• nefs-i emmare suçu hep dışarda arar. başına ne gelse falancayı filancayı suçlar. kendi ise sütten çıkmış ak kaşıktır. kendine asla toz kondurmaz.

    gerçek bir nefs-i levvame ise artık dış alemin tamamen kişinin iç aleminin bir projeksiyonu, yansıması olduğunu idrak etmiştir. dolayısıyla artık hiç kimseyi suçlamamayı, itham etmemeyi öğrenmiştir.

    olumlu olumsuz başımıza gelen her şey bilinçaltımızın yaptığı yayının bize geri dönmesinden ibarettir. hiçbir sapık, hırsız, cani, kâtil, dolandırıcı bize gelişigüzel musallat olmaz. başımıza gelen kaza, bela, musibet, hastalık kesşnlikle tesadüfi değildir. bu alemde tesadüfe, rastlantıya yer yoktur.

    üstelik bilinçaltımızı çocuklarımıza da devrederiz. hani eskilerin bir bedduası vardır, "çoluğundan çocuğundan çıksın" diye. aslında o ifade bu hakikate bir göndermedir.

    nefs-i emmare cehennem ehlinin bulunduğu şuur mertebesidir. bu basamaktaki insan sürekli bir yanış içindedir. "şu bana öyle yaptı, bu hakkımı yedi, falanca bana kazık attı, intikam almalıyım, onlara gününü göstermeliyim, düşmanlar her yerdeler, güçlü olmalıyım, kendime müttefikler bulmalıyım vs..." bunların ve benzeri hallerin tamamı yakıcı ateştir.

    böyle çarpık görüşlerin sahibi olan kimse, girdiği kısır döngü sonucu her geçen gün ateşini daha da harlar. dayanabilmek için zaman zaman kendini uyuşturmak zorunda kalır. alkolün, uyuşturucunun devrimizde bu kadar yaygın olmasının da sebebi budur.

    nefs-i levvame mertebesindeki kimsenin ise ateşi büyük ölçüde sönmüştür. gerçi harici suçlamalardan kurtulmuştur ama bu sefer de kıyasıya kendini eleştirmeye başlamıştır. haddini aşan her şey zıttına inkılap ettiği için eleştirinin dozajı aşılınca o da ateşe dönüşür ve yakmaya başlar. bundan da kurtulmayı başarmak gerekir. o zaman ateş tamamen söner. tevhid ve tevekkül halleri oluşur.
  • kulu, rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrîk eden en süflî durumdaki isyankâr nefstir. “emmâre” çok emredici demektir. bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibârettir. şehvetin esîri, şeytanın avânesi olmuş; keyfine, zevkine, günâha düşkün olan nefstir.

    nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek, onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.

    aslında nefs-i emmâre, sâhibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. nitekim bu husûsu ibn-i atâullâh el-iskenderî şöyle îzâh eder:

    “… sen asıl nefsinden kork! o nefs ki senin aleyhine çalışır. üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. oysa şeytan bile hiç olmazsa ramazan ayında insandan ayrılır. çünkü ramazan’da şeytanlara kelepçe vurulur. fakat buna rağmen ramazan ayında da devâm eden cinâyet, hırsızlık ve ahlâksızlık vak’aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.”

    cenâb-ı hakk’ın:
    “muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder.” (yûsuf, 53) âyet-i kerîmesindeki beyânı, bu mertebedeki nefse dâirdir.

    diğer taraftan insanın mânevî âlemdeki mevkii itibâriyle nefs-i emmâre, hayvanât içerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. şüphesiz ki böyle bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî âfetlerine dikkat çekmek murâd edilmiştir. nitekim şâir nev’îzâde atâî, bu hakîkati şöyle dile getirir:

    döndü ahlâk-ı zemîme mâre

    şâh-ı mârânı anın emmâre

    «her kötü ahlâk, bir yılana benzedi. bu yılanların şâhı da, nefs-i emmâre oldu.»

    bu yüzden akl-ı selîm sâhibi her mümin, nefs-i emmâre ile dâimî bir cihâd hâlindedir. bu cihâdda akıl ve irâde kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha büyük bir ziyân düşünülemez. zîrâ nefs, pek çok ulvîliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifâde ile, ebedî hüsrân ve bedbahtlığına âmil olmuştur. ancak allâh’ın yardım edip koruduğu ihlâslı kullar bundan müstesnâdır.

