2 entry daha
  • "ulu tanrılar! söyleyeceklerimden geri kalanı söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi? söyleyeceklerim tamamen doğru olduğuna göre, neden onları kendime saklayayım? şairlerin saçma sapan işlerde yardıma çağırdıkları şu musaları bu kadar önemli bir konu için yardıma çağırmak en doğrusu olurdu belki. öyleyse iuppiter'in kudretli kızları, helikon'dan inip bir an bana yardım ediniz. eğer delilik yönlendirmezse, hiçbir ölümlünün, mutsuzluğun yaklaşamayacağı o kutsal, mükemmel sığınak olan bilgelik tapınağına ulaşamayacağını şimdi kanıtlayacağım."

    böyle diyor erasmus, ekliyor;

    "bütün coşkun tutkuları deliliğin doğurduğu açıktır. çünkü bir deli ile bir bilge arasındaki tek fark, ilkinin tutkularına ikincisinin aklına boyun eğmesidir. <buraya dikkat> stoacılar işte bu yüzden bilgeye tüm tutkuları, hastalıkmış gibi, yasaklamışlardır. bununla birlikte, bilgelik yolunda uçarcasına ilerleyenlere rehberlik eden bu tutkulardır; erdemin görevlerini çağıran, iyilik etmeyi arzulatan yine onlardır. şu aşırı stoacı seneca, istediği kadar bilgenin mutlak olarak tutkularından arınması gerektiğini vaaz etsin; bu tip bilge, insan değil, bir tür tanrı, ya da saklayıp gizlemeden söylemeli, her tür insani duygudan yoksun, en sert mermerden bile duygusuz, akılsız bir put olabilirdi."

    kabul edin hadi, ilk başta "bilge ya da ozgur olan" bahsinden saptığımı düşünmüştünüz. bakın bilge ya da ozgur olan üzerine erasmus ilginç bir noktayı işaret ediyor; stoacı bilge anlayışının insanı insanlıktan ettiğini söylüyor, bir tanrı projesi, bir put projesinden bahsediyor. benim için heyecan verici zira, delice yazan erasmus'un, tüm eser boyunca (bkz: deliliğe övgü) stoacılara giydirmesi, en ala stoa karşıtlarının getiremediği kadar eleştiriyi şaka yollu masanın üstüne koymuş olmasını nasıl sakinlikle karşılayabilirim?

    "stoacılar düşledikleri bilgelerinden mutlu olabilirler, onları istedikleri gibi sevebilirler. kendilerine rakip çıkacağından da çekinmesinler; ne var ki, ayak altında dolaşacaklarına gidip platon'un devletindeki idealar dünyasında ya da tantalos'un bahçelerinde otursunlar."

    aslında bu sözler bir ayna farkında mısınız, nietzsche 'nin sokrates sorunu üzerine konuşurken demiştim ki;
    "aiskhylos, euripides ve sophokles 'in yerine; sokrates, platon ve aristo'yu koyarsanız, 'kanunlara ve devlete olan gereksizliği insanların erdemli ve akıllı olması şartına bağlarsanız' (bkz: platon, devlet) akılcı öğretiyi hem de primitif hiristiyanlık düşüncelerinin başlangıcı olarak değerlendirip, insanın trajik yapısını, yani odi et amo'yu, iten ve çeken kuvvetlerin o insana özgü yaratıcılığını tukaka ilan edip, devletin okullarında yukarıda ismini verdiğim üç tragedya yazarının eserlerinin okutulmasını yasaklar, sanatın, duyumlar dünyasının bir taklidinden ibaret olduğunu düşünerek, duyumlar dünyasının da gerçek oluşumların yalnızca birer kopyası olduğunu kabul edip, sanatı sahtenin sahtesi ilan ederseniz, sanatı sadece ahlak kültürü oluşturulmasına katkıda bulunabileceğine inanırsanız; siz baylar ve bayanlar artık platoncu, sokratesçi ve devamında aristocu dehlize düşmüş, bu akışın doğal sonucu mahiyetinde ikili yapısını unutmuş (bkz: nefret ediyorum ve seviyorum), ahlaki devletin / ya da devletin ahlakının işleyen çarkın dişlilerinden biri olma dramının fertlerinden olmuşsunuz demektir.

