• ben cocukken bir liste tutardim. oturup yazdigim bir liste degildi. zihnimde tutardim o listeyi—hala bircok seyde yaptigim gibi. bu liste, ben buyuyup de yetiskin oldugumda annem ve babam gibi yapmayacagim seylerin listesiydi. listenin en basinda bir cocuga bagirilmamasi, sabirsizca davranilmamasi, o bir seyler anlatirken “simdi isim var. sonra, sonra...” diye bastan savilmamasi, cocugun her secimine “ama neden x degil de z?” diyerek mudahale edilmemesi gibi seyler yer aliyordu. tum bunlari zihnimdeki listeye tek tek ekliyordum çocukken ve kendime hiçbir çocuğa boyle davranmayacagimi soyluyordum. fazlasiyla catismali, duygusal regülasyon konusunda iyi olmayan bir aile benimkisi. benim icin saglikli olmayanin ne olmadigini çocuk aklimla az cok seçebildim; ama sagliklinin ne oldugunu bilerek, görerek ve uygulayarak buyumedigim için nasil davranmam gerektiğini de ogrenemedim.

    neden hala cocuk gibi hissettiğimi anlamaya calisirken fark ettim; cunku ben cocukken bana dogru davranilmadigi, benimle saglikli iletişim kurulmadigi, nasil hayir diyecegim ogretilmedigi icin saglikli iletişim kurmayi, sabirli olmayi, hayir demeyi ve benzeri davranislari yapmayi ogrenerek büyümedim. yetiskin halim, cocukken ogrenmis olmam gereken bazi becerilere sahip olmadigindan, catismayla karsilastiginda ne tepki vereceğini bilemiyor ve cocukken hissettigim o caresizligi hissetmeye basliyor.

    annemin ve ozellikle babamin babamin aile ici iletişimi sürekli catismak, birbirini eleştirmek, tahammül göstermemek, ses yükselterek konuşmak, her seyi sertçe dile getirmek gibi bir dizi olumsuz davranis iceriyor. disaridan baktigimda catisiyormus gibi gorunduklerini onlara soyledigimde boyle bir sey olmadigini, gayet iyi anlastiklarini, bana soyle geldigini, birbirlerini ve beni ve kardesimi soyluyorlar. bu iletişim onlar acisindan bir sorun oluşturmuyor ve ilişkilerinin dengesi de catisma uzerine kurulu. saydiklarimin yani sira birçok iyi ozelligi de bulunan insanlar annem ve babam ve beni de kardeşimi de kendilerince seviyorlar. ancak ben çocukken böylesi catismali ve duygusal gerilimli bir ortamda büyümenin bana iyi gelmediğini, hatta bana zarar verdiğini fark ettim. evden resit olur olmaz ayrilmak istemem, degismek istememden kaynaklaniyordu; cunku daha sakin bir insan olabilmek, içimdeki ofkeyi dindirmek, duygusal iniş cikislarimi hafifletmek için cevremi değiştirmeliydim. once ailemin yanindan, ardindan turkiye’den ayrildim.

    ben buyurken kendime soz verdigim uzere yasamimca hicbir cocuga bagirmadim ve onlara hic sabirsizlik gostermedim. cocuklara karsi sonsuz bir sabir gosterebiliyorum; ama bunu her yetiskine gosteremiyordum. en başta, kendime. turkiye’den uzakta yasadigim bunca yil boyunca yasadigim kültürdeki insanlarin bana ve birbirlerine nasil sakin ve sabirli davrandiklarini gözlemleyerek sabretmeyi ve tahammül göstermeyi ogrendim. dogru davranislarin ne oldugunu bilmek kolayca uygulayabilmek anlamina gelmediği için sabir gostermeyi, tahammul etmeyi ogrenmem zamanimi aldi. ancak bunlari ogrenebildim ve bu kulturun insanlarinin bana kattiklari için onlara minnettarim. tum o duygusal iniş cikislarla firtanin ortasinda alabora olmamak için direnen bir gemi gibi hissederken içsel sakinliğe ulaşmak için daha cok çabalamam gerekti. buna eristigim ilk zamanlarda cok hoşuma gitti. ancak bir seyler eksik ve yanlis hissettirdi; cunku ofkesini denetleyemeyen bir baba ile sevgisini koşullu veren bir annenin ne zaman neye ne tepki vereceğini kestiremediğim bir ailede, bilinmezlik içinde iniş cikislar yasayarak büyümenin etkisiyle, iniş cikislarimin azalmasi en baslarda istediğim bir durum olsa da duygulari siklikla degisen ve yoğun hissetmeye aliskin biri olarak kendimi bos hissetmeye basladim. bizi güvende hissettiren seylerin illaki saglikli ve dogru seyler olmadiginin da farkindayim; ama donup dolaşıp bir bicimde kendimi iç dünyamda, birakamadigim o catismalarimin içine batip cikarken buluyorum. kendimi alikoyamiyor muyum, yoksa nasil cikacagimi henüz bilmiyor muyum, emin değilim; ama orasi bilindik ve bu yüzden de güvende hissettiriyor tuhaf bicimde.

