• insanın birçok tanımı var. iş biyolojik olarak memelilerin altında bir tür olan insanı sınıflandırmak olduğunda nispeten kolay gözükse de, bir şekilde -insanı üstün görerek sınıflandırma isteği bitmediği için belki de- insanın ilk bilimsel tanımlamalarından biri homo sapiens ("bilen insan" diyelim kabaca) oluyor. halbuki ilk insanlar neyi biliyor, ne kadar biliyor, toplumdan uzak bir yerde izole büyütülen "insan" formunda bir canlı, evrimde gelebildiği noktada dış yardımsız neyi ne kadar bilebilecek, yapabilecek gibi sorular da var. bu yüzden insanı ayrıştırabilmek için alet kullanması öne çıkarıldı bir süre sonra, fakat başka bazı canlıların da ilkel aletler yapıp kullanabildikleri görülünce bu ayrım da anlamını kaybetti. en son insan "empati yapabilen canlı" olarak tanımlanıyordu, fakat şu meşhur çocukla empati yapıp onu kurtaran dişi goril hadisesinden sonra bu ayrım da müphem hale geldi biraz.

    ki insanın sınıflandırılması tabii ki asla biyoloji bilimiyle sınırlı değil, tarih ve kültürle, felsefeyle de çokça iç içe geçen bir mesele. homo faber bu anlamda ("yapan insan" diyelim ona da kabaca) insanın alet geliştirme zekasına atıfta bulunsa da, hannah arendt'in kullandığı anlam asla sadece teknikle sınırlı değildi. öyle olsaydı, insanın ilkel ihtiyaçlarını gideren halini animal laborans olarak tanımlayıp öbüründen ayırmazdı. yani ateş yakmak için çakmak kullanmak, odun kesmek için balta kullanmak insanı hemen homo faber yapmaz. ama homo faber olmanın da bir "daha ötesi" vardır, o da zoon politikon olmaktır (ki insana homo politicus diyenler de vardır zaten) yani eylemselliğe geçiştir, eylemektir.

    peki ya homo economicus? doğrusu insana satılanın "ihtiyaç"lar olmadığı, insanın da "rasyonel bir hayvan" olmadığı, herhalde en çok 2000'lerin insana arzular ve hayaller satan reklam ve sosyal medya dünyasında anlaşılmış olsa gerek, ama zaten daha öncesinde bile bu fikir iflas etmişti. çünkü insanlar sık sık özçıkarlarına ters şeyler de yapıyorlardı.

    homo ludens ise tüm bunlar arasında, bilmiyorum neden, belki sadece doğal bir sıcaklık verdiği ve inanılmaz hiyerarşiler bahşetmediği için, daha ayrı yerde duran bir insan tanımlama yöntemi gibi. hadi ona da kabaca "oynayan insan" diyelim. kemikleri delip flüt benzeri ilk aletleri yapan, davula benzer ilk ritm aletleri çalan insan "oynuyordu", eğleniyordu. tabii ki ritim duygusunun gelişmesinin, efendime söyleyeyim sporların aslında -el-ayak-göz koordinasyonu ve denge gelişimi gibi üstünlük sağlayıcı birçok yan faydasının olduğu açıklanabilir. ama ilk oynamaya başlayan insanlar bu faydaları yüzünden, bu faydaların farkında olduğu için oynamıyordu ki; eğlendiği için oynuyor ve sonucunda da bazı faydaları olduğunu fark ediyordu. birçok kültürel unsur, işte bu "oyun"lardan doğdu. ortak genleri paylaştığımız memelilerin de çoğu oyuncu aslında, canlılar olarak oynamayı seviyoruz. ama kendimizi "insan" olarak ayrıştırıp hep yüce yüce yerlerde görmeyi sevdiğimizden midir nedir, böyle sıcak tanımlar yeterince entelektüel gelmiyor sanırım! (hoş, bunun tanımını huizinga'dan okuyunca yeterince entelektüel bulmamak da zor olur!)