    nitekim mısır azîzinin hanımı züleyhâ ile hazret-i yusuf -aleyhisselâm- arasında geçen şu hâdise pek ibretlidir:

    kur’ân-ı kerîm’de bildirildiği üzere yûsuf -aleyhisselâm-, büyüyüp gelişmiş, güzelliğiyle gösterişli bir genç olmuştu. onun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan züleyhâ’yı değişik düşüncelere sevk etmişti.

    cenâb-ı hak âyet-i kerîmelerde bu hâdiseyi şöyle bildirir:

    “… kadın, o’nun nefsinden murâd almak istedi. kapıları sımsıkı kapattı ve: «– sana söylüyorum; haydi beri gel!» dedi. o ise;

    «(hâşâ), allâh’a sığınırım! zîrâ kocanız benim velînîmetimdir; o bana güzel davrandı. (bana güzel bir mevkî verdi). gerçek şudur ki, zâlimler aslâ felâh bulmaz!» dedi.”

    “andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. eğer rabbinin işâret ve îkâzını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. işte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (bürhânımızı gösterdik). şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (yûsuf, 22-24)

    yûsuf -aleyhisselâm-, allâh teâlâ’nın lutf u keremiyle mânevî yardımlara nâil olmuş ve böylece nefs-i emmâreyi temsîl mevkiindeki züleyhâ’ya meyletmekten kurtulmuştu. biz âciz kullar da, cenâb-ı hakk’a takvâ ile yönelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hâllerinden uzak bulundurmak mecbûriyetindeyiz.

    yüce rabbimizin, âkıbeti fecî olan birtakım fiillerin, daha evveliyâtına âit safhalarından bile kendimizi korumamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binâendir. meselâ, bir erkeğin helâl olmayan bir kadına şehvetle bakması, zinâya kapı aralayacağından, men edilmiştir. diğer bütün mezmûm fiiller için de durum aynıdır.

    hakîkaten bu vak’a, büyük ibretlerle doludur. zîrâ ebedî kurtuluşa bir bedel hükmündeki dünyevî imtihanları zor ve şiddetli kılan pek çok unsur, burada âdetâ üstüste çakışmıştı. şöyle ki:

    yûsuf -aleyhisselâm-, güzelliği dillere destân olacak kadar alâka çekici, melek gibi bir genç idi. güzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları hâlde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. şâyet yusuf -aleyhisselâm-, çirkin ve şehevî duyguları körelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hâdise bu kadar irşâd edici olabilirdi.

    buna mukâbil züleyhâ da, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yâni servet, şöhret ve şehvetin şâhikasında bulunuyordu. şâyet züleyhâ da yaşlı veya çirkin bir kadın olsaydı, yine hazret-i yûsuf’un imtihânı bu derece zor olmaz ve bu hâdise, bu kadar müessir bir misâl teşkil etmezdi. hâlbuki o da gençti, cemâl sâhibiydi ve pek çok kimseyi kendisine râm edebilecek bir câzibeler meşheri hâlindeydi. üstelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. böylece gizlilik ve tenhâlığın, günâhları daha da kamçılayan hengâmında, hazret-i yûsuf’a şiddetli bir arzuyla:

    “– heyte lek! yâni «– gelsene bana!»” diye seslenerek, çirkin bir fiile teşebbüs etmişti. mukâvemet göstermekte nice irâdeleri eritebilecek böyle bir manzara karşısında, yûsuf -aleyhisselâm-’ın bile hayli güç bir vaziyette kaldığını yüce rabbimiz:

    “şâyet bürhânımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu.” beyânıyla ifâde buyurmaktadır.

    işte yûsuf -aleyhisselâm-, önüne serilen bunca dehşetli câzibelerin aldatmalarına kanmamak için “maâzallâh” diyerek, yegâne çârenin yüksek bir takvâ ile “allâh’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. bu da ilâhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvânın bir zarûret olduğunu göstermektedir. yâni, nefs-i emmârenin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takvâ duygularının kuvvetlenmesi sâyesinde mümkün olabilmektedir.

    hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; gençlik, güzellik, servet gibi her türlü câzibe unsuruna sâhip bir kadından, üstelik tenhâlıkta gelen dâvet ve iltifâta “hayır” diyebilmektir.