    duygusal iniş cikislarimla (ya da duraganlikla) ilgili çözemediklerimin yani sira başka meselelerle ilgili de sorun yasiyorum. bunlarin basinda kendimi, daha doğrusu duygularimi ve dusuncelerimi acikca ifade etmekte yasadigim zorluklar geliyor. hayir demekte ve sinirlarimi çekmekte hala zorlaniyorum.

    “boyle söylenmez; ayip olur.” ya da “hayir dersek ayip olur.” gibi cümleler duyarak karsimdaki kisinin sinirlarimi ihlal etmesini hos gormem ya da tahammül etmem teşvik edilerek yetistirildim ve o kişiye ayip olmasin ve benimle/ailemle iletişimi kesmesin diye neyden rahatsiz olduğumu acikca söylemek yerine “zararsiz” yalanlar söylemek ya da bahaneler uretmek zorunda kaldim; cunku kimseye ayip etmemenin, kimseyi kirmamanin, insanlarin gonlunu hos tutmanin onemli oldugunu dusunen bir ailem var. ailem ne olursa olsun kimseyi kirmamak, kimseye ayip etmemek, herkesle iletişim sürdürmek uzerine bir anlayisa sahip. bu durumun yalnizca benim ailemle kisitli bir durum oldugunu da hic sanmiyorum. turkiye’de insanlar ilişki odakli olduğu, kimse bir diğerine neyi istemediğini, neyden rahatsiz oldugunu acikca soyleyemedigi cunku her seyin kişisel alinarak hayir yanitinin ya da “bunu daha farkli yapsan olmaz mi?” ricasinin saldirganliga ve ilişki bitirmeye kadar vardigi bir toplumda kimse ne istediğini acikca söyleyemiyor.

    son yillara kadar kendi annem bile farkli davranmiyordu ve hayir yanitini duyunca bunu kendisine yapilmis bir saygisizlik olarak alip ilişkiyi sak diye kesmeye meyilliydi. kendisi istemediği bir davranis yaptigimda anne olmayi birakiyor ve beni bazen günlerce yok sayiyordu. annemle bile dogru duzgun, saglikli bir iletişim kurmayi beceremezken yeterince tanimadigim insanlara kendimi acikca ifade etmeyi nasil ogrenebilirim? ogrenemedim zaten. “kendi annem ‘ben bunu istemiyorum.’ dediğimde beni sevmeyi birakiyorsa baskalari beni sevmeyi neden surdursun ki?” diye sordum kendime ve annemin beni sevmediği dusuncesiyle ile yasadim yillarca. bazi seyleri astik; bazi seyleri asamadik. kacinmaci bir tavrim da olsa onun beni kendince sevdigine artik inanıyorum. ancak hem kendimle ilgili hem de genel iletişim acisindan bazi seyleri hala cozebilmis değilim.