    dahası, bence homo ludens, homo faber'liği de dışlamıyor, homo politicus'luğu da. bir şeyler yaparken de zevk alıyorsa insan, o da bir "oyun"a dönüşmüyor mu? birçok zanaatkâr için zorlayıcı bir iş, bir materyal "zorlu ama keyifli bir mücadele" gibi değil mi? (bakın spor müsabakalarını anlatırken kurduğumuz cümlelere ne kadar benziyor bu ifade!) politika desek, başlı başına bir strateji oyunu değil mi zaten?

    prestij oyununu da oynayabilirsiniz, güç oyununu da, hatta "güç" elde etmek için farklı farklı oyunları da. oyunculuğu hırsla da bağdaştırabilirsiniz, eğlenceyle de. bence bu, içini bizim nasıl dolduracağımıza kalıyor pratik bakışta. ama sonuçta oyuncu varlıklar mıyız, bence evet.
  • " insan düşüncesi zihnin bütün hazinelerine egemen olduğunda ve yeteneklerinin tüm görkemini hissettiğinde bile bütün ciddi akıl yürütmelerin dibinde hala problemli bir tortu kalır.
    kesin bir yargının ilanı, kişisel bilinç tarafından tamamen ikna edici olarak kabul edilemez.
    yargının sendelediği bu noktada mutlak ciddiyet duygusu yok olur.
    belki de bu durumda, bin yıllık her şey boşuna sözü yerine her şey oyun sözü kendini dayatır ve bu yeni sözün vurgusu daha olumlu olur..."
    diyor johan huizinga..

    ben de kendisine naçizane

    "aşk oyunu buna derler güzelim
    seçmelisin birini
    bir şöyle bir böyle derken
    kaçırıp harcarsın sevgi(li)leri" diyorum müsadenizle..

    insanoğlu kendi yaşamsal varoluşunu anlamlandırabilmek adına, binlerce yıldır tüm silahlarıyla saldırıyor evrenin bilinmezliğine..
    ışığın tayfıyla ilkin yedi ve daha sonra da kendi içinde milyarlarca renge bölünen çok çeşitlilik, beraberinde anlamlandırma çabalarını da çeşitliyor..
    zihnini kullanan materyalistler, sezgisel akarlara kapılırıverip, denizin masalını yazanlar, ya da hali hazırdaki bu masallara inananlar... insanın bir kaşif olduğunu, hem kendisini hem de olup biteni keşfedebileceğini düşünenler.. ve ne olup bittiğinin farkında bile olmayan medeniyet tutsakları...

    -biten yiten- herşeye rağmen düşümde düşünüyorum da, hepimiz öyle ya da böyle aynı oyun'un içerisindeyiz... mızıkçılığın lüzumu yok...

    misal sen.. orda öylece durmaktan sıkılmadın mı?

    haydi pabucu yarım, çık dışarı oynayalım...
  • hollandalı tarihçi johan huizinga (1872-1945) tarafından yazılmış kitap... mehmet ali kılıçbay çevirisinden özetlemeye çalışırsak:

    oyun kültürden daha eskidir, çünkü insan uygarlığı genel oyun kavramına hiçbir temel özellik katmamıştır. hayvanlar da insanlar gibi oyun oynarlar.
    oyunun kökeninin ve temelinin, yaşam enerjisi fazlalığından kurtulmanın bir biçimi olarak tanımlansa da, başka teorilere göre, canlı varlık oyun oynarken doğuştan gelen bir taklit eğiliminin hükmü altındadır veya bir gevşeme ihtiyacını tatmin etmektedir ya da hayatın ondan talep edeceği ciddi faaliyetlere hazırlık antremanı yapmaktadır veya oyun insanın nefsine hakim olmasını sağlamaktadır.
    doğa bize oyunu basit bir mekanizma ile değil, heyecan, sevinç ve matraklıkla birlikte vermiştir. oyunun zevkli yanı, tüm çözümlemeleri veya mantıksal yorumlamaları reddeder. hayvanlar tarafından da sürdürüldüğü düşünülürse hiçbir rasyonel ilişki üzerine temellendirilemez, irrasyoneldir.
    insan toplumunun ilk büyük faaliyetleri oyunla iç içedir. dilin yaratıcısı olan zihin, oyun oynayarak maddeyle düşünen şey arasında sürekli gidip gelmektedir. soyutun her ifadesinde bir simge vardır ve her simge de bir kelime oyunu içermektedir. mitos ve ibadette de oyun vardır. efsane ile ibadetin kaynaklarından kültür hayatının büyük faaliyetleri doğmaktadır.
    oyun fikri, bilincimizde ciddiyet fikrinin karşıtıdır, ama oyun çok ciddi bir şey de olabilir.
    oyun bir zihin faaliyeti meydana getirse de ahlaki bir işlev taşımaz, yani ne erdem ne de günah içerir. oyun olgusunda biyoloji tarafından olduğu kadar mantık veya estetik tarafından da belirlenmeye pek izin vermeyen, canlı varlığın bir işleviyle karşı karşıyayız.
    oyun her şeyden önce gönüllü bir eylemdir. yavru hayvan ve çocuk ise içgüdüleri ile oynamaktadır. oyun, insan ve sorumlu yetişkinler için, isterse ihmal edebileceği bir işlev ve boş zamanlar içinde gerçekleştirilebilse de, kültürel bir işleve dönüştüğünde zorunluluk halini alır.
    oyun gündelik veya asıl hayat değildir. bu hayattan kaçmak, kendine özgü eğilimleri olan geçici faaliyet alanına girme bahanesi sunar.
    oyun güncelik hayattan, bu hayatın içinde işgal ettiği yer ve süreyle ayrılır. yalıtılmış ve sınırlıdır.
    oyun düzen yaratır, oyun düzenin kendisidir.
    gerilim içerir. belirsizliğe ve şansa işaret eder. belli bir çaba pahasına bir şey başarılmak zorundadır. gerilimle etik kapsam verilmekte, oyunun gücü sınanmaktadır.
    her oyunun kendi kuralları olur. gündelik hayatın kural ve örflerinin oyun alanı içinde bir değeri yoktur. her türlü maddi çıkar ve yarardan arınmış bir eylemdir.
    oyun bir şey için mücadeledir veya bir şeyin temsilidir. ibadet, bir gösteri, dramatik bir temsil, bir simgeselleştirme ve bir gerçekleşme ikamesidir.
    oyun bütün kültürlerden öne çıkmıştır. oyunun biçimsel özellikleri arasında en önemlisi, eylemin gündelik hayattan mekan olarak ayrılmasıdır. tahsis edilmiş bir alanın sınırlandırılması, aynı zamanda her kutsal eylemin de bir özelliğidir.
    oyun ortamı doğası gereği istikrarsızdır.
    platon’un anladığı anlamda tanrılara adanmış olan oyunlar, hayatın dört elle sarılması gereken en yüce faaliyetleridir.
    sonuç olarak oyun, özgürce razı olunan, ama tamamen emredici kurallara uygun olarak belirli zaman ve mekan içinde gerçekleştirilen, bizatihi bir amaca sahip olan, bir gerilim ve sevinç duygusu ile alışılmış hayattan başka türlü olmak bilincinin eşlik ettiği, iradi bir eylem veya faaliyettir.
    oyun-ciddiyet zıtlaşma grubu, dilsel sorunu ayrı tutarak, daha yakından incelenecek olursa, bu iki terimin eşdeğerli olmadığı ortaya çıkar.
    kültür oyun biçiminde doğar, kültür başlangıçtan itibaren oynanan bir şeydir. toplumsal hayat, oyunlar tarafından temsil edilen yüksek bir saygınlık veren biyolojik üstü biçimler halinde açığa çıkmaktadır. topluluk bu oyunlarda, hayatı ve dünyayı yorumlama biçimini ifade etmektedir.
    bir kültürün gelişiminde oyun ile oyun oynayan arasında kökenden beri olduğu varsayılan ilişki değişime uğrar. kültür oyunsal unsuru yavaş yavaş arka plana iter. oyunsal nitelik artık tamamen kültürel olgular tarafından gizlenmektedir. oyun; fiziksel, entelektüel, ahlaki veya ruhani değerler sayesinde kültür düzeyine yükselebilir. oyun bireyim veya grubun hayat düzeyini yükseltmeye ne kadar yatkınsa o ölçüde kültür haline dönüşür. kültür, ne oyun olarak, ne de oyundan doğmaktadır o oyunun içindedir.
