• kurtuluş savaşı yılları. o dönemlere kadar dedemin ailesi senelerce devlet için haznedar olarak çalışmış, çerkesya'da görevler yapmış, ahıska bölgesine yerleşmiş ve kuşaklarca (kuşaklarca? aslında sadece 45 sene kadar. ne düşünüyordum da kuşaklarca demişim, ben de bilmiyorum) orada yaşamışlar. savaş başlamış, ortada ne vazife kalmış, ne beylik ve dedemin babası ruslara esir düşmüş. zengin bir rus soylusuna köle olarak satılmış ve kaz çobanlığı yapmış. adam bey iken kendini bir anda kaz çobanı olarak bulmuş yani. yıllar yılı, yanında çalıştırıldığı bu zengin rus'un karısı dedemin babasına aşık olmuş ve istanbul'a kaçması için bir yük gemisini ayarlamış. bu esnada savaş bitmiş ama dedemin babası kendi ailesini ülkede bir türlü bulamamış.
    yeniden evlenmiş ve dört çocuğu olmuş.
    bu birkaç satıra sığdırdığım olaylar aslında bu kadar hızlı, bu denli acısız yaşanmıyor. sadece ben sadete gelmek için kısa kesiyorum.

    bu dört çocuğun en küçükleri benim dedem. dedemin doğumundan bir sene sonra babası vefat ediyor. beylikten, zenginlikten ellerinde hiçbir şey kalmamış, kalan bir iki tarla.
    abisi gibi köy enstitülerine gitmek ve öğretmen olmak istiyor. abisi ise annesine kardeşinin okula gitmesinin, kalan tarlalarla ilgilencek kimse kalmayacağı için uygun olmadığını söylediğinde, dedemin annesi oğluna "ben bir oğluma onur bey dedirtirken, ötekine zafer dedirtmem" diyor. evet, hikayedeki zafer benim dedem... dedemin okula yazılmasına önayak olan bir başka isim ise, amcasının eşi.
    onların hikayesi ise apayrı. dedemin amcası zengin bir rus kadınıyla evlenmiş ancak savaştan sonra türkiye'ye dönmeyi istememiş. stalin'in tüm işletmelere el koymasından sonra işyerini kaybedince kafası atıp türkiye'ye dönmüş. işte bu rus kadın, ki kendisi muhteşem piyano çalan, bale eğitimi almış, yabancı lisanı olan bir kadın ve dolayısıyla eğitimin öneminin farkında; dedeme maddi olarak tüm desteği sağlayacağını söylüyor. lakin tek ricası bir enstrüman çalmayı da öğrenmesi.
    sülalesi kuşaklarca sefa içinde yaşamışken, dedemin annesi çocuğunu okutabilmek için gece vakti -20 derece soğukta, tarlaların başında, ekinleri ayılar yemesin diye nöbet tutuyor.
    en sonunda annesi, dedemi okula yazdırması için bulup buluşturduğu parayı, dedemi de yanına alarak, bir öküz arabası sırtında bu kadının yanına gidiyorlar ve dedem cilavuz köy enstitüsüne kaydını oluyor.

    "ve inanırdık, yurdun efendisi olacaktı köylü. ne kadar aldanmışız. ne kadar aldanmışız! ah ah!"
    muazzam bir hüzünle yıllar sonra bu sözleriyle o günleri yad eden talip apaydın, dedem gibi, birçoğunun da duygularını dillendiriyordu.

    size çok uzun ve belki köy enstitüleri hakkında çok da açıklayıcı gelmedi belki bu hikaye. lakin, bu hikaye ve bunun gibi hikayeler çok önemliler. o çocuklar, savaştan sonra belki kimi kimsesi kalmamış, bin bir yokluk içinde yaşayan çocuklardı. bugün devlet, sosyal devlet vazifesini yapmaz ve her okuluna aynı imkanları sunamazken, her gün ayrı bir okula yardım kampanyası düzenlendiğine tanık olduğumuz şu günlerde, 1940'lı senelere bakıyorum ve köy enstitüsünde arıcılık, marangozluk, ciltçilik, kayak, fransızca, mandolin ve vals öğrenen dedemi düşünüyorum.
    sonra bugün "halk oyunu zinadır" diyen, çocuklara tecavüz eden, "alevilik günahtır" diyen insanımsıların öğretmen olduğu; eğitim müfredatını bilal'in belirlediği; pozitif bilimlerin öldürüldüğü; 12 sene boyunca çocuğa tek kelime ingilizce öğretemeyen bu sistemi düşünüyorum.
    kaçınız bugün bir enstrüman çalabiliyor ve duvar örebiliyorsunuz?
    kaçınızın şehirli çocukları bugün vals yapabiliyor ve fidancılık biliyor?
    önüne fırsatlar serilen kaç çocuk bugün çok iyi düzeyde yabancı dil konuşup kayak kayarken, arıcılık, ipekböcekçiliği, dokumacılık gibi hayatın kendisini öğrenmiş?