    çocukken azarlandigim ya da yok sayildigimdan belki, neyi nasil ifade edecegimi ogrenemedigim için de hic söylememeyi tercih eder hale geldiğimi düşünüyorum bazen. ya insanlardan kaçıyorum ya da davranislarim nedeniyle sürekli aciklama yapiyorum. ne istediğimi ve istemediğimi insanlara acikca söyleyebilsem iletişim kurmak beni bu kadar kaygilandirmayacak ve insanlardan kacmayacagim belki. beni sevmeyecekler ya da sevmeyi birakacaklar kaygisiyla evet dediğim seyler nedeniyle kendimi istemediğim seylerin içinde bulmayacagim belki ve ilişkilerim daha dengede olacak ve beni yormayacak ya da bitmeyecek. söylenmek isteyip de söyleyemediğim tum o sözler içimde tortu gibi birikmek zorunda kalmayacak. tum bunlar için biraz uzgunum. (elbette her iletişimsel sorun ya da biten iliski benden kaynakli ya da benimle ilgili veya benim yüzümden değil. bir ilişkinin biteceği varsa yillar içinde kendiliğinden de bitiyor; ama sinirlar saglikli bicimde çizilebilirse kişiler daha az hasar alirlar ve ben sinir cekme konusunda bocaliyorum.)

    sirf uzaklastigim için her sey cozulmedi kisacasi ve ben yillar geçmesine karsin hala bazi meseleleri çözmeye ugrasiyorum; ama bence daha iyiye gidiyorum. bunlari acikca dile getirebilmem de bir seylerin üstesinden geldiğimin göstergesi diye düşünüyorum.
  • belki de çoğu zaman anlaşamıyor oluşumuzun önündeki en büyük engel bizatihi dilin kendisi. bunu böyle spot, afili bir cümle yazmak için söylemiyorum. 2 hafta önce yaşadığım bir gün içinde dilin, iletişimin, kabullerin, kültürel üslubun, tavrın insanlar arasında nasıl farklar yarattığını gördüm.

    şu an bulunduğum yer yazlık bir yer. iş için buradayım. gündüzlerim boş. her gün belirli saatler arasında kitabı, kahvemi, kalemi, defteri vs. alıp kimselerin rağbet etmediği oldukça sakin bir sahile geliyorum. hafta içi neredeyse in cin top oynuyor. kafamı dinlemek, çalışmak, okumak, yüzmek için nefis bir yer. buraya gelen de genelde benim gibi aynı duygularla gelen insanlar. 2 hafta önce yine aynı yere gittim. hatta her gün aynı noktaya bırakıyorum eşyalarımı. o sırada bir kadın geldi biraz daha öteme. havlusunu, çantasını bıraktı. abartmadan, mübalağa etmeden söyleyebilirim ki oldukça güzel, standartların üstünde bir kadın. neyse bir süre herkes işine baktı ama bu tip durumlarda herkesin bilebileceği üzere illa ki birbirine çarpıyor insan. bir süre sonra bana seslendiğini fark ettim. kafamı kaldırıp baktığımda elinde tuttuğu inciri bana doğru uzattığını ama anlamadığım sözcükler kullandığını fark ettim. yanına gittim, ne dediğini anlamak için. gülümsüyor, anlamsızca (en azından bana göre) bir şeyler söylüyordu. nihayetinde rusça konuştuğunu anladım. ingilizce bilmiyormuş. benim ingilizce de tarzanca ama iyi, kötü o üslupla anlaşabiliyorum ama o ingilizce de bilmiyordu. neyse bir şekilde en ilkel içgüdülerle, mimik, jestlerle konuşmaya başladık. ikimizde birbirimizi anlamıyoruz. translate yoluyla anlaşmaya çalışıyoruz bir taraftan. ama yazdıklarımızın, söylediklerimizin çoğu haliyle tam olarak çevrilmiyor. neyse kadın fotoğraf sanatçısı ve birçok iyi filmde set fotoğrafçılığı yapmış ayrıca. yine herhangi bir duruma nazire yapmak için söylemiyorum ama cidden çok güzel bir kadın, çok zarif, güler yüzlü. biz sanki aynı dili konuşan 2 kişi gibi durmadan bir şeyler söylüyoruz birbirimize. kıyıdayken iyi ama denize girince translate de yok. denizin içinde birbirimizden hiçbir şey anlamadan o rusça ben türkçe konuşuyoruz kahkahalar eşliğinde. durumun absürtlüğü bir taraftan o ana has bir doğallık ve rahatlık yüklüyor ikimize de. sahilde az kişi olsa da kahkalarımızı duyanlar çok komik şeylerden söz ettiğimizi düşünecek. hasılı tüm gün boyunca birlikteydik. birbirimize çocukluğumuzu, yaşamımızı anlattık. bana yaptığı sporlardan, gittiği ülkelerden, bulunduğu setlerden, ailesinden, arkadaşlarından söz etti, fotoğraflarını gösterdi. kendi adıma hem bu kadar yabancı (kendime, olduğum hale) hem bu kadar yakın çok az gün yaşadığımı fark ettim. kusursuz bir gündü. dilini bile anlamadığım biriyle hayatımın en güzel günlerinden birini yaşadım. telefonlar, sosyal medya hesapları alındı vs.

