• 1984 lü cemal süreyya şiiri:

    durakta üç kişi
    adam ,kadın ve çocuk

    adamın elleri ceplerinde
    kadın çocuğun ellerini tutmuş

    adam hüzünlü
    hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü

    kadın güzel
    güzel anılar gibi güzel

    çocuk
    güzel anılar gibi hüzünlü
    hüzünlü şarkılar gibi güzel
  • bir süredir elektro gitar alasım var. en son üniversitede birkaç aylığına heveslenip arkadaşımdan ödünç alıp sonra bırakmıştım, içimde hep bir ukde olarak kaldı ama sadece kaldı öyle. bu aralar, hem beşiktaş ile ilişkimi ikinci katip seviyesine indirdiğim için eser miktarda boş zamanım kaldığından, hem de "evde bir musiki olsun, oğlan da görsün heveslensin" ebeveynliğine büründüğümden, kendimce bir gitar aramaya başladım.

    "e bunu alınca ne çalsam lan?" diye gaza gelip kelimenin her iki anlamıyla da bir "playlist" yapayım dedim geçen gece. ilk başta elbette "ara youtube: pilli bebek - fotoğraf" yazdım. önce pilli bebek'in tertemiz albüm kaydını, ardından yuxexes'teki o leziz canlı performansını izledim. dream tv'nin bile kapandığını bilmek garip geldi birden.

    önüme çıkan yirmi civarı cover düzenlemeyi, özellikle de şarkının sonundaki soloyu dinledim, bazılarını üçer beşer kere hatta. birkaçını dinlerken kendimi elimde hamdy taha'nın operations research kitabıyla kurtuluş parkı'ndan kızılay'a yürürken buldum. birinde baraka'ya pilli dinlemeye giriyordum, "giriş bedava bira 2 lira"ydı, ne güzel günlermiş. bir diğerinde yağmurda gümmf'ten sıhhiye'ye yürürken alçak gönüllü bir su birikintisinde gördüm kendimi. bir başkasında kocatepe'den inerken o kocaman iki çınarın altındaki 317 durağındaydım, apartmanın bahçe duvarına oturmuş ayaklarımı sallayarak conan okuyordum. bu şarkıyı dinlerken, otururken bile hep yürümek istiyor insan. kim bilir, yolu uzatalım diye uzun yapmışlardır belki de.

    öyle karanlık odada koltukta otururken ladinden yapacağım gitar ayaklığını düşündüm birden. fikir olsun diye pintereste "wooden guitar stand" yazdım; yuh lan beğendiklerimin en ucuzu 130€. ben 70 liraya mal ederim daha güzelini. zaten son beş yılda kendin için ne yaptın deseler "ahşap" derim, çekilirim bir kenara.

    neyse, bu şarkı çok garip. dinleyince hep üniversite yıllarımın ankara'sına gidiyorum. hayatımda bu kadar net başka bir adresleme yok. sanki stargate'in yedinci sembolünü* tamamlıyorum, geçit açılıyor ve içinden geçip 2000 yılının ankara'sına çıkıyorum. her an karşıma ahmet necdet sezer çıkarabilecek bir teknoloji, muazzam.

    dark'ı izler gibi, geleceğe dönüş gibi, zaman makinesi bu şarkı benim için. izafiyet teorisi, çoklu evren, sicim teorisi. hele o sondaki solo feynman'ın kitaplarında bile yok. akı kapasitöründen kıvılcımlar çıkıyor, gitar telini çekerken* uzay-zamanı büküyor adeta.

    bir de uzay zaman sürekliliği demişken, 55 yıl önce bir şekilde tülay german'ı çıkarabilmiş ülkenin gerilediği nokta gerçekten yürek kanatıcı.
    değil mi?
  • obsesyon oluyor bazen.