    yıllar sonra neden mi hala köy enstitüleri özlemle anılıyor?
    ülkenin bu seviyesizliğinden işte.
    ülkeyi, eğitim kurumlarını, öğretmen kalitesini bu duruma düşürmeyi başardıkları için köy enstitüleri yıllar sonra bile eşine rastlanmaz derecede önem arz ediyor.
    bir çerkes atasözü der ki: "öküz tahta çıkarsa padişah olmaz ama saray ahır olur".
    bu kokuşmuş zihniyeti eğitim kurumlarına öğretmen kisvesi altında yandaş diye doluşturursanız, onların yetiştirdiği toplum kalitesi de bugün bu kadar oluyor işte.

    köy enstitülerinin kuruluşunun 76. yılında cılavuz köy enstitüsü öğrencileri ve öğretmenlerinin aziz hatıralarına saygıyla; onların çocuklarına, torunlarına ve yetiştirdikleri nesillere sevgiyle...
  • haklı olarak herkesin içinde bir ukde olarak kalmış köy enstitüleri.
    ancak yakın zamanda olan benzer olay kimsenin dikkatini çekmiyor.
    anadolu liseleri.
    yıllarca üst düzey kaliteli eğitim veren fen matematik alanında başarılı öğrenciler yetiştiren okullar dincilerin ağlaklığı sonucu siyasi gücün de ellerine geçmesiyle pasifize edildi. yerine mantar gibi imam hatip açıldı.
    bu açıdan bakınca rte dönemin menderesi oldu.
    toprak ağaları da yerinde duruyor sadece şekil değiştirdi.

    debe edit: debe fırsatıyla herkesin cumhuriyet bayramını kutlarım. allah bu millete tekrar ülke kurduracak kötü günler göstermesin. mustafa kemal atatürk ve arkadaşlarının ruhu şad, mekanı cennet, komşusu hz.muhammed sav olsun.
  • bile bile kaçırdığımız bir trendi. köy enstitülerinin yarattığı öz kaynak değerleri, bizi çok iyi yerlere getirebilirdi. abartmıyorum, almanya'yı yakalayabilirdik belki. ama, '38'den beri küçük zihniyetlerce yönetildiğimiz için, kendi ellerimizle kaçırdık bu şansı.

    köy enstitüleri, mükemmel olmasa bile ona yakın bir projeydi. ülkenin tarıma dayalı köy nüfusunu hem eğitecek, hem de çağdaşlaştıracaktı, bu sayede hem tarım gelişecek hem de toplum kalkınacaktı. beş para etmeyecek çıkarlar için, yönetimdekiler, doğudaki şu dünyaya hayırlı bir gram iş yapmamış "ağa"lar, her zaman başımıza birşeyler sarmış amerika birleşik devletleri birleşerek, bu kalkınma projesini bitirmiş ve bugünlere gelmemizi sağlamışlardır. abd dediğimiz zaten dünyanın haini de, bu projeyi bir çırpıda hasır altı edenlere de çok vatansever denemez herhalde. köy enstitülerini kapatmak, 12 eylül darbesi kadar büyük bir hainlikti ve yapıldı.

    kimse tutup da, "vay efendim köy enstitüleri mi kaldı hala ağlıyonuz arkasından, hem gomünüz yuvasıydı oralar, kız-erkek cima ediyorlardı, dinsizlik aşılıyorlardı..." gibi saçma eleştirilerle gelmesin. resmi tarihimizin bile yalan anlattığı bir eğitim sisteminin yetiştirdiği tek tip niteliksiz bireyler haline dönüp, tarihteki hatalardan da hiç ders almadığımız için bugün bulunduğumuz noktadayız.

    köy enstitüleri, öyle basitçe "eğitim projesiydi, bitti geçti." ile anılacak bir kurum değildi. kuruluşu ince ince düşünülmüş, savaştan çıkmış taze bir ülkenin yapabileceği en basit şekilde uygulanmıştı. enstitülerin kurulacağı yerlerde, mimarların arazi incelemeleri yaptığı, yöreye özgü faktörlerin göze alındığı, tamamıyla kendi kendisini yürütecek kampüs programları belirlendiği ve herşeyin imece usulüyle yapıldığı gerçekleri çok göz önüne çıkarılmaz. yurtdışından eğitimcilerin gelip, danışmanlık yaptığı, bizzat yurtdışına izlemeleri için görevli gönderildiği ve okuma-yazması bile olmayan çoğunluk nüfusu her anlamda kalkındıracak bir projenin peşine düşüldüğü göz ardı edilir. yirmi yıldır her yerde karşımıza çıkan sürdürülebilirlik kavramını, köy enstitüleri yetmiş sene önce uygulamıştır. nasıl almanya, tasarım alanında bauhaus'u kurarak bir usta-çırak ilişkisinin önemini vurgulamışsa, köy enstitüleri buna benzer yaklaşımı tamamen bize özgü bir anlayışla yansıtabilmiştir. en basit haliyle, yurdun ücra köşesindeki bir köylü çocuğun shakespeare'i, vivaldi'yi bilmesine ön ayak olmuştu köy enstitüleri... tarımı bilen, okuyan yazan, enstrüman çalan, sanatla uğraşan bir köy nufüsu, bu ülkeyi çok daha iyi yerlere getirecekti. şu an yaşayan bir çok köy enstitüsü mezunu vardır. bulursanız, gidin, konuşun. neleri kaçırdığımızı bir bir anlatırlar... öyle böyle şeyler değildir kaçan giden...

