• karıncayiyen;
    birliği de yemişim kuvveti de.
  • önce olayı anlatayım sonra dersin ne olduğuna odaklanırız.

    ilkokuldayım. 9-10 tane tavuğun bulunduğu kümesimize bir düğün davetiyesi eşliğinde genç bir horoz adayı dahil oluyor. yalnız tavukların hepsi görmüş geçirmiş tipler. horoz onların yanında son derece çaylak kalıyor. arkadaşın kümesin hakimiyetini ele geçirmek şöyle dursun en temel hayvan haklarından bile nasibini alabildiği yok. ötecek oluyor, kıdemli tavuk hanımlardan biri gagalıyor ibiğini. yem yemek için hareketlenecek oluyor, bir gaga da diğerlerinden geliyor. ne zaman çiftleşmek için bir hamle yapsa bütün kümes linç girişiminde bulunuyor. hal böyleyken bizim horozumuz horozluğun nimetlerinden yararlanamaz şekilde büyüyor. büyümesine büyüyor da hayvancağızın anatomisi zaman ilerledikçe değişime uğruyor. bilirsiniz, horozların kuyrukları kıvır kıvır olur, ibikleri tavuklardan daha gösterişlidir. bacakları daha kaslıdır tavuklara kıyasla. fakat bizim zavallı pseudo-horozumuzun butları kalınlaşmaya, ibiği ufalmaya, kuyruğu sıradanlaşmaya başlıyor.

    bu süreç ilerlerken kardeşim birkaç günlüğüne babaannemlere gidiyor. yanında gelirken babannemlerin kümesinden çok beğendiği bir ferik de getiriyor. ama tüyleri falan o kadar güzel, o kadar alımlı ki insan bakmaya kıyamıyor. ferik, yolculuk ettiği pazar çantasından çıkarılıp yere konduğunda bizim kümeste bir hareketlilik başlıyor. genç horoz adayı, kümesin tellerinin orada bir ileri bir geri hareket ediyor ve tavukların onu gagalalamalarına rağmen delirmiş gibi yerinde duramıyor. bu heyecanı anlayamıyor (ilkokuldayız dedim da) ve feriği kümese koyuyoruz.

    aman ya rabbim! kelimelere döküldüğünde büyüsü kaybolacak, görülmeden inanılmayacak bir sahneye şahit oluyoruz ailecek. bizim genç horoz, gözüne kestirdiği ferik kümese girer girmez bir başlıyor sırtına binmeye. ben diyeyim iki yüz, siz deyin üç yüz kere durmamacasına zavallıcıkla halvet oluyor. kümesin kapısını açıp tavukları bahçeye bıraktığımızda da durum değişmiyor. tavuk horoz cinselliği biraz oyun gibidir. horoz tavuğu kovalar, tavuk azıcık kaçar, horoz yakalar, falan... fakat bizim zavallı ferik genç horozu gördüğünde gerçekten, can havliyle, çıldırmış gibi kaçıyor. fakat pes etmeyen horoz bir şekilde yakalıyor onu ve arzularını dindiriyor.

    bu durum 3-4 gün devam ettikten sonra horozun anatomisi tekrar değişmeye başladı. önce sabah ötüşlerini duymaya başladık, kalın, garip, ritimsiz bir ötüş. her defasında biraz daha iyileşe iyileşe normal ötüş halini aldı. sonra ibiği yeniden gelişti, kuyruğu tekrar kıvrıklaşmaya başladı.

    ve hepsinden önemlisi horoz, kendini sürekli ezen-döven tavuk hanımlara da posta koyup hakimiyeti ele geçirdi. o tavuklarla da halvet olmaya başlayarak olağan horoz statüsüne kavuştu. bu ilginç yaz tatili hikayesinden edindiğim derse gelince de şu kadarcık olsun:

    sevişmek olgunlaştırır
  • karınca;

    birlikten kuvvet doğar.
  • tavuk

    oturarak da başarıya ulaşmak mümkün.
  • bir tanesi var, ram'ime işledi.