    nihayetinde o günle ilgili bir sağlama yaptığımda bizi kuşatan kültürün verilerini sahiplenerek aynı dili konuşuyor olmanın var olduğumuz (bir bakıma hapsolduğumuz) kültürel üslup içinde bizi standartlaşmaya ne kadar zorladığını fark ettim. bir sohbeti, tanışmayı, yakınlığı başlatan sözcükler, cümleler, tanımlar, mimikler, jestler ne kadar da benzer ve tek düzeydi. sürekli kendimizden ve kişisel tarihimizden bahsederken aynı yolların, izlerin, durumların tekrarını yaşıyoruz. kendimizi kanıtlamak, o'nu etkilemek, kendimizi onaylatmak, karşımızdakinde kendimizle ilgili doğrusal olmayan bir hayranlık vektörü yaratmak, o'nun şövalyesi ya da büyük aşkı olmak derken kültürün bize verdiği davranış modelleri içinde sıkışıp, sözde gerçek benliğimizden söz edip, kendimize yalanlar söylüyoruz. dilin imkanı aynı zamanda bir sürü imkansızlık yaratıyor. bir süre sonra bir çıkmaza giriyoruz. anlaşma, memnuniyet, onaylanma diye işaretlenen her şey aslında bir benliğin diğerini kendine benzetme çabası. söylenen kastı o olmayan ama kastı oymuş gibi anlanan cümlelerin, sözcüklerin, yargıların, savunma ya da saldırıların altında yatan ortak kültürel ezberlerin semptomlarıyız ve çoğu zaman sohbeti, karşılaşmaları başka bir bilinç ya da anlaşma düzeyine çekecek özgürlükten mahrumuz. ancak ve ancak böyle tesadüfi, alabildiğine yabancı karşılaşmalar bizi hapsolduğumuz alanın dışına taşıyabiliyor maalesef.

    hasılı aynı dili konuşuyor olmak çoğu zaman anlaşabileceğimizi göstermiyor ki zaten bu ülkenin genel haline bakıp bunu anlamak zor olmamalı. kaldı ki dünyanın her yerinde bir aynılaşma, standartlaşma üslubu içinde yakınlık, iletişim, şeffaflık diye dayatılan korkunç politik bir iklimin içinde müthiş bir yabancılaşma içinde yaşıyor insanlar. ve iletişim sandığımız bir enformasyon bombardımanı içinde bir tür katatoni haliyle varlığımıza da bir anlam bulmaya çalışıyoruz. oysa çoğu zaman sarsıcı ya da şaşırtıcı olan şeyler tehlikeli ya da ilkel bulduğumuz bir yabancılıktan ve karşılaşmalardan doğuyor. ve çoğu zaman yaşamın o koca boşluğu anlaşmadan ziyade anlaşamıyor olmaktan doğan bir karşılaşmanın eseri olarak (nispeten de olsa) bir anlam buluyor.
  • mevlana tarafından söylenen şu söz, iletişimin en güzel tanımlarından biridir: "ne kadar bilirsen bil, anlatabileceklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır".
    bu konuda bir de kaynağını bilemediğim şöyle bir hikaye kalmış aklımda;