    köy enstitüleri devam etseydi, şu ülkede var olduklarından beri her halta muhalefet eden malum kesimler biraz seslerini kesip, yararlarını görebilselerdi, türkiye şu an çok daha iyi yerlerde olacaktı kesinlikle. en basitinden, bok varmış gibi herkes şehirlere göç etmeyecekti. köylü, eğitimini aldıktan sonra köyüne dönecek, tarımını yapacak, edindiği becerilerle ek gelir kapısı açacaktı kendisine. köyler bu sayede gelişecekti, istanbul'un altın olmayan taşı toprağı uzaktan insanlara hoş gözükmeyecekti. saçma töreler ve gelenekler kırılacaktı belki ve insanlar daha çağdaş bir yaşam süreceklerdi. köyden kente göç azalacaktı, bu sayede güvenlik ve yoksulluk sorunları da azalacaktı. istanbul'un, ankara'nın trafiğine küfür etmeyecektik. almanya'nın kasabaları gibi olacaktı belki köylerimiz, kim bilir... ama, seçilmiş adamların ihtirasları, bizlere karanlığı öngördü. köyler hep itildi enstitülerden sonra... köye yatırım yapmaktansa, oradaki ağalığı yozluğu öven diziler yapmak daha tatlı geldi. köyden kente, umutlanıp göç eden çoğu birey, boktan ortamlara meze oldu. bizler hiçbir şey yapmadık. sadece "dinimiz amin." dedik.

    bugün yaşadığımız yobazlık artışı, kültür şoku, yozlaşma, kutuplaşma, değersizleşme, duyarsızlaşma, bilinçsizleşme gibi durumların hepsi eğitimsizliğimiz yüzündendir. halkımız öyle böyle cahil değil. açın televizyonu, gördüğünüz haberler, programlar sağlıklı bir toplumun izdüşümü değildir. ülkece ruh hastası konumundayız. böyle olmamız, birilerinin işine geliyordu çünkü ve biz de koşar adım uyduk bize biçilen saçma planlara... köy enstitüleri, sağlayacağı kalkınmayla böyle rezil durumlara düşmemizin önüne geçebilirdi. köye hakettiği değeri vererek, tarım, turizm, kültür olarak büyük bir atılım yapabilirdi. ama engel oldular.

    yapımda emeği geçenlere diyecek hiçbir şeyim yok. solcusu da dahil, sağcısı da... bu ülkeye attığınız kazığın sonuçlarını daha çok çekeceğiz bu gidişle...
  • ne zamandır aklımda vardı büyükbabamın bu konuşmasını yazıya dökmek. birazdan yazacağım metin, cılavuz köy enstitüsü mezunu olan büyükbabam ile 2009 senesinde, vefat etmeden önce yaptığımız ve benim kaydettiğim bir konuşmanın tam kaydıdır. daha önce herhangi bir yerde yayınlanmamıştır.

    "türkiye'de köy enstitüleri'nin kuruluşları türk milli eğitiminde bir çığır yaratmıştır. şöyle ki:

    istiklal savaşı bittikten sonra türkiye genelinde okuma ve yazma oranı, şehirler dahil binde beş. köylü hem fakir, hem zaruret içerisinde, hem yoksul, hem de bilinçsiz, bilgisiz bir vaziyette. bakanlar kurulu düşünüyor, nasıl yapalım ki bu köylüyü kalkındıralım. konuşuyorlar. o zaman milli eğitim bakanlığında mustafa necati isminde, türk milli eğitimine büyük hizmet yapan bir kişi var. balıkesir'de şimdi necatibey eğitim enstitüsü var ya onun ismine kurulmuştur. bu türkiye'nin ilk milli eğitim bakanı, mustafa necati. konuşuyorlar, bakanlar kurulunda. tartışma sonunda atatürk diyor ki, "bizim askerde okuma yazma bilen çok bilgili çavuşlarımız vardı. biz bunlardan yararlanalım." karar veriyorlar. köylerdeki o okuma yazma bilen, güvendikleri şahısları topluyorlar, türkiye'nin muhtelif yerlerinde eğitmen kursları açıyorlar. bunlara altı ay kurs veriyorlar. altı ay kursun sonunda köylere gönderiyorlar ve bunlara ilkokul 3. sınıfa kadar okutma yetkisi veriyorlar. yani ilkokul 3'e kadar onlar okutuyor, ilkokul 3'ten sonra öğretmen okulu mezunları okutuyor. bunlar çok faydalı oluyor köylerde. çünkü köyün her şeyine, tarım işlerine, sağlık işlerine, bütün işlerine önder oluyorlar. yol gösteriyorlar. okuma yazma öğretiyorlar. bakıyorlar ki bu çok faydalı oldu.