    bundan yıllar önce istiklal’de arkadaşları beklerken bir fotoğraf sergisine girmiştim. sıradan bir ton fotoğraf işte. vakit bol diye mal mal bakıyorum. böyle gereksiz noktalara odaklanmalı, altın oran kaygılı gereksiz bir ton şey. paso hüzünlü yaşlı kadın, gülen çocuk.

    sonra köşede onu gördüm. garip bir fotoğraf. dans eden bir cüce kızla bir cüce oğlan. pijamalılar bi de. hadi fotoğrafın içeriğini geçtim, ışık garip, odak garip. her açıdan garip. ebadı bile garip olur mu bir fotoğrafın yahu. ama o kadar güzel ki.

    salonda, eve girince karşıda kalan duvara asmıştım. kapıdan her girdiğimde irkiliyordum önce, sonra gülümsüyordum mal gibi. yahu dünya yansa umrumda değil. bakıyorum ve gülüyorum. tek diyebildiğim: “çok güzel ya.” nasıl bi kafaysa artık. sonra iş çığrından çıkmaya başladı. çerçeveyi açıp fotoğrafı koklamaya başladım. sonra o kadar çok kokladım ki kokusu kaçar diye saate bağladım. öğleden sonra tam 3’te açıp kokluyorum bi. bazen gece uykumdan uyanırsam yine kokluyorum. öyle böyle değil.

    bir yandan da eve gelen insanlar filan garip buluyor durumu. hani cüceler başlı başına garip, fotoğraf içeriği geçsen bile garip. fotoğraf saçma olur ama en azından evle bi uyumu olur. evde siyah veya beyaz hiçbir şey yok. duvarlar ten rengine çalıyor. mobilyalar filan. hiçbir şey uymuyor. bu kadar zevksiz bir şeyi nasıl olup da başköşeye koyduğumu tartışıyoruz sabah akşam.

    çerçeve değişirse belki daha sempatik gelir dedim. iki kere çerçeveciye gönderdim. her seferinde daha bi garip durdu. hayır, bir de içerik o kadar sakat ki. tahammül edemedim. duvarları beni yansıtan bi şeyle doldurmak zorundayım sanki de.

    sonunda dayanamadım gittigidiyor’dan sattım. ama fotoğraf gidince iyice bir boşluk oldu. öyle böyle değil. önce kocaman bir televizyon aldım onu koyduğum duvardan tarafa. bir süre idare etti de duvar boş boş bakıyor bana. sokakta cüce görsem, perspektifim kayıyor anında.

    sonra duvarı komple kırmızı duvar kağıdı ile kaplamaya karar verdim. şahane de oldu. birinci kalite, ithal, şahane duvar kağıdı. pırıl pırıl. eve her gelen yine garip buldu da sonra hoşlanmaya bile başladılar. fotoğraf yok belki ama duvar güzel mi? güzel. siktir et gerisini.

    bir süre sonra arkadaşlarla albümlere bakıyoruz. ben ve kedim. klasik pozum. ama arkada o cüceli fotoğrafın sol alt köşesi çıkmış. yahu bir fotoğrafın sol alt köşesi bile güzel olur mu, kardeşim. güzel mnskm. e geri alalım madem, dedi arkadaş. satılık değil, dedim. altı üstü fotoğraf, ama aynısı bulunmaz. negatifi çerçevesinin içine gizlenmiş, yeniden basılamayacak bir fotoğraf. arkadaş, benzeri de mi yok, dedi. haklı buldum ister istemez.

    geçenlerde canım sıkkındı. oturdum google’dan bir ton sanat galerisine filan baktım. hayır bi de o kadar saçma bir şey arıyorum ki, anlatılır gibi de değil. sipariş versen, cüce tutup günlük yevmiye mi vereceksin? oradan oraya, buradan şuraya derken buldum. elin amerigasından fotoğraf getirttim. breh breh.

