamanı geri döndüremem, onun o kadar tecrübeyi edinmesine sebep olduğum hiçbir şeyi değiştiremem, ama "öğreticiliğini" kabullenmek, kılavuzluğuna başvurarak gönlünü almak yola mümkün olduğunca dikkatli devam etmemi de sağlıyor.

    abim, son yıllarında, diyalizin günden güne bitap düşürdüğü vücudunu taşıyamaz olmuştu. gezmeyi çok seven, yeni yerler ve tatlar keşfettikçe mutlu olan, derununda yaşam enerjisiyle dolu, pırıl pırıl bir gençti aslında; lakin yok denecek seviyelere düşen tansiyonu dolayısıyla artık kolay kolay yürüyemiyor, yürüse de iki adımda bir dinlenmesi gerekiyordu. o yüzden babam, bir tekerlekli sandalye almıştı, yakın yerlere onunla çıkarıyor, gezdiriyordu abimi. o hâle gelmeden, o kadar bitap düşmeden önce, babamla gitmediği yerlerin çoğuna beraber giderdik, kimi zaman zorunlu, çoğu zaman gönüllü şekilde refakatçilik ederdim ona, lakin iş tekerlekli sandalye olayına gelip dayanınca, yaşımın cahilliğinden, pek yanaşmak istemedim. o yıllarda şimdikinden daha çelimsiz olan bünyemi bahane ettim, yeni taşındığımız mahalle hep yokuş, başaramam sürmeyi, sandalyeden seni düşürürüm dedim. itiraf etmeliyim ki, o "görevden" asıl kaçış sebebim çok çok başkaydı. zira bir gün abim, pazara çıkmak istemişti yine, o yasak olduğu için doyamadığı ama almadan da edemediği meyveleri elleriyle seçmek istemişti. babama yardım için ben de yanlarında gitmiştim hâliyle. yine bitkindi abim, zaten o kadar zayıflamıştı ki, kemikleri sayılıyordu neredeyse, kıyafetlerinin içinde ufala ufala kayboluyordu cancağızım. üstü başı da iyiydi aslında, çünkü iyi yerlerden giyinmeyi çok sevdiği için, o yıllarda bizim gibi ailelerin pek yanına yanaşamadığı markalardan alışveriş yapardı. lakin bir meyve tezgâhından istediklerini seçerken, bir kadın yanaştı yanına, eline para vermek istedi abimin. abim, kadıncağızı bozmadan ama yorgunca da gülümseyerek, "ben dilenci değilim abla" dedi. babam da gereken şekilde müdahale etti duruma. lakin henüz birkaç ay evvel taşındığımız yerde öyle bir manzarayla muhatap olmak yetmişti bana, zira onur, benim için oldum olası mühim bir kavramdı ve o cahil yıllarımda her şeyden ve herkesten önce geliyordu. o yüzden, babam yokken tekerlekli sandalye ile çıkmayı kesinlikle kabul etmedim, hem de abimin tüm isteğine rağmen! birkaç ay sonra ise, ne benim insafıma ne de o tekerleklere ihtiyacı kaldı abimin, bir kuş gibi kanatlanıp uçtu, ebedi yurduna göçtü...

    tekerlekli sandalye, ondan geriye kalan üç beş eşyadan biriydi. pek çok şeyi ihtiyaç sahiplerine vermişti babam, ama o kaldı. bazen, hacca giden hasta ve yaşlı ahbaplardan emanet alan oldu, hattâ son zamanlarında babam da bir defa onunla hastaneye götürüldü büyük abim tarafından, babamdan sonra ise bir köşeye kaldırıldı. lakin hayat garip bir döngüden ibaret; annem, hem ilerleyen yaşı hem de iyice artan skolyozu dolayısıyla rahat yürüyemez oldu son yıllarda. resmî dairelerde bir işi olduğunda tekerlekli sandalye ile götürdü abim, umrede de bizimleydi aynı sandalye ve orada çok, çok yardımcı oldu bana. mescid-i haram'ın üst katlarında anneme onunla tavaf yaptırırken, merhum abim ciğerimde bir sızı misali dolaştı bizimle; her şavtta, ah dedim sık sık, keşke onunla da gelebilseymişim bu mübarek beldeye, bu eşsiz mekâna. keşke ona burada da hizmet edebilseymişim...