    yarışma ve temsil hoşça vakit geçirme biçimi olarak kültürden kaynaklanmamakta ondan önce gelmektedir. bizim hukuk dediğimiz şey arkaik bakış açısından tanrısal irade veya aşikar üstünlük olarak adlandırılabilir. fal, mücadele ve hitabet, aynı sıfatla, tanrıların iradesini kanıtlama yollarıdır. dava bir talih oyunudur, bir yarıştır ve bir atışmadır. dava, hak olan ve olmayan şeyi kabul ettirmek için kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermek için kimin kazandığını kimin kaybettiğini belirlemek için yapılan bir mücadeledir.
    oyunun genel karakteristiği arasında gerilim ve belirsizlik dışında başarı sorununu içerir. katıksız talih oyunlarında gerilim oyunculardan seyircilere ancak belli belirsiz geçebilmektedir. beceri, bir şey yapma bilgisi, meziyet, cesaret veya güç, yarışma şeklindeki oyun açısından gerekli hale gelir gelmez işin rengi değişmektedir. oyun daha zorlaştıkça seyircinin gerilimi artar.
    her galibiyet, iyilik güçlerinin kötülük güçleri üzerindeki zaferini, bu zaferi elde eden grubun selametini temsil eder, yani bunları gerçekleştirir. saf talih oyunu, beceri gerektiren oyunlar kadar kutsal bir anlama bürünebilir ve tanrısal faaliyetleri işaret edebilir. talih ve kader kavramları her zaman dinsel alana yakındır.
    agon, yani yarışma boşuna ve yararsız karakteri içinde, sonuçta şu anlama gelmektedir: “hayatın, düşüncenin ve eylemin bütün ciddiyetinin ortadan kaldırılması, her tür yabancı ölçü karşısında kayıtsızlık, zafer kazanmak gibi bir amaç dışındaki her şeye karşı umursamazlık.”
    savaş ne oyun ne de eğitim içerir. kültürel işlev olarak çarpışma, her zaman sınırlandırıcı kuralları var saymakta, oyunsal bir niteliğin kabulünü belli bir noktaya kadar talep etmektedir. savaşın kültürel işlevinin, dolayısıyla oyunsal işlevinin son kalıntılarını ilk yok eden topyekün savaş teorisidir. bir savaşın siyasal amacı -fetih, boyun eğdirme, başka bir halka egemen olma- müsabaka alanının dışında yer almaktadır.
    modern savaşı yüceltmeye yönelik genel eğilimler, aslında savaşı kutsal şanı sağlamak üzere tanrılardan gelen bir emir sayan ve düşmanların yok edilmesine dayanan asur-babil kavrayışının tekrarından başka bir şey değildir.
    her müsabakanın kökeninde oyun vardır; yani bir gerilime son veren ve hayatın olağan akışına yabancı olan her şeyi belirli bir zaman ve mekan içinde, bazı kurallara ve belli bir biçime uygun olarak gerçekleştirmeye yönelen bir anlaşma vardır. müsabakalara bağlı adetler ve bunlara yüklenen anlam bütün uygarlıklarda olağanüstü benzerlik göstermektedir. uygarlığın ilk aşamalarında bilgi ve bilgelik alanlarındaki müsabakalar önem taşımaktadır.
    oyun alanı içinde doğmuş olan şiir bu alanın dışına asla çıkmamıştır. zihnin oyunsal bir mekanda, zihnin kendine yarattığı özgün bir evrende, şeylerin gündelik hayatınkinden farklı bir görünüme büründükleri ve mantık bağlarından farklı bağlarla birbirine bağlandıkları bir alanda yer almaktadır. şiir, ilkel kültürlerin unsuru olan başlangıçtaki işlevi içinde, oyun esnasında, oyun olarak doğmuştur.
    trajedi ile komedinin oyunsal kökeni her zaman ortaktır. trajedi kökeni itbariyle, insani bir maceranın edebi bir yeniden üretimi değil de kutsal bir oyundur. trajedi ve komedi başlangıçtan itibaren müsabaka alanında yer almıştır.
    felsefe oyun alanındadır. sofistlerin canbazlar, hokkabazlar ve sihirbazlarla aynı türden görülmesinden ne sokrates ne de platon kendini kurtarabilmiştir. çünkü bilgelik ve bilim, yararlı veya gelir getirici kariyerlere hazırlanmanın ek bir unsuru olarak kabul edilmemiştir.
    tüm işgüzarlığımla…
  • bazi bedenlerde cm ile tutusan icsel atesi ortaya cikaran insanlar
  • 60'lı yıllarda constant(ressam)'ın ütopyası new babylon'da önerilen,birincil amacı üretmek ve yaratıcılık olan "oyun oynayan,eğlenen insan"
  • insan dogustan homo ludenstir, yani oynayan insandır.
  • oyunu arkhe yapınca, sadece insana değil hayvana da atfedince, kültürden de önceye yerleştirince faydanın sosyobiyolojik gerekçelerini icat etmeye giden yolda önemli aşamaları geride bırakmış oluyoruz. sürekli yarışan, kazanmaya çalışan insanın oyun etrafında açıklanması kazanmanın, fayda elde etmenin tarihöncesine dair her kapıyı açan anahtarlardan birini sağlıyor. ama her kapıyı açmak insanı bir oyun odasına kilitlemekle mümkün hale geliyor.
  • daha accessible haline eric berne'in games people play kitabindan da ulasilabilir.
  • homo ludens'in tanımını shakespeare nokta atışıyla 1598-1600 sıralarında size nasıl geliyorsa oyununda (as you like it) yazmış. biz de remzi kitabevi'nce basılan bülent bozkurt çevirisiyle bu tanıma erişme şerefine nail olduk.