    ilk bakışta “yahu bu senin eski fotoğraf” dedirtecek kadar benzer. yakından bakınca yine dans eden bir cüce kız var, arkada da bir oğlan çocuğu uzanmış. "gibi ama değil" klişesi işte. siyah beyaz değil. sepya. tiksinirim sepyadan. adik bi noktaya odaklanmış, cüce kız pek seçilmiyo. hele bi de photoshop'a öyle bi abanmışlar ki, evlere şenlik. her bi bok yanlış fotoğrafta. güzelden öte çirkin, garip ve zevksiz bir şey. ama uzaktan bakınca, hele de eski fotoğrafa çok dikkatli bakmamışsan, andırıyor eski fotoğrafı. neyse paket geldi. nasıl bir çerçeve koydularsa dünya ağırlık yapmış, bir de yol parası ödedim. açıp koklayayım bari, dedim. kokmuyor ki kardeşim. bildiğin printer baskısı gibi bir şey. fotoğraf kağıdına bile basılmamış. tam yan bastım yani.

    hele o kırmızı duvarın üzerinde hiç olmadı. eve her gelen boş bakıyor. zamanında eski fotoğrafı garip bulan herkes, yahu o daha bi başkaydı, dedikçe sinirim tepeme çıkıyor. keşke benzerini alacağına bambaşka bi şey alsaydın, diyenlere de laf edemiyorum. o kadar aradık, üstüne bi de dünyanın parasını verdik ya, bu daha güzel, deyip geçiyorum.

    takmıyorum, eve girince yine irkilsem de gülümsemeye çalışıyorum. ama öyle içten bi “çok güzel ya” diyemiyorum. kaldı başıma fotoğraf (çıktı aslında ya neyse), yiğitliğe bok sürdürmemek için beğenmiş gibi yapıyorum. olmuyor. fotoğrafı çıkartıp çerçeveye başka bir şey mi koysam, diyorum. o bile olmuyor.

    bu sabah sansüre hayır yürüyüşüne giderken apartmanın önüne bıraktım. geldiğimde yoktu. birinin işine yarasın. çerçeveyi satar en azından.

    lakin şimdi o kırmızı duvar kağıdının ortasında kazık kadar kocaman bi çivi var. yakında badana yaptırırken kağıdı da yenilerim belki.
  • photographia'dan gelir..
    photo: ışıkla
    graphia: çizmek
    (süper anlamlı yani)

    10 sene sonra gelen edit: sonu iki noktayla biten cumleleri yazan 20 yasimdaki kendime nasil bir hirs, nasil bir kin besledim bunlari gordukce, anlatamam sevgili okuyucu. tipe bak ya, bugun tanisam agzini yuzunu yamulturum. super muper demisim bir de, iyy be, iyyh.
  • aile whatsapp gruplarının belki de tek iyi yanı ekranınıza ansızın varlığından haberdar olmadığınız fotoğrafların düşmesidir.

    siyah beyaz. 32-33 yaşlarında olmalıymış o zaman. gencecik. bilmediğim demleri elbette. 4 çocuk annesi. tek katlı, bahçeli evin merdiven önünde çekinmiş. tek başına. nasıl köylü. nasıl güzel. diri, vahşi, güçlü, küçücük ama dev gibi. ayakta. ellerini iki yanına salmış. gözlerini kısmış. kesin kameraya bakmamıştır zaten. bakmaz. bu tazeliğini aklımda taşıyorum.

    bakmazdı. alışamadı belki. hep tuhaf geldi ona bir şeye gözlerini dikerek bakmak. unuttuğumuz bir hâyâ duygusu. sadece televizyonda ilgisini çeken şeylere dikkat kesilirdi. çağrı filminde hz. bilal'i oynayan aktör de rahmetli olmuş geçenlerde. duysaydı çok üzülürdü. o rolü oynayan siyahi aktörden dolayı obama'yı bile severdi çünkü. tuhaf bir aidiyet duygusu...

