• şımaran çocuğunu, "şöyle sert bir bakış atarak" susturmakla övünen bir arkadaşım vardı.

    çocuğu, önündeki yemeği bitiremediğinde tek bir emriyle tabağını yalatan bir başka arkadaşım...

    halam, kendi annesinin yeterince yaşadığını, herkesin iyiliği için artık ölmesi gerektiğini düşünüyordu.

    bir gece çok sevdiğim bir dostumla sarhoş olduk, otobüs durağına yürürken karşımıza çıkıp bize mendil satmak isteyen bir çocuk için, "bunlar hep yalan" dedi, "bizi soymaya çalışıyorlar." (bir çocuk ne kadar sahtekar olabilir ki!)

    annem, bir erkek çocuğum olmadığı için hep üzülmüş, dua etmiştir "gerçek" bir çocuğum olması için. (hala ediyor.)

    patronum bütün içtenliğiyle, "iki ay maaş alamadı diye neden problem çıkarıyor insanlar?" diye sordu, baş başa yaptığımız bir iş toplantısında.

    "köpeklerden nefret ediyorum!" dedi karnı tok bir arkadaşım, üstelik öğle tatilinde.

    birkaç mağaza dolaştıktan ve kızım tüm alış-veriş tekliflerimi reddettikten sonra girdiğimiz son mağazada kendisine, "neden bu kadar mutsuzsun?" diye sorduğumda beni kenara çekti ve "baba, neden böyle sorular soruyorsun bana, neden rezil ediyorsun beni?" diye sordu.

    adem abi yıllarca karısını dövdü, fatma teyze bahçesine dadanan çocukları kovaladı. (üstelik yıllarca)

    karım, çıkarlarını düşünmeyen bir ahmak olduğumu iddia etti.

    "ve biz onlara diyeceğiz ki" dedi kutsal kitabım...

    insan kötüdür.
  • gecen hafta olcum yapmak icin calve'nin uretim tesisindeydik. sabahtan basladik olcume, her sey normal, ancak aksam uzeri kesif bir sarmisak kokusu yukseldi. refakatcimiz olan calisana sordum, "sarmisakli mayonez mi" uretiliyor. adam soyle yanitladi, "evet, saat beste vardiya degisimi oluyor, arkadaslar da uretimi sonraki vardiyaya birakmak icin bu saatte basliyorlar ki kendileri kokudan etkilenmesin."

    "haaaah" dedim, iste insan nedir diye sorsalar tanım olarak kullanılacak bir hadise. ınsan neydi, insan, "kötü koşullardan ben etkilenmeyeyim de benden sonrakiler napiyorsa yapsin" diyen aklievveldi. seni sevmiyorum insan, seni bulacam oglum!
  • ormanlar yanıyor, memleket yanıyor, ben durmadan düşünüyorum.

    bir zebranın davranış skalası bellidir mesela türü itibariyle. bir akrebin, hindinin ya da kaplaninki de öyle...

    dünyada bu kadar geniş davranış skalasına sahip tek hayvan türü insan. çok acayip.
    kötülüğün ve iyiliğin her tonu, her ucu var mesela insanda. bu bana çok manyakça geliyor ya.
    sınır yok yani, sınır feza bu konuda...

    bi tarafta yaralı bir hayvani kurtarmak için yangının içine giren var. ya da az önce izledim; bir orman işçisi alev alan aracın içinden çıkmayı reddediyor; "80 milyon insanın hakkı var bu araçta, ben bunu terketmem. helikopter gelip su atsın" diye
    bi de kötüler var. ışte,
    umitcan uygun bugün 2. genç kadını öldürmüş. ilkinin davası bile açılmadı bildiğim.
    kimin neyini biliyorsa artık, herif seri katile bağladı kadın katlederek geziyor ve bir allahın kulu bunu yargilayamiyor, tutuklayamiyor, mahkûm edemiyor.
    ha bi bu göt var, bi de bunu koruyanlar var. al.

    yani öfff çok fazla geliyor bana tek tür içindeki bu kadar derin uçurumlar, majörler boyunca uzayan skala.

    muhiyddin abdal "insan insan dedikleri/insan nedir şimdi bildim" demiş ya.
    arkadaş ben de istiyorum o bilmekliğe ulaşmayı ya.
    tam ulaştım diyorum, bi zaman geçiyor, bi olaylar oluyor. sonra hoooop dönüyoruz başa.
    diyorum ki "nah bildin. al bunu al al al"

    ben anlamak istiyorum insanı. tüm ömrümü bu çabayla geçirdim. rahat edemiyorum anlayamadığımda.
    yok, anlayamıyorum şu an olanı biteni. öfkeli ve üzgünüm.
    öfkeli ve üzgünken anlama çabasını sürdüremiyor, bu olumsuz duyguların üstüne bi de anlayamama rahatsızlığını yaşıyorsun.