    2. perde. 7. sahne

    "tümüyle bir sahnedir yaşam,
    erkeklerle kadınlarsa, hepsi birer oyuncu;
    biri çıkar, öteki girer ve her biri,
    kendine düşen sürede pek çok rol oynar;
    insanın yedi dönemi yedi perde eder.
    ilk perdede bebektir; dadısının kollarında
    cıyak cıyak bağıran, her an kusan bir bebek.
    sonra, sızlanıp duran okul çocuğu gelir;
    elinde çantası, pırıl pırıl sabah suratıyla;
    salyangoz gibi sürüne sürüne,
    gönülsüzce okuluna yollanan çocuk.
    sonra sıra sevdalıda: baca gibi iç çeker durur,
    ezgiler düzer sevdiğinin kaşlarına.
    arkadan panter bıyıklı, onur düşkünü asker gelir;
    desteksiz atmadan edemez; her an her şeye hırslanıp
    kavga çıkarmak için bahane arar;
    şan şöhret denen o sabun köpüğünü
    topun ağzında bile aramaktan çekinmez.
    sonra sıra yargıçtadır;
    semiz tavukla beslenmiş okkalı toparlak göbeğiyle,
    haşin bakışları, görevine uygun resmi sakalıyla;
    ardarda bilgece deyişler sıralayıp,
    beylik örnekler vermeye meraklı yargıç da
    rolünü oynar geçer. sahne değişir;
    altıncı dönemde sıra
    sıska, terlikli, pimpirik ihtiyara gelir;
    gözlükleri burnunun üstüne düşmüş, yanakları sarkmış,
    gençliğinden kalma iyi korunmuş pantolonu,
    bir deri bir kemik bacaklarına çuval gibi bollaşmıştır;
    o tok erkek sesi yeniden tiz çocuk sesine dönmüştür;
    ıslık gibi çıkar ağzından.
    ilginç olaylarla dolu bu tarihsel oyunun son sahnesi
    ikinci çocukluk ve sınırsız unutkanlıktır;
    ne diş kalmıştır artık, ne göz, ne tat,
    ne de başka bir şey."

    analizini de bizlerle aynı havayı soluduğu için şükretmemiz gereken hocamız mehmet ali kılıçbay sayesinde, johan huizinga'nın tereyağından kıl çeker rahatlığında yazdığı homo ludens'te okuyoruz.

    bu kitabı ikinci okuyuşum. ömrüm olursa daha da okurum. oyunu ciddiye alabilir, almalıdır da insan; ama hayatı pek de ciddiye almak da ne bileyim...

    işte geldik, işte gidiyoruz...
hesabın var mı? giriş yap