    işte o halde erdem, ideal olarak kalmakta ve ahlak eğitimi, devletin birinci amacı olduğunda, sen bugün bu topraklarda ve diğer topraklarda evladına 'ahlak bilgisi' dersi verilmesini istemeyen bireylere zorla ahlak bilgisi dersi verir, kitaplarla, kara tahtalarla (artık beyaz oldular nihayet!) hayat bilgisi'ni öğretir, platon felsefesinde olduğu gibi, kendini dünya nimetlerinden yoksun bırakıp, kutsal amaçlara adama eğilimine kaptırırsın. mistisizm düşüncesi işte böyle böyle iliklerine hem de kendi kendini dejenere ederek yerleşivermiştir, sen insan değilsindir, mistik düşünce mistik düşünce değildir." (kaynak: #10360447)

    kaderin garip tecellisi işte, ağzı köpüren nietzsche'nin dünyasına, sorununa, bağırıp çağırmasına ayna tutuyor. erasmus 'dan girip, pos bıyıklıya vardığım zaman heyecanlanmamak elde mi; bakın devam ediyor erasmus, adeta nietzsche'yi öngörüyor;

    "bir an için böyle bir insanın var olduğunu varsayarsak, ona bir hilkat garibesi gibi bakmamak, ondan ürkütücü bir hayaletten kaçar gibi uzak durmamak mümkün müdür? doğanın tüm seslerine sağır olan böyle bir kişinin yüreği en sert kayalara benzeyecek, o yürekte sevgiye, merhamete yer kalmayacaktır. gözünden hiçbir şey kaçmayacak, hiçbir şeye aldanmayacaktır. vaşağınkinden bile keskin gözleri her şeyi keskin bir dikkatle izler, irdeler, hemcinslerine karşı bağışlayıcı değildir ve sonuçta sadece kendi kendisinden mutludur. kendini tek mutlu, zengin, sağlıklı, özgür kimse olarak görür; bu dünyada elde edilecek ne varsa elde etmiş olduğuna inanır; ne yazık ki, bu inancında yalnızdır. dost edinmek gibi bir derdi yoktur, zaten kendisi de kimsenin dostu değildir. giderek tanrıları aşağılamaya bile kalkışır; dünyada yapılan her şey onun alaylı eleştirilerine hedef olur. stoacıların yetkin bir bilge olarak baktıkları kimse, böyle bir hayvandır işte.

    rica etsem, söyler misiniz bana, hangi millet bu hayvanı kendine bilge olarak seçmek ister? hangi ordu onu komutan olarak kabul eder? bu kimseyi sofrasına buyur edecek, onunla evlenecek, onun hizmetine bakacak birilerini bulmak kolay mıdır? diyelim ki bulundu, ona dayanmak mümkün müdür? delilik sayesinde taşıdığı sıfatlarla diğer delilere komuta etmek ya da onlara boyun eğmek için çok uygun olan dünya üzerindeki sayısız delilerden biri, karılarının yaptıklarına göz yuman, dostlarını hoş tutan, geri kalan herkesle iyi geçinen delilerden biri, insanlıkla ilişkisini yitirmemiş, onların arasına karışmaktan çekinmeyen delilerden biri bu işe daha uygun değil midir?"

    bilge ya da özgür olan üzerine aslında hep konuşuyoruz, sadece bu başlıkta değil, sadece ben değil, herkes her yerde konuşuyor, herşey söyleniyor, herkes bir yerde duruyor, dogmalardan söz açılıyor, misal olur ki 'felsefede de dogma vardır ama yerin dibine sokulur.' deniyor, tüm değerler yeniden değerlendiriliyor. tabi bu arada herkesin kendine göre bir bilgesi oluyor, o bilgenin de kimi zaman uçuk kimi zaman yoz karakteristiği bağırları deliyor. fakat bir şey var ki o hiç değişmiyor. aldığımız eğitim bir kenarda dursun, yaşadığımız çağ bizzat şunu gerektiriyor; kişi varlığını yakarak, yıkarak, yaparak, değiştirerek, dejenere ederek, tersleyerek, destekleyerek bir şekilde koruma durumunda, fakat bu bireyci tutumu değerlendirirken, nietzsche 'nin şu meşhur 'hak aramaktansa kendini haksız çıkarmak daha onurlu bir davranıştır.' (zerdüşt) ahlakının da gerektirdiği çok net bir çelişki kafamı kurcalamakta; şimdi bakın yaşıyor olmak süreci trajiktir dedim defalarca. işte burada trajedinin ağbabası yatıyor, acaba bütünü göremediğim için mi üç yunan tragedya yazarı yerine 3 kuşkucu, akılcı adamı yerleştiren batı tarihinin "sanatı sahtenin sahtesi ilan edecek" noktada adına da *ideal devlet* diyeceği o özlenen yaşam biçimine yaklaştığını sandıkça canavarlaşan, canavarlaştıkça özlemini gideremese de, benliğiyle insanlığını kabullenmiş insan'ı öldüren, üzerine bir de şenlikler düzenleyen, medeniyet adına, humanitas adına doğayla uyumlu insan'ı geberten o güya merhamet dolu, ahlaklı, dindar sahtekarların 'yetkin bir bilge olarak baktıkları kimseler' evet erasmus'a göre; 'böylesine hayvandırlar.' özgür değillerdir, çünkü insan değildirler, altınçağı insanları da insan değildiler, yaşamlarında hiçbir karşıtlık yoktu, tıpkı herşeyi akılla, herşeyi mutlak kutsi değerlerle açıklayan, sorgulayamayan, değerleri yeniden değerlendiremeyen, tek tercihi mcdonalds değil de burger 'a gitmek olan çapsızların yaşamında duallikten kaynaklanan hiçbir gerilim olmayan günümüz yığınlarında olduğu gibi.