    umre dönüşünden sonra, bilhassa yaz aylarında rahatsızlıkları artan annemi parka ya da yakın yerlere yürüyerek götürmem iyice zorlaştığı için, tekerlekli sandalyeyi geri getirttim, kapıya bisiklet kilidi ile sabitledim. zira yakın mesafeye taksi çağırdığımızda illaki insafsızlık edip homurdanıyorlar, aldıkları sabit paraya rağmen "şu kadarcık yer için mi bizi sıradan çıkarttırdın abla" deyip insanı pişman ediyorlar. kimseye minnet etmeden kendi işimi kendim görmeliyim huyum da iflah olmadığı için, arabası olan konu komşunun yardım tekliflerini de teşekkür edip geri çeviriyorum, hâliyle, tekerlekli sandalyenin en iyi çözüm olacağını düşündüm. abimin sağlığında yaptığım o cahilliğin pişmanlığı hep aklımın köşesinde olduğu için, kaç aydır, yarı merakla yarı da acıyarak bakan gözlere aldırmadan, pek çok sefer yaptık kendisiyle; lakin yokuşlar, ah o kâbusum olan yokuşlar, ne zaman dışarı çıksak, demokles'in kılıcı gibi ensemde duruyorlar! o yokuşları ve inişleri bir sorun yaşamadan geçebilmek için kendimi korkuyla kasarken bazen acı acı düşünüyorum, ey pişmanlık, keşke yolumu sadece mecazen sağlamlaştırmasan diyorum. geçen gün yine onları birilerinden yardım almadan ve müşkülpesent ana kraliçeyi fazla sarsıp söylendirmeden geçeyim derken, sağ bacağımı, biraz fren biraz da itici kuvvet olarak kullandığım için birkaç yerden morartmışım. geçen defa, sandalyenin kulpları da karnımda birkaç morartı hatıra bırakmıştı, bu sefer biraz daha dikkatli davranmış olmalıyım ki yoldaşın nişaneleri sadece bacağımda oluşmuş. dün ve bugün, o morluklara bakarken düşünmeden ve buruk buruk gülümsemeden edemedim; umarım pişmanlıklarımın keffareti olursunuz ve âhirette abimin yüzüne bakabilmeme vesile olursunuz dedim.

    tam da bu duygular içindeyken, dün akşam da kemal sayar'ın bir tweet'ini gördüm:
    "pişmanlığı kabul, yeryüzünde yanılabilir bir insan olduğumuzu da kabulleniştir. geçmiş orada durmaya devam ediyor ama yarını, oradan öğrendiğimle, yepyeni bir biçimde inşa edebilirim. samimi pişmanlık, dünden daha iyi yaşanacak bir geleceği bahşeder." diyordu. ah tevafuklar, yeter ki idrak edebilsek, onların bile nice ayrı hikmeti var.
  • uzun yıllar ölmek üzere olan hastalara hemşirelik etmiş bronnie ware'in anlattığına göre,
    insanların ölümle yüzleşince yaşadığı pişmanlıklar arasında başı çekenler şunlarmış:

    1- keşke diğer insanların beklentilerinden daha çok kendi hayallerimi gerçekleştirmeye çalışsaydım.
    2- keşke işe bu kadar fazla zaman ayırmasaydım.
    3- keşke duygularımı ifade edecek cesarete sahip olsaydım.
    4- keşke arkadaşlarımla bağlantıyı koparmasaydım.
    5- keşke mutlu olmayı tercih etseydim.

    ne diyeyim, geç olmadan...
  • geçenlerde çok uzun yıllardır tanıdığım bir arkadaşımla buluştum. havadan sudan konuşmalardan sonra yavaş yavaş eskilere gitmeye başladık... mimar sinan'da okuduğumuz yıllara, 1996 senesine...