    "geçmiş zamanda yahudilerin ve hıristiyanların birlikte yaşadıkları bir köy vardı. fakat her iki taraf da köyün kendilerine ait olduğunu ve diğerlerinin köyü boşaltması gerektiğini düşünüyordu. bir gün taraflar bir anlaşmaya vardılar. rahip ve haham arasında bir tartışma düzenlenecek ve tartışmayı kaybeden taraf köyü terk edecekti. fakat rahip ve haham birbirlerinin dilini bilmedikleri için tartışmayı beden dillerini kullanarak, işaret yoluyla yapacaklardı. beklenen gün geldi; rahip ve haham yüksek bir tepeye çıktılar, arkalarına ahalilerini topladılar ve tartışma başladı. rahip kolunu kaldırdı ve eliyle “üç” işareti yaptı. hahamın buna cevabı gecikmedi ve o da kolunu kaldırıp eliyle “bir” işareti yaptı. ardından, rahip eliyle etrafı gösterdi. haham da biraz durdu ve işaret parmağıyla yeri işaret etti. hiç kimse bu olan bitene bir anlam veremiyordu. kısa bir duraksamanın ardından, rahip çantasından ekmek ve şarap çıkarttı. bunu gören haham da çantasını açtı ve içinden bir elma çıkarttı. bu hareketin hemen ardından rahip ahalisine döndü ve “tartışmayı kaybettim, köyü boşaltıyoruz” dedi. rahip merakla bekleyen ahalisine olan biteni anlatmaya başladı: “üç” işareti yaptım: “baba, oğul, kutsal ruh’a inanmalıyız”. haham da: bir işareti yaparak ama tanrı “1”dir dedi. haklıydı. rahip: “daha sonra elimle etrafı gösterdim; ‘tanrı her yerdedir’ anlamında. haham da parmağıyla yeri işaret etti; ‘ama tanrı aynı zamanda buradadır’ anlamında. yine haklıydı.” rahip: “son olarak, çantamdan isa’nın etini ve kanını temsil eden ekmek ve şarabı çıkarttım; günahlarımızı affettirmek için bunları yemeliyiz anlamında. fakat haham da çantasından ilk günahı temsil eden elmayı çıkarttı; ne yaparsak yapalım ilk günahın affedilemeyeceği anlamında. işte, bundan sonra diyecek bir şey bulamadım ve tartışmayı kaybettiğimi kabullendim.” bu arada, yahudilerin tarafında sevinç içindeki ahali hahamın anlattıklarını dinliyordu. haham: “rahip eliyle ‘üç’ işareti yaparak üç gün içinde köyü terk edeceksiniz dedi. ben de elimle ‘bir’ işareti yaparak, bir gün bile olsa burayı terk etmeyeceğiz dedim. haham: daha sonra eliyle etrafı gösterip bütün bu evleri boşaltacaksınız dedi. ben de parmağımla yeri gösterip buradan hiçbir yere gitmeyeceğiz dedim. ahaliden birisi merakla sordu: peki o ekmek ve şarap olayı neydi? haham yüzüne takındığı şaşkın ifade ile cevap verdi: valla onu ben de pek anlamadım. galiba rahibin karnı acıktı, çantasından ekmek ve şarabını çıkarttı, benim de çantamda elmam vardı, ben de onu çıkarttım. sonra rahip tartışmayı kaybettiğini kabul etti. nedenini ben de hiç anlamadım."
  • iki insan arasında, tam anlamıyla kurulması imkansız [çok zor değil, imkansız] olan bir şey.

    herhangi bir konuda bir şey söylerken, yazarken, aklımızdan geçen her şey zihnimizde o güne kadar oluşmuş bağlantıların bir sonucudur. ve aklımızdan geçenler ile yazdıklarımız/söylediklerimiz çoğu zaman birbirinden hayli farklı şeyler olur. kavramlarla düşünüp bunları kelimeleştirmek, düşünceyi olabilecek en primitif seviyeye indirmek demektir.

    zira "kavram"lar dediğimiz şeyler kendi başlarına var olamazlar. örneğin benim kafamdaki "kilise" kavramı ile sizin kafanızdaki "kilise" kavramı birbirinden çok farklıdır.