    fotoğraflara bakmayı severdi ama. yıllar önce kaybettiği babası ile annesinin fotoğrafları yine böyle bir vesile ile elimize geçince ne çok ağlamıştı. babasına benziyormuş babannem, büyük dedemin fotoğrafı olmasa bunu hiç bilmeyecektim. bu gözyaşını aklımda taşıyorum.

    gözünü kameraya diktiği tek fotoğraf, aklını kaybettiği sıralarda, masada yemek yerken benim çektiğim selfie. nasıl mutlu, nasıl güzel. ölümünden 18 gün önce. kimse bilmiyor bir daha o masaya oturamayacağını. o; masaya oturduğunu bile bilmiyor. aklı yerine geldiğinde gösterme fırsatım olmadan göçtü gitti buradan. bu bakışını aklımda taşıyorum.

    öte yandan, 13 senedir toprağın altında olan can dostumla bir fotoğrafım dahi yok. akıllı telefon bu kadar yaygın değildi. bahane mi bu şimdi? laf. biz ölümü aklımıza getirmiyorduk çünkü. geriye dönüp bakacağım kaşını, gözünü, güzel gülüşünü, ayrık orta dişlerini tekrar tekrar inceleyebileceğim bir tek fotoğrafı bile yok. ailesinden istesem verirler de ben isteyebilir miyim hiç? gülüşünü aklımda taşıyorum.

    ve seninle... "hoyrat bir makasla eski bir fotoğraftan" hınç, kin ve daha bir sürü duygu ile oyacağım bir fotoğrafımız da yok. yüzünü aklımda taşıyorum.

    ben sadece isim koymayı, tanımlamayı bilen bir nesle aitim. büyülü gerçekçilik falan filan. oysa ortada ne büyü var bizim için ne de gerçeklik... ne tüm siyahilerin hz bilal gibi olabileceğine inanabildik ne de kameralardan bu ne şimdi duygusu ile beri kalabildik. ne var olan fotoğraflardan vazgeçebildim ne de olmayan fotoğraf karelerini tasarlamaktan...

    her şeyi ama her şeyi aklımda taşımaktan başka becerebildiğim bir şey yok.

    hiç bu akla böylesine güvenilir mi?
  • bakmak ve görmek konusunda her zaman zihnimi açmış olan john berger, fotoğrafın zaman ve ışıkla oynanan bir oyun olduğunu söyler. fotoğraf bir seçimin tanığıdır. bu seçim, neyi çekmeyi tercih ettiğimizin değil hangi anda çektiğimizin göstergesidir temelde.

    muhakkak görmüşsünüzdür, bir insanı ya da doğayı çeken fotoğrafçılar olur. aynı nesneyi çekiyor olsalar da fotoğrafları birbirinden farklıdır. oradaki temel değişken zamandır. an'dır. kadının yüzünden geçen hüzünlü bir bakıştır, aklından geçen hatırlamak istemediği bir anı belki ya da özlem. fotoğraflardaki kadın, aynı kadın olsa da unutmaya çalışan kadın ya da özleyen kadın iki ayrı kare yaratır.

    ve fotoğraf bir oyundur. bu oyun fotoğrafçı ile dünya arasındaki bağdır, aynı zamanda aralarındaki duvardır da. fotoğrafçı zamanla oynarken zamanın dışında kalmış olur. fotoğrafladığı anın dışına çıkar. o anın duygusuyla arasına makinesini sokar. hüznü, tutkuyu, arzuyu vizörden görür, güvenli bir mesafeden ilişki kurar karşısındaki nesneyle ve duygusuyla.

    fotoğrafçıların derinlerde bir yerde hayattan korktuğunu düşünürüm, hayata gerçekten yaklaşmak zor geldiği için makineyi bir kalkan gibi kullandıklarını. hayatla meselesi olan herkesin ölümle de bir meselesi vardır elbet. belki de anın dışına çıkarak ve o anları filme hapsederek ölümle bilinçdışında mücadele ediyordur fotoğrafçılar, kimbilir.

    hayatla ve ölümle herkesin farklı farklı dertleri var muhakkak. ve herkesin kendi derdine bulduğu devalar.
    kimi anı fotoğrafa hapseder kimi duyguyu yazıyla zapteder; biri insandan kaçar, öteki insana sığınır. hepsi insana dair, hepsi insan için.