    20'lere yakın, aşk acısı çekiyordum. çok uzun sürdü, midem ağrıyordu hatunun adının baş harfini bile aklıma getirdiğimde. acıyla nasıl baş edileceğine dair tecrübem de yoktu. sızlanıyordum işte sürekli. hesapta tecrübeli büyüklere sorunca da "takma be moruk, salla be moruk, başka hatun bul be moruk, cart be moruk, curt be moruk" diye papağan gibi aynı şeyleri söylüyorlardı. onları dinleyince de bir boka yaramadı tabii ki. ağrının kaynağı çok spesifikti zahir.

    -çok spesifik bir meme için ağlayan bebek-

    baya belgesel izliyordum ben o sıralar. hem öğrenmek hem de can sıkıntısını gidermek için (çok belgesel izlediğim gibi, elimden şarabım, pipimden fularım düşmüyordu tabii ki, ne sandın lan ceviz?) fakat bir tanesi kelimenin tam anlamıyla hayatımı değiştirdi;

    ortalıkta dolaşan bir antilop pusudaki yalnız erkek aslanı fark etmiyor. aslan klasik atikliğiyle otların arasında fırlayıp bunun peşine düşüyor. kaçma işini hızlıca çözemeyen antilop sol bacağının üst tarafından sağlam bir darbe alıyor. adrenalin sağ olsun, yaranın etkisi zihnini bulandıramadan evvel hızlıca uzaklaşıyor. aslan bir süre daha kovaladıktan sonra bırakıyor yaralı antilobun peşini.

    güvenli bir mesafede canını kurtardıktan sonra seke seke bir ağacın dibine oturuyor antiloplara has şekilde. sol bacağındaki üç derin yarığa bakıyor. yüzünde hiç acı ifadesi yok. yarasını yalayıp beklemeye başlıyor. önümdeki videoda görüldüğü gibi, anlatıcı da hayvanın kendisini doğaya emanet ettiğinden bahsediyor. yapabileceği hiçbir şey yok zira. orada tam üç gün bekliyor, sonra da bir iki denemenin ardından kadrajdan çıkıp gidiyor.

    bu hayvanın değer konusunda bir bilgisi yok. gözleri bile yaşarmadı, sadece bekledi. kendini canlılığın eline emanet edip öylece bekledi. ölebilirdi, pek sorun etmezdi fakat. ne gelecekse onu kabul edecekti işte. fakat doğa canını bağışladı.

    bense dünyanın en değerli varlığı gibi istediğim şeyi tutamadığım için yanıyordum. bozuk makine sürekli aynı geçersiz sorunun etrafında tekliyordu. "neden olmuyor? neden olmuyor? neden olmuyor?" en değerli bendim, hak ettiğime inandığım şey tabii ki de benim olacaktı. kontrolsüz, ehlileşmemiş kibir.

    antilobu izleyince kendimden utandım. ondan daha fazla canlı değildim işin sonunda. altı üstü bir memeli işte; ölümlü.

    sonra onu taklit ettim. istemeyi bıraktım, acıya direnmeyi de kestim. ilk başta tüm taklitler gibi işe yaramadı ancak antiloba inanmaktan başka çarem de yoktu. ondan daha değerli olduğum fikrinden uzaklaşmalıydım, uzaklaştım ve bekledim. bir süre daha yandım sonra da usulca söndüm, doğa beni bağışladı, yaşamaya geri döndüm. aklıma hep aynı şey geldi "daha ne kadar yanabilirsin ki?" güneş bile sonsuza kadar yanmıyorsa ben de sönecektim elbette. öyle de oldu, o zamandan sonra tekrar böyle bir acı yaşamadım.

    benim bir hayvandan aldığım en önemli ders buydu. doğaya uzanıp, değer ve kibirden uzak bir teslimiyet. tabi doğa insan icadı olmadığı için gönül rahatlığıyla yapılan bir teslimiyet. hak etmek fikrinden uzak bir yalınlık, gerçek anlamda hiçbir şeylik. lafla çözülemeyecek iç rahatlatıcı bir manasızlık.
  • dinozor:

    meteorun altında durmayacaksın.
  • yeti

    mümkün mertebe netlik alanı dışında yaşayıp yalnızca ayak izi bırakacaksın ki insanlar aklını kaçırsın seni ararken.
  • ornitorenk

    ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.
  • dilimizi ve dişimizi ayna olmadan asla göremeyiz.

    bkz. mirror self-recognition in asian elephants!
hesabın var mı? giriş yap