    nitekim allâh rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmetin o çetin gününde, allâh teâlâ’nın yedi sınıf insanı, arşın gölgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin:

    “güzel ve mevkî sâhibi bir kadının berâber olma isteğini, «– ben allâh’tan korkarım.» diyerek reddeden genç…” (buhârî, ezân, 36) olduğunu ifâde buyurmuşlardır.

    zîrâ insanın en büyük zaaflarından biri, iltifata mağlûb olarak, kendini muhâfaza etme gücünü kaybetmesidir. lâkin hazret-i yusuf’ta bu olmadı. zîrâ, takvâsı ve terbiye edilmiş nefsinin kâmile makâmında olması sebebiyle, ilâhî sıyânet onu korudu. nefs-i emmârenin desîseleri karşısında onu güçlü kıldı.

    ibrete şâyân diğer bir husus da şudur:

    züleyha, arzûsuna tâbî olmadığı takdirde hazret-i yusuf’u zindan ile tehdîd etmişti. hâlbuki yûsuf -aleyhisselâm-’ın arınmış nefsi ona takvâyı ilhâm etmekte olduğu için o:

    “ey rabbim! zindan, onların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir.” demişti.

    ayrıca o’nun cenâb-ı hakk’a ilticâsında:

    “eğer onların hîlesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden câhillerden olurum.” diyerek, içine düştüğü vaziyetten kurtuluşun tek çâresi olan zindanı tercih etmesi, büyük bir takvâ nişânesiydi.

    bu da gösteriyor ki, insanı günahlara sürükleyen bütün dünyevî câzibelerin “heyte lek” (gelsene bana) dâvetlerine mukâvemet edebilecek yegâne güç, o anda kalbin “maâzallâh” diyerek sonsuz kudret sâhibi olan “allâh’a sığınabilmesi”dir.

    5

    kur’ân-ı kerîm’de nefs-i emmârenin âfetlerinden korunmaya karşı en güçlü silahın takvâ olduğu bildirilmektedir. yine yüce kitabımız kur’ân-ı kerîm’de nefsin hakîkatini gösteren bir vâkıa da şöyledir:

    mûsâ -aleyhisselâm-’a tûr-i sînâ’da peygamberliği tebliğ edildi ve müteâkıben:

    “«– asânı at!..» (denildi). mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (bunun üzerine:) «– ey mûsâ! beri gel, korkma! çünkü sen emniyette olanlardansın.» diye nidâ olundu.” (el-kasas, 31)

    azîz ve celîl olan allâh, mûsâ -aleyhisselâm-’a, kudretini o asâda göstermişti. mûsâ -aleyhisselâm- da, asâ vâsıtasıyla allâh’ın kudreti ile ünsiyet etti. allâh, o’nu peygamber olarak tâyîn edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve bazı mükellefiyetler verince, o’na hitâben şöyle buyurdu:

    “– şu sağ elindeki nedir, ey mûsâ?” (tâhâ, 17)

    mûsâ -aleyhisselâm- da:

    “– o benim asâmdır. ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.” (tâhâ, 18) şeklinde cevap verdi.

    bunun üzerine allâh -celle celâlühû-:

    “– yere at onu, ey mûsâ!” (tâhâ, 19) buyurdu.

    hazret-i mûsâ, derhal emri yerine getirdi:

    “onu hemen yere attı. bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?” (tâhâ, 20)

    bunu gören mûsâ -aleyhisselâm- kaçmağa başladı. ancak:

    “allâh buyurdu: «– al onu! korkma! biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.»” (tâhâ, 21)

    bazı müfessirler, mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsını yere atması ile ilgili âyetin işârî açıklamasında, bunun hazret-i mûsâ’nın iç dünyâsına âit bir irşâd sadedinde olduğunu beyân etmişlerdir.

    mûsâ -aleyhisselâm-, izâfetleri, yâni fânî alâka, dayanak ve barınakları zikredince, allâh -celle celâlühû- bunların atılmasını emretti.

    nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, büyük bir yılan olarak temessül etti. mûsâ -aleyhisselâm-’a nefsin hakîkati gösterildi. korktu, ürktü ve ondan kaçtı. o’na işârî olarak âdetâ şöyle denilmiş oluyordu:

    “– ey mûsâ, işte bu yılan, allâh’tan başka şeylere bağlılık vasfının tâ kendisidir. bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sâhibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar.”

