• muhteşem bir metin erksan filmi. yazarların çoğunun çocukken maruz kalmalarından dolayı korkmalarını anlıyorum ama filmde korkacak bir şey bulunmuyor. önce şunu koymak lazım: metin erksan nerede parlıyor bu filmde? yani bir sanat olarak sinemanın sunduğu alan ve onun kullanılma biçimindeki özgünlük nerede? şurada: kahramanımızın istasyonda yürümeye başladığı ve yaklaşık sekiz dakika süren sekans. inanılmaz bir sekans bu. en az elli kişinin nefeslerini tutmuş bir biçimde durmaları ve kahramanımızın onların arasında yürümesi, erksan'ın yürüyen kamerası, işte sinema amına koyim. bunu yapabiliyorsunuz ve metin erksan ıskalamamış. burada nefes alıyor. işin arka planını bilmiyoruz ama metin erksan'ın ne denli sefil koşullarda film çekmek zorunda kaldığını biliyoruz, buradan bir çıkarımla, olay tamamen gerçek insanların, gerçekten donmuş gibi durdukları ve erksan'ın öyle çektiği bilgisinin bize büyük oranda doğru bir bilgi olduğunu veriyor. müthiş. işte sinema. şimdi detaylara girelim.

    metin erksan, bir rüyanın her aşamasını incelikle düşünmüş. öyle böyle değil. tiplere bakın. özellikle trendeki tipler garip saç sakal karışımı olan, genelde gözlüklü, kadınsa güzel ya da özgün bir yüzü olan yolculardır. hepsinin ortak noktası şudur: bir kere görünce bir daha tamamen hafızanızdan silemeyeceğiz tiplerdir hepsi. adam gerçekçilik adına bunu düşünmüş. ona göre seçmiş herkesi. önemli olan trendeki tiplerdir. istasyondakiler ise her gün orada burada gördüğümüz ve hafızamızda yer etmeyen tiplerdir, bir nine, bir memur, bir şu bir bu, önemsiz onlar. trendekiler ise özenle seçilmiş. bu bize şunu söylüyor: metin erksan neyi niye yaptığını ve nasıl yapılması gerektiğini çok iyi biliyordu.

    tren az çok herkesin anlayabileceği üzere insanın bilinçdışı oluyor. daha bilinen bir kavram olarak: bilinçaltı. bu da müthiş. bilinçdışımız gerçekten de bir trenin vagonları gibidir. önemli olan şey ise şudur: oradaki herkes ama herkes -o yaşımıza kadar gördüğümüz her detay normal yazılmış bir harf ise- bold ile, yani kalın, yani vurgulu yazılmış harflerdir. insan sokakta gördüğü ama gördüğünü bilmediği insanları hatırlamaz ama çok ilginç bir tip görürse onu hatırlar. örneğin aysel gürel tarzında bir yaşlı nineyi yolda görürsek o bizde kalır. başörtülü normal bir teyze ise adı üzerinde normal bir teyzedir. o bizde kalmaz. ondan her yerde görüyoruzdur çünkü. ankara'da kızıl sakalları olan bir kör görmüştüm örneğin. önce o yaşta bir dedenin kırmızı sakalları olması, yani sakallarını boyaması beni cezbetmişti. sonra adamın kör olması olayı başka bir noktaya taşımıştı. özetle, eğer o vagonlarda dolaşan ben olsaydım, mutlaka birisinde o kırmızı sakallı kör dedeyi görürdüm. o bende kaldı, bilinçdışıma işledi herif. işte biz de trende kahramanımızın bilinçdışında böyle etkileri bulunan insanları görürüz. bunlardan çoğunluğu adamda bir şekilde yer etmiş olan ve yaşayıp yaşamadıkları bilinmeyen ilginç görünümlü, akılda kalıcı karakterlerdir.