    mustafa necati öldü çok genç bir yaşta. kırklı yaşlarında, allah rahmet eylesin, çok büyük hizmetleri vardı. ondan sonra saffet arıkan geldi milli eğitim bakanlığına. bu saffet arıkan subay kökenli. istiklal savaşı'nda atatürk'ün yanında savaşa girmiş bir adam. bunun da çok büyük hizmetleri oldu türk milli eğitimi'ne. ondan sonra, türk milli eğitimi'nin, oğlum, parlayan yıldızı hasan ali yücel milli eğitim bakanı oldu. hasan ali yücel milli eğitim bakanı oldu, çok kıymetli adamları yanına aldı. ismail hakkı tonguç isminde dünya çapında bir eğitimciyi ilköğretim müdürü etti. bunlar köy çocuklarını toplayıp, eğitmenler gibi yetiştirip, köylere öğretmen gönderilmesi için harekete geçtiler. 1940 yılında 3803 sayılı kanunu çıkardılar. bu kanunla köy enstitülerinin kuruluşu yapıldı. köylerden öğrencileri topladılar. köy enstitüleri'ne sadece köy öğrencileri alınırdı. şehirden öğrenci almazlardı. çünkü buradaki espri şu, köy enstitüleri'ne giden çocuklar, köyden gittikleri için köyün şartlarını biliyorlardı. ve orayı bitirdikten sonra da köye gidip gitmeme durumunda herhangi bir ket vurmaları olmuyordu. köylü çocuğu, mezun olmuş, seve seve köye gidiyor ve köyde kalıyordu. zaten o tarihe kadar türkiye'de hiçbir aydın mezarı köyde bulunmazdı oğlum. aydın günübirliğine gider, akşama geri döner evine giderdi. köy enstitüleri'nden mezun olduktan sonra köylere öğretmen tayin oldular, köylerde yerleştiler. köyün her şeyiyle ilgilendiler. köyün tarımcısı oydu, köyün doktoru oydu, köyün mimarı oydu, köyün her şeyi oydu. her şeye eğilirdi. 5 yıl okuma süresini ilkokuldan sonra şart koştular 3803 sayılı kanunla. bu 5 yılda her yıl 45 gün izin vardı. o 45 günün haricinde tüm öğrenciler okulda olurdu.

    türkiye'de bu köy enstitüleri 21 yerde kuruldu. her okulda asgari 1000 öğrenci vardı. belki biraz daha noksan, belki biraz daha fazla.

    biz okuduğumuz sürece ne kadar dünya klasikleri varsa, bizim kütüphanemiz de vardı, onları okurduk. bunun yanı sıra yeni kurulan köy enstitülerinde bina yapmayı, yol yapmayı, imar yapmayı tüm öğrenciler kendileri yaparlardı ve devlet bunlara beş kuruş para vermezdi. şimdi burada anti parantez bir konuyu anlatayım. bizim cılavuz'da binalar rus'lardan kaldığı için bina yapmaya gerek yoktu. diğer yerlerde mesela erzurum pulur'da ihtiyaç vardı. erzurum pulur'da bir arazi vardı. o araziyi vermişlerdi. demişlerdi ki bura köy enstitüsü, burayı kendiniz kurun, kendiniz işletin, kendiniz öğrencileri toplayın. bizi oraya bir bina yapmak için gönderdiler cılavuz'dan. 45 kişi kadar bir ekip. başımızda bir öğretmen vardı. gittik bize bir arazi verdiler, dediler ki buraya bir öğretmenevi yapacaksın. biz planı tasdik ettik öğretmen evini yaptık çıktık, üzerine yazdık pulur köy enstitüsü. öğretmen bizi topladı. ismail dişli isminde bir adamdı. çok değerli bir insandı. dedi ki 'çocuklar bina bitti. size bakanlık para gönderdi. türkiye çapında sizi geziye göndereceğiz. nereye gitmek istersiniz?'. çeşitli yerler oylandı; edirne, muğla, adana. en çok oyu adana aldı. dediler ki adana'ya gideceğiz. bize erzurum'dan adana'ya kadar bütün şehirleri gezdirdiler. batıda ankara dahil. hatay'a gittik. her gittiğimiz yerde fabrikaları, müzeleri diğer yerleri gezerdik, bilgimiz, görgümüz artardı. ben ilk asfaltı iskenderun hatay arasında gördüm. o zamana kadar asfalt görmemiştim. şimdi konu şu. öğrenci iş yapıyor, iş öğreniyor, iş içinde kendini eğitiyor, devlet müteahhite para vermiyor, kimseye parası gitmiyor ve devlet bina sahibi oluyor. 50 yıl sonra ben pulur'a uğradım. bizim yaptığımız bina ayakta duruyordu, ancak üzerindeki pulur köy enstitüsü ismi kapatılmıştı. bilmiyorum bugün belki hala duruyordur. * böylesine güzel okullardı ve bu 1947'ye kadar devam etti. 47'de köydeki ağa, mütegallibe, eşraf, toprak sahibi tüm bunların hepsi bu köy enstitüleri'ne karşı çıktılar. düşün ki kınyas kartal isminde bir adam rusya'da, kafkaslarda yeniliyor, kaçıp türkiye'ye geliyor. van'a yerleşiyor. demokrat parti milletvekilleri gidiyor. diyor ki "ben gitmeden önce bu köylüler hep gelip babama, anama danışırlardı. ben gittim geldim bize hiç danışan yok. malatya'dan iki tane öğretmen gelmiş. bunların ne sorunları varsa gidip onlara danışıyorlar. ben bütün oyları size vereceğim. siz bu köy enstitüleri'ni kapatın". onlar da diyor ki "sen elli bin oyu bize ver, biz bunun kapanması için çalışacağız." yıllar sonra türkiye'de köy enstitüleri'ni kimler kapattı diye tartışma çıktı. kınyas kartal diyor ki "hiç kimse kapatmadı. ben kapattım köy enstitüleri'ni. ben siyasilere böyle söyledim, onlar da benim sözümü tuttular, ben de elli bin oyu onlara verdim." yani köy enstitüleri'nin kapanmasında ağanın, mütegallibenin bir baskısı oldu. rahmetli ismet paşa zamanında bu kuruldu. ismet paşa derdi ki "benim iki tane eserim vardır. biri çok partili hayat, biri de köy enstitüleri." böyle dediği halde ismet paşa'nın zamanında cumhuriyet halk partisi'nin sağcana milletvekilleri köy enstitüleri'nin kapanması için oy kullandılar.