    “artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. senin bir asâya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifâde edeceğin bir şeyin var olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyyettir. her türlü talep ve istekten vazgeç!”

    buyurulur ki:

    “hakk’ın nidâsını işiten ve o’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, allâh’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. allâh’ın fazl u kereminden başka hiçbir şeye dayanmaz. bu şekilde nefsin arzularından ve desîselerinden sıyrılır.”

    5

    şu fânî rüyâ âleminin beş dakîkalık sahte lezzetleri uğruna, hakîkî saâdeti ve ebedî âhiret saltanatını terk ettirip insanı, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne düşüren de, yine nefs-i emmâredir.

    nefs-i emmâreyle mâlul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakîkatler önünde dahî, inat ve kibirle diklenmekten, etrâfındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, yalan, dedikodu ve mâlâyâni ile meşgûliyetten âdetâ zevk duyar. dînen nehyedilmiş çirkinliklerden kurtulamaz. böyleleri, kısacık dünyâ hayâtının fânî ve nefsânî lezzetleri uğruna cennet ve cemâlullâh’ı, ebedî saâdet ve selâmeti terk edecek kadar akıl, idrâk ve iz’ânı dumûra uğramış, kalb gözleri perdeli, câhil ve gâfil insanlardır.

    nefs-i emmârede rûh-i sultanî, tamâmen rûh-i hayvânînin esîri hâline gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hâkim olmuştur.

    bu gibi kimseler hakkında âyet-i kerîmede cenâb-ı hak şöyle buyurur:

    “andolsun biz, cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. işte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağı seviyededirler. işte asıl gâfiller onlardır.” (el-a‘râf, 179)

    böyleleri, dehşetli gaflet tuğyânı içinde hâlâ allâh’ın merhametine gereğinden fazla güvenerek kendilerini avutur, günahlara devâm ederler. cenâb-ı hakk’ın azâbından emîn olmuş gibi:

    “– canım, haramı haram bilerek işlemek küfre götürmez ya! nasıl olsa birgün tevbe ederim!” düşüncesi içinde boş tesellîlerle oyalanır dururlar.

    hâlbuki cenâb-ı hakk’ın îkâzı ne büyüktür:

    “ey insanlar! rabbinize karşı gelmekten sakının. ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. bilin ki, allâh’ın verdiği söz gerçektir. sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (lokman, 33)

    işte bu ve benzeri düşünceler, aslında, günahların kolaylıkla irtikâb edilmesini sağlamak ve bunu normal göstermek isteyen nefs ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır.

    diğer taraftan, nefs-i emmâre gafletine dalmış kimseler, âhiretlerini kurtaracak hayır ve hasenât işlerine koşmakta tembel, kötülüklerden ictinâb etme husûsunda ise kayıtsızdırlar. şâyet hasbe’l-kader küçük bir hayır işleseler, bunu gözlerinde büyütüp dâimâ bununla övünürler. kendilerinden zuhûr eden kötülüklerden zaman zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedâmet, onların hâl ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesîle olacak kuvvetten mahrûmdur.

    bu mertebedeki bir mümin, tedâvîye muhtaç bir hasta gibidir. onun nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i levvâmeye geçebilmesi için, mânevî tedâvîde tâkib etmesi gereken en mühim usûl ise, kendini ciddî bir sûrette hesâba çekmektir. kul, azamet ve celâl sâhibi rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki suâlleri, mahşerdeki hesâbı, cehennem’deki şiddetli azâbı düşünmeli ve tevbeye azmetmelidir. fakat tevbe esnâsında kul, cenâb-ı hakk’a münâcâtını, sâdece sözle değil kalben de pişman olup büyük bir samîmiyetle îfâ etmelidir. dil tevbe ederken, fırsat düştüğünde yine o günahı işleme arzusu kalbde hâkimse, bu tevbe makbûl olmaz. bilakis bu, münâfık tevbesidir ve hattâ tevbeye muhtaç bir tevbedir. bir taraftan tevbe edip diğer taraftan da günahlara devâm etmek, tevbe ile ilticâ edilen makâmı hafîfe almak ve onunla istihzâ etmektir. tevbe, gerçekten pişman olup, bir daha dönmemek üzere kötülüklerden vazgeçerek cenâb-ı hak’tan mağfiret dilemektir.