    "sana oksijen veren ağacın yaprağını sileyim" filan derdim eskiden kızınca. şimdi ne ağaç bıraktılar, ne dal. küfürlerim bile boğazıma diziliyor.

    insan insan dedikleri, insan nedir onun ben cibiliyetini sileyim arkadaş ya öeh
  • tam olarak hatırlayamıyorum ama sanırım bir sekiz ya da on senesi var.
    eylül sonralıydı temiz, güzel, güneşli bunaltmayan bir akdeniz akşamı. sabahtan gelen lüks yolcu gemisinden bir sürü ingiliz, irlanda ve iskoçya vatandaşı çarşıya inmiş alışveriş yapıyordu alanya da.
    ben de dükkânın önünde oturmuş geleni geceni izliyor tabiri
    caiz ise vakit geçirmek için lak lak yaparak kozalak muhabbeti çeviriyorduk. birden dükkanın önüne üzeri arıcı gibi kapanmış bir kadın geldi.
    şöyle anlatayım. üzerinde bir tül var. gölge gibi. bembeyaz.
    başında ki tülü açtı ve vitrine bakmaya devam etti.
    sattığımız rock/metal ve coustom bike aksesuar ve t-shirtleri bu kadının yaşına uygun değildi ama belki torununa, oğluna, kızına hediye de alabilir düşüncesi ile gittim yanına. kısacık boylu, oldukça minyon bir kadın işte. tartsan 50 kg etmez. üflesen uçacak. sırtı bana dönüktü o ama kadar yüzünü görmemiştim.
    kibar bir biçimde “merhaba! yardımcı olabilir miyim?” diye sordum.
    kafasını bir çevirdi göz göze geldik. birden irkildim ve istemsizce iki adım geri çekildim. kadın umursamadı belli ki böyle tepkilere alışık.
    ağır bir irlanda aksanı ile gülümseyerek “ sakin ol genç adam” diye mırıldandı. yüzünün neredeyse yarısı yoktu. artık nasıl bir kaza geçirmişse sağ yanak tarafı neredeyse hiç yoktu. nasıl anlatayım bilmiyorum.
    yüzünün yarısı yok!
    sıcak olmasına rağmen üzerinde bir hırka vardı gözüm boynuna kaydı. orada da sanki jilet ile kesilmiş gibi izler. ya büyük bir kaza geçirmişti ya da işkence görmüş bir hali vardı. yutkundum ve kendimi toplamaya çalıştım. sakin bir ses tonu ile ben de gülümseye çalışarak “buyrun” dedim ve teyze dükkâna girerken sanki mideme bir yumruk yemiş gibi sersemlemiştim o yaraları gördüğümde.
    neyse…
    teyze içeri girdi ve yaşının da verdiği yavaş hareketler ile kazak, t-shirtleri falan incelemeye başladı. terledi biraz ona sormadan bir bardak su doldurup uzattım. suyu aldı ve gülümseyerek teşekkür etti. yüzüne bakamıyordum. derin bir nefes aldı “siz de üzerinde panter deseni olan eşyalar var mı?” diye sordu. yaklaşık on tane model vardı. kaplan, panter, kurt, aslan ve kartal gibi vahşi hayvanların olduğu t-shirtleri serdim önüne.
    kadın büyük bir sevinç ile baktı modellere. mırıldandı “muhteşem yaratıklar. asi, özgür ve asil”
    başımı salladım “evet ne dağlardan ne gökyüzünden ne de ormanlardan vazgeçmeyecek kadar asiller” kadın fiyat sordu. sonra panter ve kaplan modellerinin hepsinden kendi bedenine göre olanlarından istedi.
    ben de satın aldığı ürünleri sararken sordum “irlandalı mısınız?” yüzüme baktı başını salladı “evet dublin” dayanamadım bir çok matrak ve meşhur bir irlanda tekerlemesi var “dublin is big city.. all girl has big titty!” teyze ile birlikte söyledik ve oda bende kahkahalar ile bitirdik tekerlemeyi.
    parasını ödedi.
    ve tam çıkarken:
    “sizin bitkisel çaylarınız meşhurmuş biraz almak istiyorum hangisini tavsiye edersin diye sordu. bende çay sevmediğimi ama isterse deneyebileceğini söyleyerek karşıda ki çay ocağına götürdüm ve oralet, elma çayı falan gösterdim.. teyze baktı kokladı falan “ama en güzeli de budur? ” diyerek ada çayını gösterdim.
    kokladı, baktı adaçayı yaprağına “tadı nasıl? ” bir sandalye çektim ve bir tane ısmarlamak istediğimi söyledim. teyze ile oturduk çay ocağının masasına ve teyze poşetten bir siyah panter resmi olan t-shirti çıkararak baktı ve kendi kendine konuştu “en çok bu hoşuma gitti. çok eski bir dostuma benziyor” ve uzaklara baktı başını kaldırıp. adaçayı ve benim kahvem geldi teyze sakin hareketler ile bir yudum aldı ve bana baktı “harika bir tadı var” başımı salladım. teyze tekrar başını çevirdi ve kara panterin resmine daldı gitti.
    sormak istiyorum çekiniyorum. suratı boynu nasıl bu hale geldi?. ayıp olacak sanki kadına “nasıl böyle bir ucubeye döndün ne oldu sana?” der gibi en sonunda dayanamadım;
    “neden bu kadar çok seviyorsunuz panterleri?” yüzüme bile bakmadan mırıldandı. "güzel yaratıklar harika canlılar ve iyi avcılar".
    başını çevirdi ve hayatım boyunca unutamayacağım o cümleyi söyledi gözlerimin içine bakarak “ama beni ellerinden kaçırdılar” derin bir iç çekti ve bir yudum daha aldı ada çayından. “nasıl yani?” diye mırıldandım.
    teyze ayağa kalktı. üzerinde ki yeleği çıkardı ve omuzları, sırtı her tarafı neredeyse lime lime olmuş uzun zaman önce. kolunda çok garip bir iz vardı. yüzüme baktı “bu yaralar bir panterin hatırası” sesim titredi