    diğerleri ise adamın bizzat tanıdığı kişilerdir. müzik öğretmeni, savaşta gözünün önünde ölen arkadaşı, karısı, çocuğu ve babası. işin bu noktasındaki muteşemlik şudur: filmde bir tek işte bu insanlar, yani kahramanımızın kafasında "canlandırabildiği", "canlı olarak düşünebildiği," karakterler hareket etmektedir. muhteşem. işte metin erksan. böyle inceliklerle örülmüş bir film bu. karısı ilk hareket eden kişidir. çünkü karakterin bilinçdışında eski karısı hâlâ canlıdır. yaşamaktadır. kızıl hastalığından ölmüş olan oğlu, o çocuk herifte hâlâ yaşamaktadır. hareket eden tüm karakterler yaşamaktadır adamda. ve hepsinde bir pişmanlığın izlerine rastlanır. babasını işaret eden üç kişiyi saymıyorum, onlar başka bir etkiyle ve canlı gibi değil robotik diyebileceğim bir şekilde hareket ediyorlar. o yüzden onları ciddiye almak gereksiz. bu detaya giremeyecek kadar yorgunum. onu geçelim. özetle, hareket eden herkes kahramanımızın zihninde yaşadıkları için hareket etmektediler, ölü ya da diri, fark etmez.

    tam da burada, babasını gördüğü sahnede kahramanımızın repliği açıklayıcıdır: "ona kafa tutan oğluna kaşlarını çatarak bakıyordu," gibi bir şey. işte bu her şeyi açıklıyor. olay bir pişmanlığın rüyası. eşi nadidde, ölmüş oğlu, kafa tuttuğu babası, ona çok güvenen müzik hocası ama onun emeklerini boşa çıkartmış bir öğrenci olarak kahramanımız, ölen arkadaşı, onun nişanlısı, onların mutluluğu ve bundan bile duyulan bir pişmanlık, "daha farklı olabilir miydi?" sorusu. "ölmeyebilir miydi?" "bir şeyler yapabilir miydim ya da arkadaşıma siper olabilir miydim?" gibi uzatılabilecek pişmanlıklar.

    ve son!

    tren kalkmaktadır. sessizce. metin erksan belki biraz kabalık ama yaşadığı coğrafyanın gerçeklerinin etkisiyle bir açıklık getirme gayreti içerisindedir. ilk sekanstaki yaşlı adama şu soruyu sordurur: "tren kalktığında yağmur yağıyor muydu?" bunun anlamı şudur: tren çoktan gittiğinde ağladın mı? kahramanımız onu utangaç, çekingen ve benzer bir sıfatla onaylar. geçmişte kalan ve "artık o tren gitti", dediğiniz hiçbir şeyi telafi edemezsiniz. tren kalkmışsa konu kapanmıştır. bitmiştir artık ve kahramanımız gerçekten de bir damla göz yaşı dökmüştür tren kalkarken. yani burada korku nerede? ürperti nerede? insanlar bu filmde neyden korktular? anlamak mümkün değil. çok, çok ama çok derin bir trajedinin filmi bu. tren gittikten sonra pişman olanların çaresizliğinin filmi.

    atladığım bir sekans olarak herifin kompartıman görevlisi bulma çabası. o çabadan önce eski karısı nadide kapıyı kapatıyor, perdeyi çekiyor. bu bir "siktir git," deme biçimi. adam kapıya asılıyor ama bu çok önemli o kapıyı açamıyor. o yüzden yardım için birilerini aramaya başlıyor. bunun bize söyleyeceği şey şu: geri dönülmesi imkânsız hatalar. o kapıyı açamazsın artık ve sadece sen değil, kimse açamaz. boşuna arıyor yani. boka batmış adamın babasına gitmesi koşa koşa, babasının da artık hiçbir şey yapamayacağı bir noktaya sürüklendiğini anlaması sonra. öyle bir şey. ama daha hoş olan şey şu bence: adam görevli bulamayıp yine koşa koşa kopartımanın oraya geldiğinde eski karısıyla çocuğunu ağlarken buluyor. burada suç var. müthiş ezici bir suç. insan oturup eserini izler. kendi sebep olduğu trajedinin etkilerini ve bunlar her ikisi de masumiyetin simgesi olan kadın ve çocuk karakterleri üzerinden yansıtılır ekrana.