    diğer taraftan kul, nefs-i emmâreden kurtulmak için en azından zarûrî olan şer’î ahkâma riâyet ederek kelime-i tevhîdin rûh ve hakîkatinde derinleşmeye çalışmalıdır. kalbde âdetâ bir put hâline gelmiş bulunan ve kulu rabbinden gâfil bırakan bütün hevâ ve hevesler, daha “lâ ilâhe” derken nefyedilip, allâh’tan gayrı bütün maksûdlar kalbden silinmelidir. daha sonra da kalbin bu arınmış zemîninde “illallâh” hakîkatini sâbitleyip, gönlün yalnızca allâh’a mahsûs kılınmasına gayret edilmelidir. bu şekilde kul, acziyet ve hiçliğini idrâk ederek îmânında taklidden tahkîke doğru terakkî etmeye çalışmalıdır. îmânın kalbde gerçek mânâda mekân bulup kuvvet kazanması ise, kulu sâlih amellere ve netîcede ulvî mevkîlere sevk eder.

    not: alıntıdır.
  • nefs/ego, emmare mertebesinde iken kendini adeta tanrı gibi görür. o her zaman haklıdır; başkaları ise hep haksızdır. hiçbir eleştiriyi kabul etmez. kendini de gerçekte hiçbir zaman eleştirmez. özeleştiri kelimesi onun lugatında yoktur. kendini eleştiriyor gibi göründüğü zamanlar olur; ancak bu sadece bir taktiktir. dışarıya veya kendine karşı bir takım dengeleri korumak amacıyla yapar bunu.

    bir emmareyle sohbet ederken bir takım yanlışlıklardan, hatalardan kusurlardan söz açıldığında, onları hep başkalarına verir ve asla kendi üzerine almaz. hatta söze karışıp cevval bir biçimde ona buna atıp tutmaya başlar.

    ona iyi niyetle uyarıda bile bulunamazsınız. uyarıyı değerlendirip kendine çekidüzen vermeyi düşünemez; egosuna bir saldırı olarak algılayıp derhal karşı saldırıya geçer. bu arada, hak, adalet, eğri, doğru gibi kavramlar umrunda değildir; yalnızca muhatabına öfkesini kusar. tanrıya söz söylemek kimin haddineymiş!

    emmarenin dini imanı olmaz; onun ancak dogması olur. ona en yüksek hakikati de sunsanız, kısa sürede onu bir taassuba ve dogmaya çevirir. o dogmayı da egosuna iliştirip, başka egolara ve dogma sahiplerine savaş açar.

    emmarenin başlıca vasfı kavgacı, bölücü, hizipçi olmasıdır.

    diğer bir vasfı ise hep alıcı olup, hiçbir zaman verici olmamasıdır. o yüzden iblisin en nefret ettiği kimseler cömertlerdir.

    bir emmare, yaşadığı ağır olaylar nedeniyle kolayca depresyon, çöküntü hatta intihar noktasına kadar gelebilir; çünkü o elastikiyet gösteremez; basitçe kırılıverir.
  • her insan bir esma(ilahi isimler) terkibidir; dolayısıyla her insan küçük veya büyük bir hazine sandığı üzerinde oturmaktadır. ancak o hazine sandığının kapağı açılmadığı müddetçe herhangi bir istifade söz konusu olamaz.

    tabii ki bizim burada bahsettiğimiz insandaki potansiyelin hakiki manada açığa çıkması ve insanın asli yaratılış gayesi doğrultusunda faaliyete geçmesidir; yoksa insanın kendindeki potansiyeli çok dar ve hasis dünya emelleri için istihdam etmesi; para, makam mevki ve sair düşük emeller için çalışması değildir.

    insan, gerçekte iman ve marifet tahsil etmek için dünya denilen ortama, okula gönderilmiştir. dünyanın en iyiyle ve en kötüyle iç içe geçmiş ortamı, diyalektiğin işlemesine ve bilincin yükselmek için jet yakıtına kavuşmasına neden olur. dünya gibi sefil ve de sefih bir yer mevcut olmasaydı allah'a yakınlık kazanamazdık.