    ve köy enstitüleri, 1947 yılında kapandı. şöyle bir durum oldu. 1947'de bir haziran ayındayız. onun da iş nöbeti cılavuz'da bizde, bizim sınıfta. tellipınar diye bir sebze bahçemiz vardı bizim. bizi oraya gönderdiler fasulye çapalamak için. son sınıftayız. koltuğumuzda kitaplar. ara paydoslarında bitirme sınavlarına hazırlanıyoruz. bir elimizde de çapa, gittik çalışmaya başladık. cılavuz'dan bir adam geldi. dedi ki "ankara'dan bir heyet gelmiş". eğitimbaşı dedi ki "öğretmene söyle çocukları alsın gelsin". biz kalktık iş elbiseleriyle gittik cılavuz'a. okula gittik, bizi sınıfa aldılar. oğlum, eğitimbaşı içeri girdi. melih temışın isminde bir adam. dedi ki "çocuklar ankara'dan bir heyet geldi. sizi teftiş edecek. sakın hasan ali yücel, hakkı tonguçismi bu tartışmada geçmesin." o zaman hasan ali yücel'i de milli eğitim bakanlığından almışlardı, yerine bir başka bakan gelmişti. ilköğretim müdürünü de görevden almışlardı, hakkı tonguç'u. yerine yunus kazım köni isminde bir adam geldi. girdik sınıfa. adam böyle dedi ya. onun için teftişe geldikleri anlaşıldı. girdiler. beş kişi içeri girdi. dediler ki "okuma yazma kabiliyeti olan beş kişiyi ayırın". ayırdık biz. onlara dedi ki "köy enstitüleri ne zaman, niçin, hangi amaçla kurulmuştur?" ve döndü sınıfa "köyde başarı göstermenin şartları nedir?" diye sordu. onlara yazıyla yazdırıyor, sınıfa da bu soruyu tercih etti. oğlum bir tartışma açıldı, yani diyebilirim ki üniversite kürsüsü. öyle çocuklar bilimsel konuşuyorlar. tartışma devam etti, en son şuna bağlandı. bir çocuk kalktı dedi ki "köy enstitüleri köylerde büyük başarı gösterdiler. bunun esprisi şu oldu. köy enstitülerinden mezun olan çocuklar köye gittiler, köylüyü sevdiler, kendilerini köylüye sevdirdiler. böyle arada sevgi saygı olduğu için başarı mutlak oldu. zaten türk köylüsünün aşar vergisi'nden sonra sahte aydınlara hiçbir zaman itimadı kalmamıştı. ancak köy enstitüsü mezunları köye gittikleri zaman kendilerini sevdirdikleri için bu itimatsızlık ortadan kalktı. köylerde başarı göstermenin şartı köye gidip köyde yerleşip kalmak, köyü sevmek, köylüye kendini sevdirmektir." teftiş bitti. tabi yunus kazım köni'nin izlenimleri neydi bunu bilemezdik. ancak bildiğimiz şuydu. köy enstitüleri'nin havasında bir kara bulut dolaşıyordu. o bulut doluya dönüştü dolu yağdı. ve meclis tatile girmedi. o yılın ağustosunda 3803 sayılı kanunu değiştirdiler. köy enstitüleri'ni kapattılar. ama köy enstitüleri öyle bir kuruluştu ki oğlum, kapattıktan sonra beş yıl, altı yıl yine aynı eğitim temposu devam etti. bunu kendi içinde yıkamadılar. hatta bugün, türk milli eğitimi'nin aydınlığa çıkması için köy enstitüleri'nin yeniden kurulmasının şart olduğunu bütün eğitim otoriteleri söylüyorlar, itiraf ediyorlar. ama tabi bu kadroyla, bu hafa yapısıyla ne toprak reformu yapılır türkiye'de, ne köy enstitüleri yeniden kurulur, ne halkevleri yeniden kurulur, ne de bunlara kent enstitüleri eklenir. bakalım hayırlısı. yine de türkiye ümitsiz değildir. bir gün aydınlığa çıkacaktır bu ülke. eğitim öğretim normal olacaktır. çünkü bilimin önüne bilimsizlik hiçbir zaman geçemez. o bilimsizlik mutlaka ortadan kalkacaktır. bilim kendini gösterecektir. köy enstitüleri'nin kabaca hikayesi bu yavrum. gözlerinden öperim."