    hesiodos 'un theogonia 'sında anlattığına göre; altınçağı insanlarının yaşamları trajik değildi;
    'insanin insan olmasi için kendisini farketmesi gerekir. bunun için de o donemde birbirini tamamlayan iki sürecin gerçeklesmesi gerekmektedir. bunlardan biri platon'un protagoras dialogunda (platon, protagoras: 320 e322) anlattiği gibi, prometheus'un insana, yapici ve yaratici güç olan 'ates'i vermesidir. boylece insan kendi yaratici gücünü farketmis ve bagimli degil, kendisi olarak yasama olanagini elde etmistir. bu durum, bütün yetkeler gibi olympos tanrilanni da rahatsiz edince, insana, kendisini bir baska bakimdan farketmesini saglayacak pandora ya da 'kadin'i gondermislerdi. boylece insan insan olmustu ve geri donüsü yoktu: artik kendisi olarak yasamim sürdürmek zorundaydi. bu nasil olacakti? ilkin yine platon'a bakalim: protagoras dialogunda anlatilan insan olan insanin varlık yapisi, biyoloji biliminin verileri ışığında max scheler, arnold gehlen gibi 20. yy. düsünurlerinin saptamalarına cok yakindir. once tanrılar vardir. kronos'un goklere egemen olduğu donemde olümlülerin, yani canlı varlıkların, ozellikle de hayvanların ve insanin yaratilmasına sira gelmiştir. tanrılar bunun için prometheus ile epimetheus'u gorevlendirirler. hayvanlara dagitilacak yasama ozellikleri belli sayidadir. birine kuvvet verilir, birine hiz, kimine keskin tirnaklar verilir, kimine post, kimine de kürk, kimine kanat verilir, kimine iri govde. bu oyle dagitilir ki, her hay van payini aldiktan sonra aralarında bir denge olusur. ne var ki, bu sirada insana yasamasi için bir seyler verilmesi unutulmustur. insanın bu dünyada yasamini sürdürebilecegi hic.bir kuvveti, gücü yoktur. insan ozelliksiz bir varlik olarak dünyada bulunamaz ve yasayamaz; çünkü her hayvanın cok iyi donatilmasina karsin insan yalinayak, kürksüz, silahsiz, cirilciplak kalmistir. bunun üzerine prometheus, tannlardan (athena ve hephaistos) sanatların bilgisi olan 'ates'i calar ve insana verir.'