    yolun en zor kısmı başıdır. amerika'lı bir iş adamı ve yazarın dediği gibi, "en zoru ilk bir milyon doları kazanmaktır"

    bunun sebebi, nefs-i emmare denilen şuurun ilk basamağını geçmenin çok güç olmasıdır. nefs-i emmare denilen basamakta şuur, egosu/benliği itibariyle kendini bağımsız ve güç sahibi bir varlık olarak görür. allah'a karşı "sen sensin, ben benim" diye meydan okuyan bir varlıktır nefs-i emmare. bu haliyle tam bir nemrut, tam bir iblistir. hal lisanıyla bir nevi ilahlığını ilan etmiş konumdadır.

    işte tam bu noktada büyük bir kısır döngü başlar. böyle bir kimse hakikat yoluna girse bile aslında girmiş sayılmaz; çünkü öz bilinç itibariyle o yola girmekten gayesi bile daha çok güç, daha çok şan şeref elde etmektir. kısacası, ilahlığını izhar etmek ve cümle alemce kabul görmek istemektedir. bu kimse kendine müslüman ve derviş dese bile gerçekte derviş kılığına girmiş bir ilahtır; kuzu postuna bürünmüş kurttur.

    ilim öğrenir, namaz kılar, kuran okur, zikir çeker, daha nice nice ibadetler yapar; lakin hepsi boştur. öğrendiği ilim, ilahlığını güçlendirir; çektiği zikir kendine bir övgüdür, ettiği secde kendi benliğinedir. bir de bunların siyasi versiyonları vardır ki, düşman başına: islam davası kılığında güç elde etmek isterler; iktidarı ele geçirerek tanrı kral olmak amacındadırlar. etraflarına kendi benzerlerini toplarlar. aralarında katı bir hiyerarşi oluşur; tanrılar hiyerarşisi. egolarının gücüne göre dizilirler. bir köpek sürüsüne bakın; aynen onlarda gibi bir ısırma, ısırılma hiyerarşisi görürsünüz. en büyük ilah diğerlerinin hepsini ısırabilir. egosundan kurtulmuş biri onlar indinde bir değer taşımaz. onlara göre ısıramayan birinin değeri yoktur çünkü. ancak merak etmesin onlar, eğer gerek görürlerse hakikat ehli en güzel şekilde ısırmasını da bilir; daha doğrusu ısırma emülasyonu yaparlar; pek de güzel yaparlar.

    bu nefs-i emmarenin hallerini anlata anlata bitiremeyiz. insanların kahir ekseriyeti bunlardan oluşur deyip kısa keselim sözü. asıl meseleye gelelim: nasıl kurtuluruz bu nefs-i emmareden ve kendimizi ilah olarak değil, kul olarak gerçekleştirmenin yolunu buluruz?

    önceden de belirttiğimiz gibi hiçbir amel, ilim nefsi emmareyi durduramaz. hepsini sahiplenir ve kendine mâl eder emmare. veciz halde ifadesi de şudur: "hiçbir sorun onu üreten bilinç seviyesinde çözülemez"

    peki nasıl yapacağız?

    bir hakikat ehli bulup onun sözünü dinleyeceğiz. onun sözünü kendi görüşümüze tercih edeceğiz. bu işi kendi kendimize yapabilseydik, çoktan yapmış olurduk değil mi?
  • kişi, şuurun ilk mertebesini geçebilmek için madde ile kalbi alakasını kesmek durumunda kalır. burası şuurun dünya metaı, para, lüks, konfor, gezi, yemek ve her türlü dünyevi güzelliklere müptela olduğu bir aşamadır.

    bu aşamada şuur düşünsel planda da son derece materyalisttir ve maddeci dünya görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır. maneviyat ona hayal, fantezi ve çoğu zaman da şarlatanlık olarak görünür.

    maddenin şuur üzerindeki tasallatundan kurtulmak ancak peygamberlerden tevhid dersini almakla mümkündür(mesela düzenli olarak, kuran'ın kişinin iç alemine dönük bir açılımı ve yorumu olan, mesnevi okuyarak). eğer o ders alınırsa kişinin iç dünyasında ibrahim'i çıkar; yani ibrahimi bir mana, şuur içinde belirir. bu noktada, ibrahim isimli bir şahsın rüyada görülmesi mümkündür. hatta günlük hayatta ibrahim isimli bir şahısla karşılaşmak dahi söz konusu olabilir.