    °yeni yıl notu°
    zaman dediğimiz şey bu anların bir bütünü, bütünü algılanabilir hâle getirmek için kullandığımız bir kavram. lineer gibi gözüken ama bazen sirküler hissedilen, akışın içinde yaşadığımız ama bazen onun dışında kalmışız hissettiren zaman...
    bugünün diğer günlerden farkı, bize akışı ve döngüleri hatırlatan günlerden biri olması. dünyanın güneşin çevresinde attığı bir turun bittiğini, zamanın aktığını anımsatıyor. ölümlülüğü ve aynı zamanda yaşadığımızı hatırlatıyor. beklentiler bu yüzden konuşuluyor, listeler bu yüzden yapılıyor işte. bu gün insanlığın atfettiği bir anlam içeriyor, bitişler ve başlangıçlar, alfa ve omega, sonluluk ve sonsuzluk üzerine düşünmek için iyi bir gün, içip eğlenmek ve hayatta oluşumuzu kutlamak için de öyle.
    hepinize mutlu yıllar diliyorum.
  • trabzon'da aylik olarak yayinlanan ve 10 yildir araliksiz çikan 'foto forum' isimli dergide yer alan bir kösede, abonelere laz usulü kafiyeli manilerle birlikte fotograf dersi veriliyor.

    karadeniz teknik üniversitesi mühendis-mimarlik bölümü ögretim üyesi yrd. doç. dr. mustafa resat sümerkan tarafindan 10 yildir araliksiz çikartilan ''foto forum'' isimli aylik dergideki, ''kemençe esliginde fotograf dersleri '' konulu bir köse herkesin ilgisini çekiyor.

    her sayisi merakla beklenen dergide, abonelere laz usulü manilerle birlikte fotograf sanati ayrintili bir sekilde anlatiliyor.çekim, filtre, diyafram, objektif ve filmler gibi çesitlifotograf bilgilerinin verildigi bu kösede her konu 18 misra ile anlatiliyor.

    yrd. doç. dr. sümerkan, ''amacimiz insanlari sikmadan onlara fotograf sanatinin ayrintilarini mizahi bir dille anlatmak.
    bu kösemiz bir hayli de ilgi gördü'' dedi. derginin her sayisinda yer alan laz usulü derslerden bazilari söyle:

    ders konusu: diyaframlar

    dügün güni gelende
    göge mermi saçulur
    diyafram göze benzer
    kisilur da açilur

    barmaklarum üsidi
    diyafram açamadum
    kaynatam basti bizi
    becerip kaçamadum

    vermez ise bubasi
    anlasur da kaçaruk
    az isikli yerlerde
    diyaframi açaruk

    ders konusu: filtreler

    karadag ormaninda
    kovaladim ayiyi
    hava sislendugunde
    kullaniruk sariyi

    baktum karsida rize
    taktum bi polarize
    net ettum besyüzlugu
    geldik yarlan göz göze

    mavi renkli filitre
    tenleri koyi eder
    süt beyazi fadimem
    birdanbire oldi esmer

    ders konusu: objektifler

    gelinler ellerine
    kina yakarlar kina
    teleylan bakilinca
    aysem gelur yakina

    bi evde iki baci
    allahum bana aci
    yarim sigmaz vizöre
    yok mi bi genis açi

    haçan girdi horona
    titrer idi omizi
    böcuk çekilaceksa
    takaruz makromizi

    ders konusu: fotograf çekimi

    dik tutup makinayi
    vizöründen bakaruk
    alan derinluguni
    diyaframlan saglaruk