    benim kafamda kilise:
    - kaybolmakta olan otoriteyi yeniden kurmak üzere kurulmuştur.
    * dünyada hemen hiç bir şeyin bilinmediği, elini atsan bilim dalına çarptığın zamanlarda tüm teknolojik gelişmeyi "tanrı" adına hakimiyeti altında tutmuştur.
    - bilimsel gelişmeler gücü kendisinden almaya doğru ilerleyince engizisyon benzeri yapılar kurarak günümüze gelmiştir.
    - 13. yy avrupasının en iyi yün yetiştiricileridir
    - bugün kullandığımız "müfredatlı eğitim" sisteminin yaratıcılarıdır.
    - elektriğin, vakumun ve daha bir çok şeyin keşfedilmesindeki en büyük tetikleyicidir.
    - ortaya çıkan her değişime var gücüyle karşı koyan bir güç arsızıdır.
    - matbaa ilk ortaya çıktığında matbaaya karşı çıkıp daha sonra bu matbaayı endüljanslar basmak için kabul etmiş bir kurumdur.
    - statik elektrik ilk bulunduğunda rahipleri el ele tutuşup yarım daire şeklinde duran bir uçtan verilen statik elektrikle "tanrıyı bulduk bizz!" diye zıplayan fantastik benediktin rahiplerini içeren bir kurumdur.
    - bi kez çiçekte içip içip altılı bize çıksın diye dua etmeye sen antuana gitmiştik, bizim bi arkadaş kutsal suyla saçlarını düzeltmişti.
    - aya irini'de swingle singers izlemiştim.
    - bach neredeyse tüm müziğini kiliselerde tanrı adına yapmıştı.

    bunlar gibi bir çok madde sayabilirim, ve tahmin edersiniz ki bu maddelerin her biri başka kavramlara linklidir. yani ben size "kilisenin temsili demokrasiye bakış açısı"ndan bahsederken veya herhangi başka bir cümlenin içinde geçen "kilise" kelimesi, tüm bu bilgileri içermektedir aslında.

    ama benim bunu size bu şekilde aktarmam, imkansızdır. çünkü belki sizin kafanızda kilise:

    - tanrı'nın evi.
    - pazar günleri gidip huzur bulduğunuz mekan.

    kadar benimkiyle alakasız bir şey olabilir.

    konuşma, bir tarafın kafasındaki kavramları karşısındakinin algılayacağını düşündüğü şekillerde indirgeyip, karşı tarafın aynı veriyi yeniden inşa etmesini beklemekten başka bir şey değildir.

    daha iyi bir iletişim yöntemi olmalı.
  • çağımızın en büyük sorunlarından biri.

    çok fazla iletişim var, facebook, myspace, muhtelif bloglar, twitter, friendfeed, memur için sınırsıza yakın telefon hatları... herkes herkesle yoğun, anlamsız ve gereksiz bir iletişim içinde. insanlar iletişim kurduklarında aktaracak materyale sahip olmaya vakit ayıramıyorlar devamlı iletişim içinde olmaktan. haliyle kurulan iletişim çok büyük ölçüde niteliksiz ve yüzeysel.

    insanların daha az iletişime, iletişim kurduklarında aktarabilmek için içerik oluşturmak ve olayları irdelerken daha sağduyulu, içgörülü olabilmek için daha fazla zamana ihtiyaçları var.
  • dogalligiyla gelistiginde huzur, saglanmaya calisildiginda gerginlige sebebiyet veren alis veris
  • farklı "level"ları olan bir konudur iletişim.