    tez zuhur ettiği anda, antitez de onunla beraber otomatikman oluşur. yani şuur içinde inkarcı ve maddeyi ilah edinici nemrut manası mukabil kutupta derhal yerini alır. ibrahimi bilinç kalbin maddeden kopmasını ve yükselmesini önerirken, nemrut buna şiddetle karşı çıkar ve materyalist bir dünya görüşünü savunur. aralarında kızılca kıyamet kopar. bunun dış yüzden görünümü şiddetli vesvese halleridir. kişi, bu noktada elini düzgün oynar ve peygamberlerin tavsiyelerine uyarsa, nemrut minicik bir sebep vesilesiyle(sivrisinek kadar küçücük) imha olur ve o menfi mana bilinç içinde söner gider. ibrahim galip çıkar ve şuur büyük ölçüde materyalizm bataklığından kurtulur. böylece şuurun ilk mertebesi olan emmare aşaması geçilmiş olur.

    kuran'da geçen ibrahim kıssasını hatırlarsanız, hz. ibrahim tüm küçük putları kırıp baltayı da en büyük putun boynuna asmıştı. yani büyük put zarar görmemişti. küçük putlar dış alemdeki, dışımızdaki maddi unsurlardır; büyük put ise nefsimizdir; benliğimizdir; egomuzdur.

    kuran'ın tek bir kelimesinin bile altında nice ilim hazineleri yatar ve onda asla eksiklik, fazlalık veya abesiyet bulunmaz. tefekkür ehli için kuran'ın çözümlenmesi çok zevkli bir uğraştır. yepyeni idrakların açılmasını sağladıkça ona olan hayranlık arttıkça artar.

    (gelecek yazıda şuurun ikinci mertebesi ve o bölgede kişinin egosuyla(firavunuyla) kapışması ve cinsellikle imtihan ele alınacaktır)

    not: nübüvvet kemalatı zahir boyutuna ve mevzuun toplumsal vechesine bakar ve yukarda sayılan tüm haller içtimai planda yaşanır. velayet yolu ise hususidir ve kişinin iç alemine bakar. dolayısıyla velayet yolunda bahsedilen haller, büyük ölçüde kişinin iç dünyasında olup biter.

    niçin olayı toptan bitirmiyoruz ve toplumsal çapta ele almıyoruz derseniz, bilin ki; nübüvvet yolu ancak bir nebinin veya nebi kemalatına sahip bir şahsın güdümünde gerçekleşebilir. 1400 yıl önce olup bitmiş bir hadisenin tarihçesini okuyarak bunu gerçekleştirmeye çalışmak bilgisizliktir. nübüvvet nuru tebe-i tabiinle* beraber sönmüştür; ancak velayet her devirde şu veya bu derece yürürlükte kalmıştır.
  • kendisini sevdiren nefs. bütünüyle kötüdür. tutkular tarafından yenilmiştir. ve onların buyruklarına hoşnutlukla uyar. buradaki bütün enerjiler hazza eğilimlidirler. daha yüksek bir nefsin farkına varamaz. düşük nefs ideal hale gelir. başkalarını benzer davranmak konusunda etkilemekten zevk alır ve kendi yaptıklarından gurur duyar. karşı karşıya gelişe açık değildir ve ancak hakikat tarafından değiştirilebilir. konuyla alakalı bir de ayet vermek lazım gelirse:

    allah onların kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürleyerek örtmüştür ve onlar için büyük bir azap vardır.” (kuran 2/7)
  • insanı emri altına alan nefistir. burada insan nefsinin emirlerine uyar yani özgür değildir, ama birçok tutsaklık özgürlük maskesi içinde görünür. başkaldırı ya da topluma zıt olmak bahanesi ile eroin almak gibi. ayrıca buradaki insan; etrafındaki herşeyde hata görür. bu hataların kendisinde olduğunda bilmez. genelde gördükleri hep kendidir. aynaya bakar ve oraya saldırır çünkü aynada olanın kendisi olduğunu bilmez. bu yüzden her daim saldırdığı kendisidir. kendini bilmeye başladığında bu durumdan kurtulur insan. bunun ilk basamağı nefs i levvamedir
    (bkz: aynada kendini gorup baskasi zannetmek)
  • bir tek aşk hakkından gelebilir. *
  • klasik tanımda nefsin(şuurun) yedi mertebesi olduğu söylenir. ancak biz konumuz çerçevesinde sadece iki mertebe tanımlayacağız ve ara kademeleri itibara almayacağız.