    “nasıl yani? bir panter mi saldırdı?” başını salladı ve elinde ki t-shirti açarak resmi gösterdi “evet aynı bunun gibi bir panter!” yutkundum. teyze yanıma oturdu ve anlatmaya başladı.
    irlandalı’ymış, babası gibi doktor olmak istemiş. senelerce okumuş, çalışmış ve diplomasını aldıktan sonra eğitimini tamamlayarak doktor olmuş ve mesleğine başlamış. o sırada dünya da felaketler, iç savaşlar falan. genç doktor mutluymuş kendisine göre bir hayat kurmuş tek hayali olan mesleğine kavuşmuş. sonra o yıllarda büyük kuraklık var afrika da. aynı zaman da asya da seller ile uğraşıyor. bir gün televizyonda görüntüleri görmüş. kıtlık ve kuraklıktan, bakımsızlık ve doktorsuzluktan ölen çocukları. çok etkilenmiş daha sonra bir adam sevmiş evlenmişler fakat bir sene sonra hiçbir zaman çocuk sahibi olamayacağını öğrenmiş genç kadın. kocası da bunu terk etmiş. bir süre tutunmaya çalışmış hayata olmamış. kocası yakın bir arkadaşı ile tekrar evlenmiş. kırılan gururunu taşıyamamış genç doktor hastaneden istifa ederek bir yardım kuruluşuna katılmış.
    afet, iç savaş, kıtlık yani yardıma muhtaç yoksul ülkelere gitmeye başlamış. kuzey amerika, ortadoğu, uzak doğu aklınıza neresi gelirse deprem mi oldu? sel mi var? bir felaket mi var? bunlar atlıyorlar gidiyorlar ve ellerinden geldikçe can kurtarıyorlar.
    teyze anladıkça anlattı. siri lanka da panter saldırmış bir ormanda bu yaralar kalmış. sonra kampoçya da bir yılan sokmuş. haiti de bir eşek çifte atmış kalçası kırılmış. bir çok defa ölümlerden dönmüş. gülümseyerek anlattı. ben de başımı salladım. “yapacak bir şey yok” dedi.
    o sakin ve insana huzur veren ses tonu ile. “en çok da pantere üzüldüm vurmak zorunda kaldılar” dedi hüzünlü bir ses tonu ile. “ama seni neredeyse öldürecekti!” kadın gülümsedi. ”onun suçu değil. beyni ve duyguları ile değil iç gidileri ile saldırır hayvan. ya karnı açtı ya da yakınlarda yavruları vardı bu onun suçu değil” başımı salladım. film gibi hayat bile değil daha da ötesi. teyze hüzün ile baktı yüzüme utanarak “yedi defa tecavüze uğradım nijerya da, hindistan da, kenya da ve birkaç ülkede” teyze bu lafı söyleyeceğine yerden bir taş alıp kafama vursa ancak bu kadar şaşırırdım. “nasıl ya?” gayet normalmiş gibi anlattı. o kadar sakin sanki o kadar olağan bir olaymış gibi anlattı.
    “ilk tecavüz hindistan da oldu. bir köye gitmiştik. küçük bir kız sıtma olmuştu. en yakın hastane, doktor kilometrelerce uzakta. bir erkek doktor arkadaşım ile gittik haber aldığımızda. son anda yetiştik. kız daha dört yaşında bile değildi. ilk tedavisi yaptık. ev de abisi ve babası birkaç kız kardeşi babaannesi vs. epey kalabalık bir evdi. kızı kurtardık. o gece sabaha kadar başında durmak zorunda kaldık. ilk gece hasta küçük kızın abisi ve babası tecavüz etti. arkadaşım bahçede bir yerde uyurken. zaten görüyorsun ufak tefek bir kadınım gücüm yetmedi. işleri bitince çektiler gittiler.o gece kimseye bir şey söyleyemedim sonra ertesi gün de kızı bırakamadık. arkadaşıma yanımda kalmasını söyledim. baba ve oğul tekrar geldi tecavüz etmeye ama cesaret edemediler. evet genç adam bunun gibi onlarca olay ben belki de hayvanları hatta beni parçalasalar bile daha çok sevdim bu dünya da.” yutkundum, insanlığımdan, erkekliğimden utandım.
    teyze devam etti “sonra nijerya da tecavüze uğradım. hiçbir zaman tek olmadı tecavüzler kimi zaman dört kişi bile oldu. bir defasında meksika da hem tecavüz edildim hem d dövüldüm kolumu kırmışlardı” diyecek bir şey de bulamadım. “vaz geçmeyi düşünmedin mi?” o korkunç cevabı verdi. “alıştım. bir taraftan can kurtarırken bir taraftan canımı yakmalarına.”
    en son bizim kocaeli depremine de gelmiş teyze. “peki şimdi nasılsın?” ayağa kalktı poşeti aldı yüzüme baktı acı.. acı “kurtardığım yeniden can verdiğim hayatlar kaldı aklımda. bana sorsalar bir seçimin olsa. yine aynı mesleği yine aynı şekilde yapardım eminim. artık yaşlandım, yoruldum. birçok hastalığım var. tecavüzlerden sonra bel soğukluğu, frengi bile oldum. dayak yedim bilmiyorum kaç defa.” sonra burnunu çekti ve gökyüzüne baktı. “olsun..her şeye rağmen güzel bir hayat yaşadım ben. ne kadar daha yaşarım bilmem ama ben kızgın ya da küskün değilim.. hoşçakal genç adam. çay için teşekkürler’’
    teyze topallayarak giderken bakakaldım ardından.
    leş gibi bok gibi insan koktu birden bu gezegen. irin koktu, nankörlük ve alçaklık koktu.
  • "tam ve namuslu düşünceler sessizlik, ihtiyarlık ve dişsizlik ister. dişsiz olduğun zaman "ayıp çocuklar, ısırmayın!" demek kolaydır. ama, otuz iki dişin olunca... insan gençliğinde canavardır, evcilleşmek bilmez canavardır ve insan yer. kuzular, tavuklar ve domuz yavruları da yer ama, hayır, insan yemezse doymaz!"