    yüksek enstantaneylan
    çekilur uçan ari
    günes battiktan sonra
    kullanun b ayari

    perde obtüratörün
    püsküli ben olayim
    kablo denklansör gibi
    belune dolanayim

    ders konusu: filmler

    filimum yüksek asa
    gren yapacak gren
    yitirdum fadimemi
    yokmidur oni gören

    filimin üst tarafi
    gümüs kaplidir gümüs
    gel karanlik odama
    edelum senle cümbüs

    filim çektim bin asa
    diyafram kisa kisa
    kaynanam koyi çikmis
    ne gam ettum ne tasa
  • bir gün izmir-alsancak'ın en yüksek binalarından birindeyim*, tesadüf eseri orda bulunuyorum, her zaman gittiğim bi yer falan değil yani. kendimi etraftan, odadan, çevreden öylesine soyutlamışım ki.. uyanır uyanmaz sabahın ilk ışıkları ile kendimi balkonda buluyorum, karşımda deniz, masmavi, kordonun eşsiz çimleri, birkaç balıkçı takılıyor kendi hallerinde, şehri her zamankinden daha net görüyorum, nereye aitim falan diye geçiriyorum yine aklımdan melankolik melankolik.. o sırada karşıya değil de daha aşağılara bakıyorum, o sevdiğim köhneliğe.. barlar, salaş mekanlar yeni kaldırıyorlar kepenklerini, birkaç yalnız tip içiyor sabah sabah keyif biralarını, orda olmak istediğimi farkediyorum, yüksek binamın merdivenlerinden koşa koşa inip gerçekten orda olmak istiyorum... sonra bir şarkı çalmaya başlıyor, belli belirsiz, tam o harika solo kısmında mekan sahibi sesi sonuna kadar açıyor, ve alsancak inliyor.. ben bilmem kaçıncı katın penceresinde durmuş, büyülenmiş gibi şarkıyı dinliyorum. o kadar tanıdık bir melodi ki, biliyorum ama anlatamıyorum der gibi hani... aşağı inme isteğim katlanarak artıyor. derin bir nefes alıyorum, acıyla karışık bir mutluluk var içimde.. kendi filmimin en güzel sahnesini çekiyormuşum gibi triplere giriyorum. sonra şarkı bitiyor, içeri giriyorum. etkilenmişim belli. çok soruyorum sonra sağa sola, neydi o şarkı diye.. tabi sözleri falan duymadığım için mırıldanmam anlatmaya yetmiyor. gün aşırı kendi kendime tekrar ediyorum içimden, kendi filmimin fon müziği yapıyorum.

    bi gün tv'de behzat ç. izliyorum. öyle bir sahnede öyle bir şarkı çalmaya başlıyor ki.. uzun zaman önce kaybettiğim dostu ya da aşkı bulmuş gibiyim. sonra diyorum böyle bir diziye ancak böyle bir şarkı yakışırdı. zevklerimin ne kadar da tutarlı olduğunu görüyorum. daha da bi seviyorum aşağıları, dipleri..

    bir gün batımıyım güneyde
    bir akşam vaktiyim
    ucuz bir şarabın şişesiyim, denizde
    yüzüyorum.. yüzüyor muyum..

    pilli bebek sağolsun, uzun zamandır dinlediğim en aşmış, en kaliteli ve en vurucu ve en dip şarkıyı yapmışlar.
  • üniversiteden kendi dönemimden daha geç mezun oldum. annem ve babam mezuniyet törenime gelmediler. (daha doğrusu babam gelmedi, annem de gelemedi. yani en azından ben öyle olduğunu varsayıyorum ki bu aralar bu konulara dair derin sancılarım var.)