    varlik yapisi bakimindan insan diger canlilara karsın, gerek kendi içindeki ve gerekse de disindaki dogada uyumsuzdur. trajik olanin en onemli kaynagi bu uyumsuzluktur. her canlı bir cevrenin ürünu, parçasi, öğesi olarak dogduğu için, cevresiyle ve dolayisiyle doga ile uyumludur. hayvan bireyi, tıpkı kapalı bir sistem, yasama baglami içinde ona uymus olmanin verdiği huzurla yasayanlar gibidir. insan ise bir dogal cevreye degil, bir yapay cevreye, toplumsal cevreye dogar. doga bakimindan insan tam bir uyumsuzdur. doga insana, yasayabilmesi için kusun kanadi, baliğin yüzgeci, aslanin pencesi vb türden dogal hicbir olanak tanimamistir (kant, dunya yurttaşlıgı amacina yonelik bir tarih düsuncesi; 3. onerme). doga kendisine uyumsuz olana yasama hakki tanimaz. dogal duzen, ayiklanmaya dayanir; ancak güclüler yasarlar ve türu sürdururler, gücsuzler ayiklanirlar. bu durum karsisinda insan tam anlamiyla gücsüzdür. o yitip gitmemek için alet yapar, dogaya direnir ve varliğini, yasamasini surdürur. diger yandan, insan obür canlılarla karşilaştınldiğinda; bakimi, egitimi, kendi yapici yaratici benliğini bulmasi bakimindan en çok emek isteyen ve yetismesi en uzun süren canlidir. insan doga tarafindan yalniz birakilmiş, gelisimi en uzun suren ve buyuk belirsizliklerle karsi karsiya bulunan bir varliktir. trajik olan aranirsa, bu ozellikleri tasiyan bir varliktan baska nerede bulunabilir? insanin dogusu trajik olanin dogusudur.
    trajik olan, yasamanin açildiği yerde bulunmaktadir. yasamanın özü trajik olandir; çunku yasamanin ozu belirsiz, bilinmez, kestirilmez olan karsisinda duyulan gerilim ile o büyük akisa atilmak, o büyuk akisi kucaklamak, kulaçlamak ve bilinmezi bilinir, karanliği aydinlik kilmaya çalısmaktir. bu cesaret isidir ve ancak kahramanca yasayanlar tarafindan gerçeklestirilebilir. nietzsche, "yaşamaya sirtini donmuş bilim adamlanm kapi dişarı etmek gerekir" derken, yaratici soluğunu yitirmis bilim adamlarını kastediyordu. bilimi kabuklastirmis, çekildiği bu kabuğun içnde ünlu, unvanlı, alımlı, çalımlı yasayan, kabuğun dısına çikmayi bilimdisi sayan, buna dayanamayan, kendisini üretecekken kendisini tüketen, bir orta çag adami gibi yasarken kendisini aydin sanan insandir bu nietzsche'nin sozünü ettiği. o, yaratıcılıgın en büyük destegi olan bilimsel cesaretlerini yitirmis insandir. yapici ve yaratici bir yasamanin, bilgi kadar cesarete de ihtiyaci vardir. bu deneme cesaretidir, bu yanilma cesaretidir, bu aydinliga ulasma cesaretidir, bu trajik olana açık olma cesaretidir ve saniyorum insanin varolus için baska bir cesarete de ihtiyaci yoktur.
    nietzsche 'trajik olan'i, insanin dogayla degil, insanin insanla iliskisi bakimindan ele alır. tan kizilliği'nda bunu soyle anlatir: "insanlar ahlaksallaşıyorahlaksal oldukları için degil! ahlaka boyun egme, bir hükümdara boyun egme gibi kölece ya da magrur ya da çıkarcı ya da teslimiyetçi ya da budala bir heyecan ya da du$üncesizlik ya da mutsuzluk eylemi biçiminde olabilir. bu tur boyun egme aslında ahlaksal degil." (nietzsche, tan kizilliği, 2. bolüm, 97. düsünce). trajik olan'i ahlaka siğinarak dondurmaya calısanların içine düstukleri kokusmadir bu. bireyler istedikleri kadar ahlaki savunsunlar; kokusmanın bulunduğu yerde ahlak olamaz. nietzsche gercekte 'ahlak'i savunmaktadir; fakat bugünkü durumuyla riyakar, iki yüzlü, içi bosaltilmis, gosteris duskünu, ahlaksizliklarin, namussuzluklarin, asagilik davranislarin, rezil isteklerin, igrenc girisimlerin kabuğu durumuna sokulmus bir ahlak degil. boyle bir ahlak ahlaksizliğin ta kendisidir. nietzsche iyi ile kotu'nun otesinde'yi yazdiği siralarda karalama defteri'ne su notu düsmustu: "şimdiye dek gelip geçmiş bütün ahlaklılığın mirasçisi olmak istiyoruz. bütün işimiz gücumuz yalnızca ahlakliliktir; ama şimdiye dek süregelelen biçimine karşı gelen ahlaklılık (xiii, 125). neden mi kafa özgürlüğünü seviyorum? bu şimdiye dek süregelen ahlakliliktan çikan bir son olduğu için. her $eye kar$ı (yerlesmiş, bugüne dek süregelen) idealizm ve dindarlıga karşi savasmada bile adil olmak. . . dogru davranmak; her şeye karsi sevgiyle dolu bir anlayi$ gostermek, her şeyin değerini, haklılıgını, zorunluluğunu bulup, ortaya çıkartmada iyiyi istemek." (xiii, 245/5)