    -benim evden çıkmıyordun ya bir ara olm...
    +öküz, karalar bağlamıştın aşkının derdinden, okulu bırakacam diyip duruyordun. keyfimden mi başının etini yedim?
    -keşke yapmasaydın be anarch!
    +ha?
    -olm keşke yapmasaydın da, ben okulu bıraksaydım...
    +ne yapacaktın olm, alla alla saçmalama... skip atacaktın hayatını, o kadar seneni çöpe atacaktın.
    -noldu abi o kadar seneyi çöpe atmadık da? ... keşke seni dinlemeseydim. keşke hayatımı skip atsaydım en başından...
    +olm, hayatına bak. etrafına bak. değer miydi bunların hepsini daha o yaştaya gömmeye?
    -....
    +sen ciddi ciddi böyle düşünüyorsun!!!

    bu adam üniversitede bir kıza aşık olmuştu. bir süre beraber de oldular ama, sanıyorum kız bizim elemanın onu ne kadar sevdiğini (hatta en yakın arkadaşı olan ben bile)asla göremedi, sonra da ayrıldılar. yaz tatiline girmeden önce okuldan ayrılmaya karar verdi. onunla aynı yerde yapamayacağını, onu görmeye dayanamayacağını söyledi. ne de olsa geçer, ben bunu ikna ederim dedim. bir yaz boyunca iş çıkışlarında yayına gittim... ilk iki hafta evinde saatlerce konuştum. sonra yavaş yavaş dışarı çıkmaya ikna ettim. sonra başka arkadaşlarımızla beraber dışarı çıkardık biraz aklı dağılsın diye... sürekli ailesine, sevdiklerine bunu yapmaya hakkı olmadığını, sadece bu kız yüzünden bırakıp gidemeyeceğini, onu çok güzel bir hayatın beklediğini anlattım... bir şekilde ikna oldu, okula devam etmeye karar aldı. aşık olduğu kızdan mümkün olduğunca uzak durarak okulu bitirdi. her şey yoluna girdi, önce yurtdışında bir şantiyede çalıştı sonra geri dönüp evlendi. sonra da baba oldu... ben de bunları başarmasında faydam olduğu için her mutluluğunda daha çok mutlu oldum...

    ama işte adam durdu durdu 18 sene sonra bile hala orada çakılıp kaldığını söyledi... ben hem yirmi küsür yıllık arkadaşımı daha yeni tanımış, anlamış oldum hem de hayatımda ilk kez birini bu kadar çok sevebilen bir insan tanımış oldum... üstüne üstlük hayatımda ilk kez yaptığım bir şey için de pişman oldum... iğrenç bir duyguymuş... bir daha yaparsam sksinler... bırakın insanların hayatı berbat olsun, zaten eninde sonunda oraya varıyor...
  • tüm çabalarımıza rağmen bir türlü başaramadığımız, olduramadıklarımız... karşı koymaktan, mücadele etmekten vazgeçtiğimiz tüm savaşlar... hiçbir temele oturmayan planlar, yapmaya çalışırken yıktığımız her şey. ellerimizde kuruyan susuz çiçekler, yarım kalmışlıklar, eksik hikâyeler, söylenmiş ya da suskunluğa feda edilen sözler, işte bunlar o içimizde hüzünle akan pişmanlık nehrini besleyen kaynaklar.

    pişmanlık: insanın içine, derinine değen ince bir sızıdır. sessizdir ama kulağı iyi duyar. adı geçmeye görsün en ufak bir anımsama bile onun irkilip ayağa kalkması için yeterli olur. ezberi kuvvetli hafızası iyidir, unutmaz. bazen silikleşir bazen de örtbas edilemeyecek kadar belirgin. dakiktir söz verdiği saat söz verdiği yerde olur. unutmak mümkün değildir, illa ki bir şekilde kendini hatırlatır. hayatınızda o varsa ikinci adınız belli: pişman.
  • midedeki o ünlü kelebeklerin leşlerinden çıkan kokudur.
hesabın var mı? giriş yap