    bunlar nefs-i emmare ve nefs-i mutmainne'dir.

    emmare, şuurun en dip seviyesidir ve bu aşamada kişi bilinçaltı itibariyle tamamen şirk ve küfür üzeredir. sebebi de kendini "ben" etrafında bağımsız bir güç olarak örgütlemesidir. kendini bağımsız bir güç, irade ve mülk sahibi olarak ortaya koyar. böyle yapmakla allah'ın gücünü ve mülkünü gaspetmiş olur.

    tüm çelişki, çatışma, kavga da buradan doğar zaten. zira çok sayıda güç sahibi, zorunlu olarak çatışma demektir. kan dökmek demektir.

    mutmainne'de ise "lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" sırrı zuhur etmiş ve bilinci kaplamıştır. bu kimse emaneti sahibine iade etmiş, güç iddiasından vazgeçmiştir. bu kimse artık bilinçaltı itibariyle dahi iman sahibi olmuştur ki, bilinçaltı insan davranışlarının çoğunun kaynağıdır. klasik tabirle, bu kimsenin imanı kalbine inmiştir. diğerlerinin ise dilinde kalmıştır.

    islami kesimin yaptığı yıkıcı ve en büyük hatalardan biri peygamber dönemi uygulamalarını aynen alabileceklerini sanmalarıdır. işin zaman ve değişen çevre kısmını bir yana bırakalım, sırf şuur farkı yüzünden dahi uygulamalar günümüze aynen transfer edilemezler.

    kolay anlaşılması için bir örnek vereyim: mesela haremlik ve selamlık uygulamasını emmare şuurların oluşturduğu bir toplumda uygulamaya kalkarsak ne olur?

    ben size söyleyeyim: emmare bir toplumda kadın ve erkek arasına duvarlar örerseniz eşcinsellik başta olmak üzere her türden cinsel sapkınlık patlama yapar. bu tezin doğru olduğu apaçık meydandadır. sağlama bile gerektirmez. ne oldu şimdi? kuran ve sünnete mi uydunuz yoksa büsbütün ona ters mi düştünüz?

    zira eşcinsellik zinadan bin beter bir günahtır. onda hem zina günahı hem fıtrata ihanet vardır. eşcinselliğin yayıldığı toplum tamamen ifsat olur. bu verdiğim misali diğer tüm konulara da uygularsanız, islam aleminin içinde bulunduğu durumu bir parça anlarsınız sanırım.

    nübüvvet nurunda nefsleri kısa sürede temize çıkan insanların hayatı, emmare seviyesinde oluşmuş bir toplum için doğrudan örnek teşkil etmez. araya gerekli dönüştürme proseslerini eklemek gerekir.

    emmarelerin oluşturduğu toplumun tüm yapılanması dehşet dengesi üzerinedir. orada gücü ancak güç ile dengeleyebilirsiniz. orada islami prensiplerin yürürlüğe sokulması dahi çok çok özel bir rejim gerektirir. bu konular bizim orta çağdan kalma, köküne kıran giresi, din esnafı sınıfının aklının alacağı işler değildir.
  • iki taraftan yaklaşılabilir-tavır alınabilir nefis mertebesi..
    kişi henüz dünyayı tatmamış, "ben"ini oluşturmamışsa öncelikle bu mertebeye yükselmelidir.. hele ki iffetiyle ve korunaklı dünyasında ihtiyaten "iyi" olarak yaşagelmiş bir kimsenin öncelikle bu nefsine ulaşması, arsızlaşıp akabinde kurtulmayı dileyeceği ve nedametle aşmak için can atacağı hale gelmelidir.. hani doğuştan gelen bir özellik değildir bu aşama herkes için.. elbette ki esfeli safilin'e düşmek tehlikesi her daim mevcut olacaktır ama yaşanmadan içte kalan heveslerin hesabı gelinen mertebe ne olursa olsun insanın peşini bırakmaz da düşmesine hiç izin verilmemiş, hep desteklenmiş çocuk misali yürümeyi öğrenmesi sadece şansının yaver gitmesine bağlı olur..
    bu ben esaretinden kurtuluş ve yolları ise zaten değişik kapılarda ziyadesiyle anlatılmış bir yaklaşım..
hesabın var mı? giriş yap