    bütün bunları yapacak bir tek kisi vardir: filozof. filozof, cagi karsisinda sorumlu, onu elestiren, onunla ugrasan, uyumla uyumsuzluk, asirilikla düzen ve ölcü arasında dengeyi arayan insandir. bu insanin bu yasami 'trajik' bir yasamadir.
    trajik ya da filozofca yaşama, yani bir yanda kendisini ozgur insan olarak duyan, diger yanda mutlak yazginin baskisini duyan yasama. ona gore 'varlik' bu yaşamadan dogmaktadir: varlik, ozgurlukle yazgi arasindaki gerginlikte ve bu gerginlikten varılan dengededir. tipki antik çag tragedyalarında, apollon ile dionysos gerginliğinde olduğu gibi. gercekte tragedyanın kendisi trajiktir, tipki yasamanın kendisinin de trajik olusu gibi. orada insanin yapabilecegi bir tek davranis vardir: erdemli olmak. yani, kendisini günün gelişen tek yanlı entellektüalizmlerinden kurtaran; salt dogru olanın pesinde kosan degil, tarihin sürukleyici gücüne karsi duran, bas kaldiran, gelisen, aydınlanan insan.
    insan boyle kendine ozgü, kendine yaraşan, yakisan yasamayi, hayvan türlerinde goruldüğü gibi dogustan getirmez. eğer boyle olsaydı insan trajik bir varlik degil, kosullu, bagimlı bir varlik olurdu. 'trajik olan' yalnızca 'ozgür olanın ozelliğidir ve bu ozellikler de dünyamizda yalnızca insanda bulunur. nietzsche, insanın yasamayi ogrenmesi gerektiğini dusünürken, onun bu ozelliğini gözönünde bulundurmus olsa gerek. ancak yasamayi ogrenenler yasamanın özü olan büyük gücü, yani canliliği ellerinde tutmayi becerebilir ve ancak o zaman bu gücle yasama istenci somutlasma olanagi bulabilir. hayvanlar ancak türe ozgü olarak güçlüdürler. hiçbir hayvan aynca güclü olmayi istemez. insan ister. insanin sahip olduğu istencin en yogunlastiği alan yasama'dir. nietzsche'ye gore yasama istenci ile güç istenci birbinnin içinde erir. insan boylece yaşamdan dogaya ve dogadan evrene uzanir. çünkü yasama gibi, doganın da evrenin de ozu güçtür, kuvvettir. insan ancak o kuvvetten pay aldikca kendisini asar. bu dionysosca yasamadir: devinen, gelisen, coskulu, atilimli, erginlenen insanin yasamidir bu. bu, yasamanın durmaksizin büyük atilimini yapmasidir. boylesine bir yasamada, kendi trajedisine sahip cikanla onu dislayan, ona sirtini donen ayni sayilamaz boyle bir yasamada miskinle, tembelle, kendisini aldatanla, eylemsizle; yapici yaratici atilimlar içinde olani, sirasinda yanilani, sürçeni, aldanani fakat yine de kalkip atilani ayni tutan bir esitlikci ahlak, olsa olsa bir köle ahlaki olabilir. nietzsche'ye gore dionysos'u yok sayan bir ahlak, ahlak olamaz.' (attilla erdemli, insan ya da trajik olan)

    oh oh saat olmuş 20.53, yine hızımı alamadım, neyse bir kapanış yapayım bilge ya da özgür olan bahsine, ve döneyim işime; sonuç olarak insanın yaşamasına yakışan, trajik kimliğini kabullenmesi, ne mutlak değerler altında ne de hiççilik belasının gölgesinde ezilmemesidir. insana yakışan bilgelik, özgür olmasından geçer, fakat özgür olması onu insanlıktan eden erdemci ve ahlakçı putların ülkesine götürmemeli, hadi artık vakit gelmiştir; sandalımdan iniyorum,, erasmus da kürsüden;

    "elveda, deliliğin aziz ve yüksek dostları! alkışlayınız beni, size sağlık ve sürekli eğlence dilerim!"
9 entry daha
hesabın var mı? giriş yap