    huzur içinde uyu büyükbaba.
  • enstitü müdürlerine gönderdiği 2 ekim 1940 tarihli mektupta tonguç baba: “…sizlere kanunlarla verilmiş yetkilerden başka birçok idari selâhiyet ve imkânlar da verilmiş bulunmaktadır. bunların hepsinden amaç; cemiyete, vefakâr, yeni, diri, çalışkan, dürüst, cesur, becerikli, meşakkate tahammül edebilen, müşkül ne olursa olsun onu yenebilen, tuttuğunu koparan, sosyal hayatın her safhasına nüfuz edebilen, hayat şartlarını değiştirebilen, toprağa bağlı, köklü, hayattan zevk alan, yaşamaya doymayan, insanları ve hayatı seven, ölümü tanımayan vatandaşlar yetiştirmeniz içindir…” demiştir.

    köy enstitüleri işte bu ilkelerle kurulmuş, bu ilkeler nedeniyle kapatılmıştır.

    otur, şimdiki milli eğitime bak ve katılana kadar ağla anadolu çocuğu. ne olacaktın, ne oldun.
  • köy enstitülerinin neden kapatıldığını kavramak için evvela çiftçiyi topraklandırma kanununu ve buna karşı çıkan chp ve daha sonra da dp içindeki toprak ağalarını bilmek gerekir. enstitüler topraklanmış köylüye kendi toprağını ne şekilde ekip biçeceğini öğretecekti. tarımsal alet desteği sağlayacaktı. konu ismet paşa'ya sorulduğunda paşa partiden bu konuda destek ve güç bulamadığını açıkça söylemiştir.
    karşı devrim bu topraklarda dp'nin kurulmasıyla değil 10 kasım 1938 saat 09:06 itibarıyla başlamıştır.

    edit: geçmiş dönemde istanbul'da yaşanan gecekondulaşmanın temel sebebi toprak reformunun yapılamamasıdır. menderes döneminde alınan dış yardımlar ile toprak ağaları tarımda makineleşmeye gitmiş ve eskiden toprakta iş gücü olan köylünün yerini traktör almıştır. köylü, kendi toprağı da olmadığı için artık köyde barınamaz hale gelmiş ve taşı toprağı altın şehir olan istanbul'a göç ederek burada gecekondulaşmıştır.
  • dedemin mezun olduğu okul.

    kapatılıp öğretmen okuluna cevrildikten sonra geri kalan ailemin de mezun olduğu okullardir.

    ilkokuldan sonra yatılı olarak öğrenci alip üniversiteye kadar tam donanımlı bir öğretmen, çiftçi, sanatçı, inşaat ustası, marangoz, tekniker yetiştiren okullardı. kapatılmasalardı türkiye bugün en az bir italya ispanya seviyesinden ülke olurdu hatta belki de güney kore.

    bu okullardan mezun olan 20 yaşındaki genç öğretmenler türkiye'nin dört bir yanına, çoğunlukla da köylere dağılıp eğitimden bi haber anadolu insanına aydınlığı, medeniyeti, sanatı, bilimi, çağdaş düşünceyi taşıyorlardı.

    bir ülkenin kaderini en çok eğitim değiştirir, eğitimle en medeni toplum da olabilirsin, eğitimden uzak kalıp orta çağ karanlığını da yaşayabilirsin. ulke yaklasik 75 yıl önce maalesef bu okulları kapatarak yanlış tarafı seçti.

    ek: bazı yazarların kim neden kapattı sorularına ilişkin olarak daha detaylı bilgi linkini bırakıyorum.
  • aklıma gelen bir bilgiyi yazmak istiyorum. köy enstitülerinde okuyan öğrenciler bir yıl içinde 25 klasik kitap okuma ile birlikte bir müzik aleti öğrenmekteydiler. 1941 yılında 5 yıl boyunca köy enstitülerini gezen saz öğretmeni o dönemde aşık veysel idi. hatta aşık veyselin köy enstitülerinde karşılaştığı kişiler ruhi su, sabahattin eyüboğlu, yaşar kemal idi. demokrat partinin köy enstitülerini kapatması ile birlikte valilik tarafından aşık veyselin bulunduğu ovadan çıkması ve çalıp söylemesi yasaklanmıştır
  • maalesef dönemin siyasi çekişmelerine kurban edilmiştir. köylünün eğitilmesi meselesi atatürk'ün de kafasında olan bir şeydi zaten." köylü milletin efendisidir" lafı boşuna edilmiş bir laf değildir. nüfusun %80'inin köylü olduğu bir yerde bu insanların eğitimsiz ve cahil bırakılması düşünülemezdi. öncelikle köylünün eğitilmesi için köylüyü eğitecek öğretmenlere ihtiyaç duyulmuş ancak ülkede öğretmen de yok. okuma yazması olan 85 er/erbaş ve çavuşun eğitilmesiyle bu işe başlanmış. daha sonra bu yetişen kişiler köy enstitülerinin kuruluşunda da rol almışlar tabi ki.