    biraz da teknik olarak yine metin erksan'ın es geçmediği bir detayı belirtelim: adamın bir görevli bulmak için trenden çıkması yaklaşık yüz elli yıl sürmektedir. orada çekim, hızlı bir şekilde önce adamın güzergâhından, ardından adamın gözünden olmak üzere, kameranın hızla uzaklaşması şeklinde çekilmiştir. bu da bilinçli bir şey. bilinçdışımız öylesine girift bir yapıdır ki bir labirente benzemektedir. oradan çıkış o yüzden çok uzun sürmüştür. ve herif, kahramanımız olan herif, yine aynı nedenden ötürü uzun bir süre vagon vagon gezdirilmiştir.

    sonuç: bu artık geri dönülemeyecek bir noktanın mutlaklaşmasının, bu "o trenin" çoktan kalktığının ve buz gibi, tedavisi ve tesellisi olmayan pişmanlıkların filmidir. sabit durması gerekirken sallanan birkaç teyze dışında her şeyiyle kusursuz bir metin erksan yumruğudur. muhteşem. gerçekten muhteşem.
  • yaşam ve ölüm diyalektiğine bu kez zaman felsefesinin eşlik ettiği metin erksan filmi. arafta kalanların ruh azaplarının, hayatta kalana musallat olduğu bir tuhaf biçimci çalışmadır. burada kişi şizofrenik bir özel an içinde mazisindeki önem addeden kişilerle tek tek karşı karşıya gelir.

    erksan'a özgü bir trademark da kaydırmalı-çekimdir ve tren kompartımanları ile trendeki yolcuları izlemek için elzem bir tekniktir. geçenlerde yeniden izlediğimde bu tekniğe yeşilçam'da çok az başvurulduğunu düşündüm. ama erksan'ın hemen her filminde mevcut.
  • cennetlik birisi youtube'a yüklemiş.

    http://www.youtube.com/watch?v=rxmrmlf-qxc
  • ukteler, keşkeler, eğerler, meğerler ve diğer sıkış tepiş geçmiş tortular üzerine yazılmış ve metin erksan tarafından da büyük bir ustalıkla çekilmiş sait faik öyküsü.

    'tren gittikten sonra yağmur yağıyor muydu?' sorusu, sinema salonundan çıktıktan sonra yağmura yakalandığım ilk gençlik günlerimi hatırlattı.

    (bkz: sinema salonundan çıkarken hissedilenler)
  • su filmi de komunizm propagandasi yapmakla itham etmisler ya zamaninda, hakikaten su memleketlinin isine akil sir ermiyor. neymis, filmde komunizmin seytan icadi trenler konu ediliyormus (ki konu bu degil pek tabii ki, ama iste ajite olmus dimagdan fazlasini beklemek ne mumkun?) ustune ustluk filmi de metin erksan onca istasyon dururken kiziltoprak'ta cekmis sirf kizillarin sanini yurutsun diye. zaten filmde sozu edilen oglu da onca hastalik dururken kizil hastaligindan muzdarip, oh balli kaymak.

    12 mart sonrasinin yigit ulkuculeri ve dahi muhafazakarlari, turkiye gerilim sinemasinin en nadide orneklerinden birini izleyip film boyu yusuf yusuf attiklari, ama iste yigitlige de bok surmek istemedikleri icin filme konumizm propagandasi yapma suclamasi yonelterek bir nevi intikam almak istemisler bence filmden. halbuki gerildikleri olcude takdir ve takdis edebilmis olsalard,bu denli unutulmaya mahkum olmazdi bu muazzam is.
  • türk gerilim filmlerinde izlediğim ilk örnekti. gerilimden çok zamansızlık hissinin etkisini hatırlıyorum. lisedeyken falan izlemiştim, az evvel trt gene yayınladı. metin erksan'ın anısına diye de not düşmüş. aferim.
  • aşağıdaki linkten okunabilecek hikayedir.

    http://issuu.com/theozgekal/docs/m_thi__bir_tren/1

    filmin linki zaten yukarıda verilmiş
  • sait faik'in öykülerinde kök salan yaşama sevincinin altında, aynı ebat ve boyutta yatan karanlığı ve yaşamanın gerilimini birazcık sezgisel zekası olan herkes hissedebilir.