    nikos kazancakis, zorbanın ağzından..
  • bütün hayvanlar dinlendikten sonra söz sırası savunmamı yapacak olan maymuna geldi. avukatım maymun, ayağa kalkıp öksürdü, sonra söze başladı:
    -pek sayın üyeler!.. müvekkilim o kadar ağır suçlar işlemiş, ve suçluluğu gerek tanıkların anlattıklarından, gerek kendi uğursuz suratından o kadar belli olmuştur ki, savunma için söyleyeceğim her söz gereksiz, yersiz kalmıştır. ancak şu noktayı göz önünde tutmanızı rica ederim. sanık, önünde sonunda bir insandır. bütün bu, tanıkların anlattığı suçları işlemek, başkalarının sırtından geçinmek, öldürmek, işkence etmek, boğmak, kesmek, hatta kendi buluşu silahlarla kendi kendini yok etmeye çalışmak, onun insanlığının kaçınılmaz bir sonucudur. bir insandan, bunlardan başka daha ne beklenebilirdi? tanrı onu insan yaratmakla, en büyük cezasını vermiş. biz ona daha başka ne ceza versek, bunun yanında hiç kalır. savunmamız bu kadardır. adaletli yargınızı bekliyoruz. jüri üyeleri fısıldaştılar. sonra başkan, yargıyı bildirdi:
    - sanığın suçları sabit görülmüş ve ömrünün sonuna kadar insan kalarak, insanlığının suçunu ve kendisinden davacı bütün hayvanların ahını çekmesine oy birliğiyle karar verilmiştir.