    bakıldığı zaman köy enstitülerine, ilkokul mezunu olanların girebildiği bir nevi orta öğretim kurumu olarak tanımlanabilir. ancak verilen dersler, ortaokulda verilen derslere ek olarak tarım, ziraat, hayvancılık, arıcılık gibi dersler ile teknik dersleri içeren konulardan da oluşmakta. güzel sanatlardan, beden eğitime, marangozluktan yapı tekniğine kadar çok yönlü bir eğitim var. en önemlisi sadece teorik eğitim değil aynı zamanda da uygulamalı eğitim veriliyor. bunun dışında serbest okuma günleri var bu okullarda. biliyorsunuz hasan ali yücel'in (kendisi bu köy enstitülerin de kurucusu) dünya klasikleri çevirileri var. bu okuldaki öğrencilerin bu eserlerden yılda en az 25 tanesini okuması zorunlu tutulmuş. bunun yanında öğrenciler hamlet gibi dünya klasiklerini sergileyebilecek durumda. düşünün 1940 yılındasınız ve anadolunun köylerinde hamlet sergileniyor. 2023 türkiye'sinde bile hayal etmesi zor değil mi? bunu 1940'lı yıllarda uyguluyorlar. tabi burada demokrasi, hak, hukuk, eşitlik, adalet gibi kavramlar ile atatürk devrimleri ve cumhuriyetin istediği nitelikte bir eğitim çocuklara benimsetiliyor. (hatta eşitlik kavramını öğrenciler o kadar benimsiyor ki, bir gün okullardan birini cumhurbaşkanı inönü ziyaret ediyor. inönü'ye farklı bir yemek çıkarıldığını gören öğrenciler okul yönetimine diyor ki: inönü'ye neden farklı yemek çıkardınız, hepimiz eşit değil miydik? okul müdürü de diyor ki "çocuklar biz inönü'ye cumhurbaşkanı olduğu için farklı yemek çıkarmadık. şeker hastası olduğu için farklı yemek çıkardık". bu söz sonrası öğrenciler ikna oluyor ) dersler tartışma ortamında geçiyor, kız ve erkek öğrenciler bir arada eğitim alabiliyor, öğrenciler okulun yönetiminde söz sahibi olabiliyor. yani dünyada örneği olmayan bir eğitim sistemi. aslında müthiş bir proje ancak dönemin türkiye'sine maalesef uygun değil.

    peki neden değil? öncelikle o dönemde toprak sahibi büyük ağalar var. bu ağalar köylüyü köle gibi çalıştırıp emeğini sömürmekte. toprak ağaları köylünün eğitim almasını ve karşısına çıkıp hak, hukuk, adalet, demokrasi diye itiraz etmesini ya da kendisinden daha eğitimli olmasını ister mi? tabi ki istemez. buradan yetişen çocuklar ağaların otoritesini ciddi anlamda sarsar. bundan dolayı özellikle menderes gibi toprak ağaları bu işe şiddetle karşı çıkmıştır. biliyorsunuz menderes toprak reformuna da karşı çıkmış bir kişi.

    tabi sadece mesele toprak ağalarının otoritesinin sarsılması ya da köylünün cahillikten uyanmasının istenilmemesi değil.

    meselenin bir diğer boyuta da o dönemde anadolu'daki gericilik ve yobazlık. bu yobaz takımı kızlı erkekli eğitime karşı. adam anadolu'da yaşıyor, eğitimsiz ve cahil. kızından başlık parası kazanabileceğini düşünüyor ve kızını affedersiniz ama bir mal olarak görüyor. bu kafadaki bir adamın kızının okumasını, iyi bir yere gelmesini ister mi? istemiyor da zaten. hadi onu geçtim bu okullarda kızlı erkekli münasebetlerin olduğuna, bu okulların dinsizlik aşıladığına kadar saçma sapan dedikodular yayılıyor. maalesef bu ülkenin dinci takımının aklı bu şekilde çalışıyor. hala da aynı.

    bir diğer mesele bu okulların komünist yuvası olduğu iddiası. okulların komünleşmesi, köylünün okulun yönetimine katılabilmesi, öğrencilerin öz savunma verebilmeleri vs. bir çok konudan dolayı okulun komünist yuvası olduğu şeklinde kara propaganda yapılıyor maalesef. sol görüşlü olarak bilinen sabahattin ali'nin bu okullardan birini ziyaret etmesi ise artık bu okulların kapatılış sürecini daha da hızlandırıyor. chp içinde dörtlü takrir veren adamlar ve ileride dp'yi kuracak kişiler zaten bu okulların kapatılmasını savunuyor. hatta chp'nin içindeki bazı toprak ağaları da bu okullardan rahatsız (bir chp milletvekili aynı zamanda toprak ağası olan birinin mecliste "benim bindiğim eşek benden akıllı olmamalıdır" dediği iddia edilir) hatta kazım karabekir ile fevzi çakmak'ın inönü ile görüşüp "bu komünist yuvası okulları neden kapatmıyorsun?" dediği iddia ediliyor ama yazılı bir kaynak olmadığı için kesin bir şey demek zor.