    öncelikle kendimizle iletişim kurmayı öğreniriz. bir bebek olarak doğduğumuzda bilgimizin toplam ağırlığı "sıfır" olduğundan yapabilecek başka bir şeyimiz de yoktur. önce kendi vücudumuzu tanırız, sonra etrafımızdaki şekilleri, beynimiz bunları hemen sınıflandırır, ayırır vesaire.

    daha sonra aile ile iletişim gelir. aile ile iletişim kurmaya başladığımız dönemde [konuşmadan bahsetmiyorum, interaksyonun her türlüsü iletişimdir] referans alabileceğimiz tek nokta kendimiz hakkında o zamana kadar bildiğimiz minimal bilgilerdir. daha sonra aileyi tanımaya başlarız, ancak aile bize "çok yakın" bir şey olduğundan, yine kendimiz dışında referansa ihtiyaç duymama olasılığımız çok yüksektir.

    sonra okulda arkadaşlar ve öğretmenler ile iletişime geldiğimizde, "dışarı ile iletişim" konusu ilk kez karşımıza çıkar. bizden farklı bir çevrede ve ortamda yetişmiş çocuklar ile iletişim kurmamız, aslında çok zordur. bu konuyu çözmek için öğretmenler tarafından dayatılan ortak jargona ihtiyaç duyarız. ancak henüz düşüncelerimizi indirgemek gibi bir sorunun farkında değilizdir. "bu budur" dendiğinde olduğu gibi kabul ederiz zira.

    ancak sosyal ilişkiler karmaşıklaştıkça, daha çok insan tanıdıkça bir şeylerin yolunda olmadığını fark ederiz. bu noktada atacağımız adım önemlidir. tamamen yetiştiriliş tarzımıza göre ya "karşısındakini dinlemeden kafasındakileri olduğu gibi ortaya dökmeye çalışan" bir insan oluruz, ya da "sadece dinleyen, nadiren konuşan" bir insan oluruz. ikisinin dengesini bu aşamada kurmak çok kolay değildir.

    (5 yıl sonra gelen edit: bir de, 'daha çok insan tanımak' noktasına ulaşmayan, minimal sosyal kontakla hayatını devam ettiren, tuhaf insanlar var. gerçi çok çok çok daha fazlalar bunlar diğerlerine oranla, dolayısıyla tuhaf olan yüksek sosyal çevreli insanlar da olabilir bilemiyorum. ama bu minimal kontak insanları bu söylediğimiz gelişimi hiç yaşayamadıkları için, pek çok şeye çok çabuk sinirlenen ve diyalog sürdürmesi çok zor insanlar haline gelirler.)

    ikisinin dengesinin kurulduğu aşama, problemi aşağı yukarı kafanızda netleştirdiğiniz nokta olur. "ben böyle düşünüyorum, o böyle. ben bunu böyle biliyorum, o şöyle biliyor. benim bununla ilgili şöyle güzel bir anım var, onun ise böyle kötü bir anısı var" gibisinden şeyleri hesaba katarak konuşmayı öğrendiğiniz noktada problemin büyük kısmı hallolmuş olur.

    ancak buradaki sorun, yeni tanıştığınız bir insan ile ya da henüz yeteri kadar tanımadığınz bir insan ile nasıl iletişim kurabileceğinizdir. kafanızdaki bilgi birikimi arttıkça kavramların bağlantıları da artacak, dolayısıyla derdinizi anlatmak giderek daha zor olacaktır.

    karşınızdakinin düşüncelerini tam olarak biliyor olsanız bile, karşınızdakinin sizin bildiklerinizi bilip bilmediğinden emin olmadığınız için bazen gereksiz ayrıntıların arasında kaybolduğunuzu hissedersiniz, bazen ise konuyu yeterince detaylı anlatamadığınızı sanırsınız.

    konuyla çok alakalı olarak (bkz: empati/@mengus)

    "arkadaş grupları" bu yüzden ve bu şekilde oluşur. bir çok deneyimi beraber yaşadığınız, bilgilerinizi edindikçe paylaştığınız insanlar grubu, anlatmak istediğinizi anlatmak istediğiniz şekle en yakın algılayacak insanlar olacaktır.

    ama tabii şöyle gözden göze cozzz diye veriyi aktarabilsek muhteşem olmaz mı? o kadar güzel olur ki.
  • bir ara facebook kullandım. hatırlamadığım, adını bile bilmediğim bir sürü akrabam, arkadaşım, tanıdığım, eşim dostum çıktı. doğum günlerimde haklarında en ufak fikrim olmayan insanlar doğum günümü içtenlikle kutladılar, ben onlara tüm kalbimle teşekkür ettim. sokakta birbirimizi görsek, göz ucuyla bakar ama çıkaramazdık muhtemelen. bir gün hiç tanımadığım insanların fotoğraflarına gülücükler koyduğumu fark ettim. o gün hesabımı geri dönüşümsüz olmak şartıyla sildim.