    onca yıl okumuştum, kepli cübbeli bir fotoğrafım yoktu. içimde öyle ukte olmuş ki dert yanar gibi anlattım bunu bi arkadaşa, o da okuldan kiralayıp fotograf çektirebilirsin diye akıl verdi. koşarak bölüme gittim. meğer cübbeler yıl sonuna yakın geliyormuş bölüme, dönem ortasında mezun olanlar için okulda bulmak zormuş. daha büyük bir ukteyle yurda döndüm. sanki elimdeki mezuniyet belgesi, transkript falan yalan da, o fotoğraf olsa mezuniyetim gerçek olacak gibi hissediyorum.

    sonra yurttan bir kız dedi ki geçen sene bizim arkadaşlar mezun olurken fotoğrafcılarda hep varmış, sen bir sor, bence onlar da mutlaka vardır dedi. hadi be dedim; var mıdır sahiden?

    ertesi sabah belsaya gittim. belsa, izmit merkezde bir pasajdır ama izmitin kısa özeti gibi bir yerdir. her şey vardır ama ufaktır. gittim gitmesine ama içimde pek ümit yok. haziranı beklerim, okuldan kiralar çektiririm diye içimden tesellilerle yürüdüm yolları.

    pasajın ikinci katındaki fotoğrafçıya girdim. ben kepli fotoğraf çektirmek istiyorum dedim. hay hay dedi adam. var mı sahiden diye tekrar sordum. olmaz mı, buyrun dedi. yok dedim, şimdi olmaz, ben yarın uğrarım.

    olmaz dedim çünkü saçım başım dağınık, üzerimde iplikleri yol yol olmuş gri bi kazak var, gözlerimin altı mor soğan kıvamında. kepli fotoğrafım güzel olmalı, mezun oluyorum, kolay mı?... kolay mı...

    hemen yurda döndüm, yıkandım paklandım. arkadaşlardan biri saçıma ütü yaptı, dümdüz oldu saçlarım. sabah kızlardan birinin makyaj malzemeleriyle bana kaş göz ve dudak yaptık. merkez dolmuşuna vinsandan daha önce öyle gururlu binen biri olmamıştır koca şehirde. fotoğrafçıya da aynı gururla girdim. başım dik, içim umutlu, gözlerim güleç.

    arkadaki çekim bölümüne geçtik, fotoğrafçı orta yaşlarda bir adam, yanında kendinden biraz genç duran eşi var. kare bir aynanın önüne siyah tel tokalar koymuşlar. kep ve cübbe de aynanın sağ tarafındaki askıda duruyor.

    kep takarken yardımcı olabilirim isterseniz dedi kadın. hızlıca askıya uzandı. eline iki tane toka aldı. kepi başıma geçirdi....

    benim gözlerimden yaş mı aktı, gençliğim mi aktı, yoksa çocukluğum mu aktı bilmiyorum. kadın şaşkın, ben mahçup...

    dışarı çıkıp bi beş dakika hava aldım. ağlamamı yurda kadar ertelemek üzere kalbimin duvarına dayadım. kadıncağız halden anlayan insanmış ki bir bardak çay getirdi bana, bi de sigara uzattı. belsanın ikinci katında, 23 yaşımda çoktan yaşlanmış olduğumu anladım..

    çay bitince içeri geçtik, cübbeyi de geçirdiler üzerime. tabureye oturdum. kocaman gülümsedim. ben kocaman gülünce gözlerim çizgi gibi oluyor. fotoğrafçı abi uyardı da birazcık gözlerimi açmayı başardım. birkaç poz verdim. sonra aralarından en güzel 2 tanesini seçtim çünkü cebimdeki para anca iki tane tab etttirmeye yetiyordu.

    heyecanla sordum, ne zaman hazır olur? akşam üzeri uğra dedi adam, gülümsedi kibarca. parayı da verdim, çıktım. dolandım kış günü sokaklarda. cumhuriyet parkından merkez kampüse boş boş yürüdüm birkaç defa. saat 5te dükkanın kapısındaydım. karı koca beni gülerek karşıladı. gel bakalım mühendis hanım dediler. ağzım kulaklarımda tabi benim...
    4 tane pozu basmışlar. biz de bunları begendik dediler. sana hediyemizdir dediler... galiba iki insana aynı anda bir daha hiç öyle kocaman sarılmadım.