    bir diğer yandan 1948 truman doktrini ve sonrasında verilecek marshall yardımlarının abd tarafından verilmesinin şartı da bu okulların kapatılması. abd'nin bizim köylünün eğitilmesi gibi bir derdi elbette yok. abd, bu okullarda yetişenlerin komunist olmasından endişe duyuyor. burada yetişen bir neslin ülkenin rusya'ya yakınlaşmasına neden olabileceğini düşünüyor. halbuki o dönem türkiye'nin rusya'ya yakınlaşması pek mümkün görünmüyordu. senden kars ardahan ve batum'u isteyen bir rusya ile nasıl yakınlaşabilirsin? dolayısıyla soğuk savaş döneminde doğu ve batı arasında sıkışmamız ve batı bloğundan yer almayı tercih etmemiz de bu enstitülerin kapatılmasında önemli bir rol oynuyor.

    hem chp'nin içindekiler hem de taşradan gelen baskılardan sonra inönü, bu köy enstitülerine en büyük darbeyi vuruyor. aslında inönü de okulları siyasete kurban ediyor. hatta hasan ali yücel'e dönüyor diyor ki "yücel, bu okullar iyi hoş da buradan mezun olanlar bize oy verir mi ? diye soruyor. en nihayetinde inönü döneminde başlayan okulun kapatılma süreci demokrat parti döneminde tamamlanıyor. menderes 1950 seçimlerinde halka vaat ettiği gibi köy enstitülerini kapatıyor. yerine imam hatip okulları yaygınlaşıyor. enstitüler zamanla köy öğretmen okuluna dönüşüyor ama zamanla köy diye bir şey de kalmadığı için bu okulların da etkisi azalıyor.

    bu okulların kuruluşunda rol oynayan hasan ali yücel'e ne oluyor peki? enstitüler kapatıldıktan sonra kendisi yargılanıyor. yine okulun kuruluşunda önemli isim olan dönemin ilköğretim genel müdürü ismail hakkı tonguç ankara'da bir lisede resim öğretmeni olarak görev yapıyor. yani köy enstitülerini kurmanın cezasını çekiyorlar. bunları da yapan maalesef inönü.

    cumhuriyet döneminin eğitim politikası adına en önemli hamlesi maalesef dönemin siyasi ve ekonomik güçlerini yönetenler tarafından sekteye uğratılıyor. şimdi tartışma şu: köy enstitüleri devam etseydi ne olurdu? bazıları türkiye dünyada en önemli ilk 5 ya da 10 ülke arasına girerdi diyor. bazıları ise değişen bir şey olmazdı, kapatılmasa bile 60'lardan sonra gelen sanayileşme ve kalkınma hamlesinden sonra bu okullardan mezun olanlar bir işe yaramazdı. tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte etkisi azalır ve her hâlükârda kapatılırdı diyorlar.

    eğer köy enstitüleri kapatılmasaydı köyden kente bu kadar göç verilmez ve köyler bugünden çok daha farklı olabilirdi. köyden kente göç yine olurdu elbette. türkiye tabi ki sonsuza kadar bir tarım toplumu olarak devam etmeyecek ve sanayileşme atılımı yapacaktı bu kesindi. ancak türkiye sanayileşme hamlesi yapsa da yine de köylerde belirli düzeyde tarımla uğraşan insan olacaktı. bu tarımı yapacak insanlar ise bu okullarda okumuş bilinçli ve iyi eğitim almış kişiler olacaktı. sanayi alanında ise işçi/teknik eleman ihtiyacını bu okullar yine karşılayabilirdi. baktığınız zaman bu okullara, sadece ziraat eğitimi veren bir okul olarak göremezsiniz. güzel sanatlar eğitimi de var, temel eğitim de var, teknik eğitim de var. çok yönlü bir eğitim var ve herkes belirli bir alanda uzmanlaşabiliyor.

    benim şahsi düşüncem enstitüler kapatılmasaydı köyler bu halde olmazdı. şu an neredeyse köy diye bir şey kalmadı. şaka gibi ama 30 büyükşehirde köy diye bir idari birim bile yok. hepsi 2012'de 6360 sayılı yasa ile mahalleye dönüştürüldü. bu enstitüler kapatılmasaydı şu an belki sanayide teknik eleman sıkıntımız olmaz, tarımda kendi kendine yeten bir ülke olmaya devam ederdik. ancak köy enstitüleri kalsa bile bence gerçek anlamda bir toprak reformu yapılmadığı sürece köylüler yine büyük kentlere göç eder ve köyleri toprak ağalarına terk ederlerdi. çünkü başka çareleri olmazdı. bu okullardan istenilen verim alınamazdı ancak durum bugünkü kadar da kötü olmazdı diye düşünüyorum.
  • köy enstitülerini kuranların amacı ülkeyi komünist yapmakmış. köy enstitülerini kuran adamlar cumhuriyeti kuran adamlar zaten amk. en başta devrim* yaparken komünist devlet kurmayı unutup köy enstitüleri ile komünist yetiştirmeye çalışmışlar sanırım. gören de 1923'te halk cumhuriyet istediği için cumhuriyet idaresi kuruldu sanır. halkı komünist yapmaları lazımmış.*

    sik kadar aklınız var, sizi aşan konulara girmeyin. o da ne zaman inip kalkacağını bilmiyor siz de.
hesabın var mı? giriş yap