    --- spoiler ---

    metin erksan ve o'nun durgun hüznünü her zaman anlayışla kucaklayan aklımı, bu filmi izlemeden bile özgürce bırakabilirim. özgürlük nedir? o gerilimin altında duygusal aklınla yaşama sevincini hissetmek.
    --- spoiler ---
  • öncelikle bir sait faik öyküsü olması, daha sonrasında metin erksan'ın çekmiş olduğu bir film olmasıyla dikkatimi çekmiştir. izlerken gerilimi durduk yerde, suyun bulanışını hissedebiliyorsunuz. sait faik'te belki de en sevdiğim o durduk yere normal geçen bir günde bir sıradışılığı hikayeleştirmesi, soluksuz bir çırpıda okutması ve de bunun yarattığı samimiyet. metin erksan'ı da sevmek zamanı'ndan biliyoruz. filme gelecek olursak kısacık gelen ama etkileyici, çekim tekniklerine pek hakim olamasam da, kompartmanlar arası geçerken adamın üzerine düşen ışığın farklı olduğunu ve bunun da o gerilim ve harekete ek bir değişken kattığını söyleyebilirim. ardından yine tesadüfi nazım'ın saman sarısı'nı okudum ilk kez, daha önce parça parça bir yerlerde karşıma çıksa da tamamını okumamıştım. hatta o parçaların parça olduğundan bile haberim olmadığını fark ettim. şiirin ilk dizeleriyle bu film arasında bir benzerlik kurdum, tabii tren ve sarı kelimeleri beni etkilemiş olabilir ve de akıp giden ve tekrarlarla beslenen dizelerinden ötürü de olabilir.

    "seher vakti habersizce girdi gara ekspres kar içindeydi
    ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
    peronda benden başka da kimseler yoktu
    durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri perdesi aralıktı
    genç bir kadın uyuyordu alaca karanlıkta alt ranzada
    sacları saman sarisi kirpikleri mavi
    kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
    üst ranzada uyuyanı göremedim
    habersizce usulcacık çıktı gardan ekispires
    bilmiyorum nereden gelip nereye gittiğini
    baktım arkasından
    üst ranzada ben uyuyorum
    varşova’da biristol oteli'nde
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
    oysa karyolam tahtaydı dardı
    genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada
    saçları saman sarisi kirpikleri mavi
    ak boynu uzundu yuvarlaktı
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
    oysa karyolası tahtaydı dardı
    vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu "

    sait faik acaba bu şiiri okumadan önce mi yazmıştır öyküsünü yoksa şiir mi sonradan gelmiştir, yoksa aslında sanatçı hissiyatı mıdır ortak olan derken aynı şiirin aşağıdaki dizeleriyle karşılaşıyorum.

    "kalamış’ta balıkçının meyhanesine girdim
    ve sait faik'le tatlı tatlı konuşuyorduk ben hapisten
    çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi."

    tabii bilemiyorum, kendi kafamda küçük kelimelerin bana hissettirdikleri bağ gerçekten var mıdır, ya da ben o kelimelere özen gösterdiğimden midir bende bu bağın kuruluşu. araştırmak mı en fazla şiir ve öykü tarihlerinin zamanını, o da belki.
  • vurucu bir sait faik öyküsü. az şekerli kitabında bulunur. ayrıca bir yerde okudum, simenon un bir öyküsünden uyarlamaymış.
hesabın var mı? giriş yap