    kan ter içinde uyandım. başımı dayadığım masadan kaldırdım. yanıma bakındım. sonra aynaya baktım. evet, hayvanların ahı tutmuştu, ben bir insandım. tıpkı koyun gibi, benim de sırtımdan geçiniyorlardı. deve gibi yük taşıyor, eşek gibi her yapılana katlanıyordum. bütün hayvanların ahı üzerimde toplanmıştı. evet, ben bir insandım, insan kalmaya da mahkumdum. *

    aziz nesin
  • lodosa karşı güzel ve kalabalık bir cadde yürüyüşümdeyim. 5 yaşlarında bir kız çocuğu dondurmasını düşürüyor. terliğinin ucundan görünen, özensizce sürülmüş turuncu ojeli ayak tırnakları biraz çikolataya bulanıyor. ağlıyor. ayağı annesi tarafından temizlenene ve yeni dondurması külahına konana kadar ağlamaya devam edecek. dondurması geldi. artık gülüyor.

    insan, var olduğu andan bilincini yitirene kadar isteklerinin -mantığını aramaksızın/arama ihtiyacı hissetmeksizin- uğruna ağlayan bir yavrucaktır.

    3 adımlık evin 2 parça halısını yıkamaya verdim. kapımda düşük omuzlu, nezaket denen şeyle cebelleşen bir anadolu abisi. "metrekaresi 35 tl, 3 güne getiririz ablam" derken yüzüme değil, uzun pantolonuyla örtülen ayakkabısına bakıyor. gidene kadar yüzüme bakma ihtiyacı/cesareti/mahcubiyeti hissetmiyor. halılarım geldiğinde de hissetmeyecek.

    insan, öğrendiklerinin pençesinde öğrenmesi gerekenlerle savaşan bir halı yıkamacıdır.

    okula gidiyorum. kırmızı gömlekli bir adam biraz ileride yürüyor. ayağı kaldırıma oturmayı becerememiş bir taşa takılıyor. düşecek gibi oluyor. düşmüyor. önce taşa bakıyor. sonra etrafa bakıyor. kimsenin görmediğinden emin olup yoluna devam ediyor.

    insan, yaşamından çok, yaşamının diğerlerinin gözlerinde bıraktığı izlere kendini kaptıran, oturmamış bir taş parçasıdır.

    anneannem ölüyor. epey yaşlı ve hasta. bence ölmek için de epey dua ediyor. son anlarında yanına gelenlere "kızıma şimdi haber vermeyin, kalp hastası o. hasta olur. alıştıra alıştıra söyleyin" diyor. bu son cümlesi ardından gözlerini kapatıyor.

    insan, varlığından önce, var ettiklerine kendini adayan bir ölüm parçasıdır.

    kalabalık bir arkadaş grubuyla, adını hatırlayamadığım bir barda, müziğin sesinden kaçarcasına bağıra bağıra sohbet ediyorum. yüzümde herkese benzer gülücükler. o an etimle kemiğimle sıkılıyorum. çok sıkılıyorum. keşke evimde kalıp boş duvara baksaydım şu an diyorum. bu esnada sohbete ve gülmeye devam ediyorum.

    insan, hiçbir şey yapmamanın verdiği suçluluk duygusundan, bir şey yapıyormuş hissine koşan ne idüğü belirsiz bir can sıkıntısıdır.

    insan, kendi koyduğu kuralların ağırlığında ezilen bir kağıt parçasıdır.