    halden anlamışlardı. bir yarayı hoş bir anıya çeviriyorlardı...

    elimde fotoğraflarım, mezun olduğumun esas kanıtı gibiydi, bir madalya taşır gibiydim. elimde madalyamla yurda girdim. kalbimin duvarına dayadığım hüznü koydum önüne. yanına 4 tane kısık gözlü fotoğrafımı dizdim. ağladım ha ağladım. ağladıkça ağladım...

    belsadaki fotoğrafçı abi ve güzel eşinin adını hatırlayamıyorum ama fotoğrafın kenarında "mega fotoğrafçılık" yazıyor. benim hayatımda mega bir iyiliğin altında da imzaları yatıyor. çünkü sonraları çekildiğim hiç bir fotoğrafta öyle gülemediğimi bugün anladım. 23 yaşım, son güzel çağım olmuş, o çayı ikram ettiginiz yerde zaman durmalıymış...

    annem ve babam mezuniyet törenime gelmediler. daha doğrusu babam gelmedi, annem de gelemedi. fakat ben onlara mezuniyet resimlerimi getirdim. annem gördüğünde ağladı biraz. babam pek oralı olmadı. ama ben çerçeveletip evin salonuna koydum o resimleri. ben en son gördüğümde de ordalardı. şimdi ardiyede bir kolinin içindelermiş. o fotograflar, kolinin üzerindeki tozuyla bu gece bana geldiler. ve eski güzel anıları tozlu yerlerinde çıkarıp önüme serdiler, bu kelimelere yol verdiler.

    bu gece, ben ve 23 yaşım sayelerinde yeniden yan yanayız ve hala ve maalesef ve çaresizce yanmaktayız...

    selam olsun sana 23 yaşım... gülünce kaybolan gözlerini seveyim!
    selam olsun sana 23 yaşım... aklınla azmini birleştiren ruhunu seveyim!
    selam olsun sana 23 yaşım... onca imkansızlığı yenen hevesini seveyim!
    selam olsun sana 23 yaşım... benden ileri, benden onurlu, bende aklı selim hallerini seveyim!

    gel bul beni 23 yaşım, atayım şu kendimi uçurumdan, gel bul beni, sil baştan yürüyelim!..

    fotoğraf; bir gönül yarasıdır. kimseler duymasın diye gecelerce boğarsın...
  • insanın kulağından uyuşturucu edasıyla süzülüp damarlarına sirayet ederek kalbine küçük dokunuşlarda bulunan, enfes pilli bebek şarkısı.

    şarkı adım adım şöyle tarif edilebilir:

    1) intro - hazırlık aşaması. maktül, az sonra olacaklardan habersiz şarkıyı dinlemeye başlar.
    2) "şehrin karanlık sokaklarında, donu düşük çocukların yaptığı kağıttan bir gemiyim, yüzüyorum, yüzüyor muyum, bilmiyorum..." sözleriyle hayale dalmaya başlanır.
    3) "şarkı yükselecek mi acaba?" diye merak edilir.
    4) dur bakalım bi şeyler oluyor.
    5) iç titremeye başlar. bir kötü olunur. böyle bir değişik.
    6) ve türbülansa girilir.
    7) gözyaşları özgürlüğe teslim edilir. yavaşça süzülür yanaklardan. ağlanır nedensizce. ağlanır; gerçek olamamış hayallere, allah'ın cezası anılara, uğranılmış tüm haksızlıklara...
    8) dış dünyayla iletişim tamamen sıfırlanmıştır.
    9) allah rahmet eylesin...

    araba kullanırken, alkollüyken, hayatınız kötüye gidiyorken ve uçurum kenarındayken dinlememeniz önemle tavsiye olunur.
hesabın var mı? giriş yap