    telefon dediğimiz şey iletişim aracı olmaktan çıktı elimizde oyuncak oldu. yanında değilken, sanki sağ kolunu evde bırakmışsın gibi hissettiriyor insana. öyle bağımlı olduk. ilişkilerimiz telefonda başlıyor, telefonda bitiyor. hatta bazen konuşmaya bile gerek duymadan, bir mesajla hayatımızdaki insanları siliyoruz. bu kadar kolay artık.

    sabah uyanır uyanmaz "günaydın" demeden elimiz telefona gidiyor. internet bağlantımız kesilse, dünya yanıyor da haberimiz yokmuş gibi paniğe kapılıyoruz. acil durum internet paketlerimiz bile var. dağ başından bile internete girip, mesaj yazmaya çalışıyoruz.

    iletişim çağında! iletişim kuramadığımız için yalnız kalıyoruz. hayatımıza onlarca kişi dahil oluyor, biz onları doğru dürüst tanımadan, bir elimizle tutup, öbür elimizle bırakıyoruz. iletişim diye bize yutturdukları şey aslında iletişimsizliğin dibi. her geçen gün daha çok kendimizle kalıyoruz, farkında bile olmadan, insanlardan uzaklaşıp, hayatımızı izole ediyoruz. sonra sosyal medya hesaplarımızdan, bir çoğunu doğru dürüst tanımadığımız insanlara yalnızlığımızı haykırıyoruz, şiirler yazıp, şarkılar paylaşıyoruz. üzüntülerimiz, acılarımızı, mutluluklarımızı alet ediyoruz paylaşımlarımıza. arayacak kimseyi bulamayıp "like" aldıkça ilgi açlığımızı gideriyormuş gibi yapıyoruz. ilgiye muhtaç küçük çocuklar gibi ağladığımızı bile duyurmadan edemiyoruz.

    iletişim kurmak, arkadaşlarınla buluşmak demek, fotoğrafını beğenmek değil, sırf sesini duymak için aramak demek, "uyudun mu? " diye mesaj çekmek değil. insanlarla iletişimde olmak demek bir sürü takipçin olması demek değil. konuşabildiğin, paylaşabildiğin arkadaşların olması demek. mesajlar, nickler, beğeniler, paylaşımlar hepsi kolayca silinip, unutulabilir. ama birlikte geçirdiğin zamanlar, paylaştığın anılar unutulmaz. insanlarla zaman geçirin, paylaşın, anılarınız bilgisayarınızda değil, hafızanızda yer etsin.
  • "the single biggest problem with communication is the illusion that it has taken place." (george bernard shaw)

    "iletişimle ilgili en büyük sorun, gerçekleşmiş olduğu sanrısıdır"

    siz istediğiniz kadar açık cümlelerle kendinizi ifade ettiğinizi düşünün; "tamam yaa şimdi oldu işte. bu konuşma tüm sorunlarımızı çözecek." deyin... bunlar sanrıdan öteye gidemediğinde o büyük sorunun içine siz de girmiş olursunuz.

    ben ki sorunlarımızın hemen hepsinin olumlu ya da olumsuz son bulmasının en temel hatta tek temel yolunun konuşmak, iletişim olduğunu düşünürüm ama bugüne kadarki ilişkilerime (sevgililikten söz etmiyorum sadece. arkadaşlık ilişkisi, aile içi ilişki, işveren-çalışan ilişkisi vs.) dönüp baktığımda bu sanrıya birçok kez kapılmış olduğumu görüyorum.

    criminal minds'ın 5. sezon 22. bölümünde hotch'ın yaptığı bu alıntıyla bunun iyice ayırdına vardım.
  • kurulan cümlenin katlettiği anlamların cenaze töreni.

    dil, koskoca bir nekropolis.
hesabın var mı? giriş yap