    insan, çoğu zaman su bardağına yapışan bardak altlığıdır. bazen de su bardağıdır.

    insan, tam da gelişmeyen bilinciyle, var olma telaşını fark etme cezasına çarptırılmış kırık bir vazodur.

    insan, tanımlama telaşıyla, anlamın kendisini kaçıran bir çizgili defterdir.

    insan, nadiren doğan, bazen büyüyen ama düzenli olarak ölen bir taneler bütünüdür.

    insan, aslında çok da şey bir şey değildir.
  • “düşlerken bir tanrıdır insan, düşünürken ise bir dilenci.”
    hölderlin
  • beyin gucunun farkinda olan memeli (bu turun hepsi bu gucu kullamiyor bu yuzden farkinda olan kelimesini uygun buldum)
  • gün geçmiyor ki biraz daha hayran olmayayım... nasıl bir varlık, nasıl kendini kendinden bile koruyup her durumda hayatta kalıyor, akıl alır gibi değil.

    çok değil sadece iki hafta önce idlib saldırısı oldu ve onlarca genç bir anda hayattan kopup gitti. öyle şak diye, bir parmak şıklatması zamanında ölüverdiler. başkalarının acılarını kendi acılarımız gibi görmüyoruz elbette ama belki bir birikmeydi bendeki ve normalden çok daha fazla etkilendim. dayanamayacağımı sandım hatta. her bir ismi tek tek araştırdım, sıvasız boyasız evlerine asılmış bayraklı fotoğrafları görünce o evde büyümüş, aslında hala çocuk sayılacak yaşta daha hiçbir şey yaşamamışken ölmeleri bana çok ağır geldi.

    kendi içimde bu olayla boğuşurken mültecilerin fotoğrafları, videoları düşmeye başladı. bebekler, çocuklar kış ayazında soğuk sulara düşüyordu ve arkadaşlarım bile kendi gerçekliklerinden onlara bakıp eleştirmeyi kendilerinde hak görüyorlardı. ciddi ciddi ölümü kutsadılar gözümün önünde, kulaklarım duydu hepsini.
    kimsesin gücü asıl sorumlulara yetmediği için gariban gelip garibana vuruyordu. yıl 2020. dedim tamam artık benim aklım buraya kadarmış. dünyadaki varlığımın bir anlamı yok. insanlık biterken buna şahit olacak kadar sağlam değilim.

    uzaklaştım her şeyden, kendimce doğru olduğunu düşündüğüm şeyler yapmaya çalıştım. aksi durumda yaşam anlamsız olacaktı ve bir insan için bundan daha kötü bir şey olamaz. şans bu ya özel hayatımda iyi haberler aldım o sıralar, biraz nesef oldu bana.
    derken corona virüsü çıktı geldi dünyanın bir ucundan. her şey bir yana benim ve sevdiklerimin canı bir yanaymış meğer. sadece iki hafta önce yüzlerini daha önce görmediğim gençler öldü, hemen ardından yedi kat yabancı çocuklar yanlış devlet politikasının yemi oldu, bahsetmediğim ancak aklımdan hiç çıkarmadığım deprem sessizliğinde büyüyor orada biliyorum ama benim tek aksiyonum sevdiklerime dezenfektan almak, maske bulmak, panik yapmadan ama durumun ciddiyetinin biliciyle kendimizi korumaya çalışmak.
    çünkü ben küçücük bir insanım ve gücüm sadece buna yetiyor. anlık da olsa bununla yüzleşmek çok iyi geldi. yettiğim kadarım.

    sanki hepimizin elinde, sırtında görünmez bir çuval var. ama böyle biraz sihirli bir çuval. miyazaki filmlerindeki yaratıklar gibi. acıları, dertleri, neşeleri, mutlulukları, endişeleri artık hayat bize ne sunuyorsa hepsini alıyoruz ve o çuvala atıyoruz. bazen çok ağırlaşıyoruz ve çuval bizi yere düşürüyor, bazen yok gibi oluyor, kuş gibi uçuyoruz.
    ama her durumda insan yüküyle var. bunu bilmek ve yola devam etmek bile başlı başına bir övünç kaynağı olmalı hepimiz için. ara ara uzanıp yanağımızdan makas almak, omzumuza öpücük kondurmak, insan olarak kalabildiğimiz için kendimize aferin demek hakkımız gibi geliyor bana. *
hesabın var mı? giriş yap